p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 28 Sayı : 4 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 28 (4)
Cilt: 28  Sayı: 4 - Nisan 2022
DIĞER
1.
Ön Sayfalar
Frontmatters

Sayfalar I - X

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Akut mezenter iskeminin erken tanısında tiyol disülfit hemostazının rolü: Deneysel çalışma
Role of thiol-disulfide hemostasis in early diagnosis of acute mesentery ischemia: An experimental study
Mehmet Aykut Yıldırım, Rahim Kocabaş, İbrahim Kılınç, Gürcan Şimşek, Mustafa Şentürk, Murat Çakır, Metin Belviranlı
PMID: 35485506  PMCID: PMC10443137  doi: 10.14744/tjtes.2020.44025  Sayfalar 403 - 410
AMAÇ: Akut mezenter iskemi (AMİ) nadir görülen ölümcül ve erken tanısı güç olan bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız, erken tanı-sında henüz spesifik biyokimyasal belirteç bulunmayan AMİ’de yeni bir yöntem olan tiyol-disülfit hemostazının (TDH) rolünü, daha önce AMİ’de güvenilirliği ispatlanmış iskemi-modifiye albümin (IMA) ile birlikte değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada erişkin 32 adet wistar albino ırkı sıçan kullanılarak dört grup oluşturuldu. Birinci Grup (n=8) kontrol grubu, 2. Grup (n=8) SHAM grubu, 3. Grup (n=8) 3. saat arteryel mezenter iskemi, 4. Grup (n=8) 6. saat arteryel mezenter iskemi grubu olarak belirlendi. 0., 1., 3. ve 6. saatlerde TDH, IMA ve serum laktat değerleri ölçüldü.
BULGULAR: Üçüncü ve 6. saatlerde serum total tiyol, native tiyol (p<.001) değerlerinin belirgin azaldığı, serum disülfit, IMA, laktat (p<.001) değer-lerinin belirgin arttığı tespit edildi. Serum tiyol değerleri 1. saatten itibaren azaldığı görülmüştür.
TARTIŞMA: TDH akut mezenter iskemide erken dönemde değişmektedir. TDH parametreleri AMİ şüphesi olan hastalarda erken dönemde İMA ile birlikte tanı parametresi olarak kullanılabilir.
BACKGROUND: Acute mesenteric ischemia (AMI) is a rarely observed acute abdominal disease that may be mortal and is difficult to diagnose early. The aim of our study is to assess the role of Thiol-Disulphide Haemostasis (TDH), a new method for AMI which still has no specific biochemical markers for early diagnosis, and to assess it together with Ischemia-Modified Albumin (IMA) which has previously proven reliability for AMI.
METHODS: The study included 32 Wistar albino rats in four groups. The 1st group (n=8) was the control group, 2nd group (n=8) was the sham group, 3rd group (n=8) had 3 h of arterial mesentery ischemia and the 4th group (n=8) had 6 h of arterial mesentery ischemia. TDH, IMA, and serum lactate values were measured at h 0, 1, 3, and 6.
RESULTS: In the 3rd and 6th h, serum total thiol and native thiol values significantly reduced (p<0.001), while serum disulfide, IMA, and lactate values clearly increased (p<0.001). Serum thiol values were observed to reduce from the 1st h.
CONCLUSION: TDH changes in the early period of AMI. The TDH parameters can be used with IMA as diagnostic parameters for patients with suspected AMI in the early period.

3.
Sıçanlarda karbojen ve hiperbarik oksijen tedavisinin kırık iyileşmesine etkileri
The effects of carbogen and hyperbaric oxygen treatment on fracture healing in rats
Umman Menendi, Gürdal Nusran, Burak Kaymaz, Ramazan Tıskaoğlu, Onur Yılmaz, Ceren Canbey Goret
PMID: 35485502  PMCID: PMC10443132  doi: 10.14744/tjtes.2021.02575  Sayfalar 411 - 417
AMAÇ: Kemik kırıkları ve kırık iyileşmesi ortopedi cerrahları arasında en sık karşılaşılan sorunlardan biridir. Bu çalışmada, deneysel hayvan modelin-de hiperbarik oksijen (HBO) ve karbojen (C) tedavisinin kırık iyileşmesi üzerine etkilerini araştırdık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Yirmi dört erkek Wistar-Albino sıçanı, her grupta sekiz sıçan olacak şekilde rastgele grup 1 (C inhalasyon tedavisi), grup 2 (HBO inhalasyon tedavisi) ve grup 3 (kontrol grubu) olarak 3 gruba ayrıldı. Grup 1 ve grup 2’deki sıçanlara cerrahi işlemden bir hafta önce ve cerrahi işlemden üç hafta sonra HBO ve C tedavisi verildi. Cerrahi işlemin ardından üçüncü haftanın sonunda tüm sıçanlar sakrifiye edilerek kırık hattındaki iyileşme dokusu klinik, radyolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hiperbarik oksijen ve C gruplarında kırık iyileşmesi açısından kontrol grubuna göre daha yüksek histopatolojik, radyolojik ve klinik skorlara sahip olmasına rağmen, gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA: Literatürde HBO ve C tedavilerinin sistemik ve lokal etkilerini inceleyen ve doku oksijenlenmesini artırdığını gösteren birçok çalışma bu-lunmaktadır. Çalışmamız, HBO ve C gruplarının, kontrol grubuna göre kırık iyileşmesi üzerinde faydalı yada zararlı etkilerinin olmadığını göstermiştir.
BACKGROUND: Bone fractures and fracture healing are one of the most common problems among orthopedic surgeons. In this study, we investigated the effects of hyperbaric oxygen (HBO) and carbogen (C) treatment on fracture healing in the experimental animal model.
METHODS: Twenty-four male Wistar-Albino rats were randomly divided into three groups as Group 1 (C inhalation therapy), Group 2 (HBO inhalation therapy), and Group 3 (control group), with eight rats in each group. HBO and C treatment were given to the rats in Group 1 and Group 2 1 week before the surgical procedure and 3 weeks after the surgical procedure. Following the surgical procedure, all rats were killed at the end of the 3rd week and the healing tissue in the fracture line was evaluated clinically, radiologically, and histopathologically.
RESULTS: Although there were higher histopathological, radiological, and clinical scores in the HBO and C groups in terms of frac-ture healing compared to the control group, there was no statistically significant difference between the groups.
CONCLUSION: There are many studies in the literature that examine the systemic and local effects of HBO and C treatments and show that they increase tissue oxygenation. Our study showed that HBO and C groups had no beneficial or harmful effects on fracture healing compared to the control group.

KLINIK ÇALIŞMA
4.
Açık ve laparoskopik apendektomi sonrası komplikasyonların “American College of Surgeon National Surgical Quality Improvment Program” risk hesaplayıcıya göre değerlendirilmesi
Evaluation of complications after laparoscopic and open appendectomy by the American College of Surgeons National Surgical Quality Improvement Program surgical risk calculator
Mehmet Sah Benk, Engin Olcucuoğlu, İsmail Oskay Kaya
PMID: 35485508  PMCID: PMC10443136  doi: 10.14744/tjtes.2020.45808  Sayfalar 418 - 427
AMAÇ: ACS-NSQIP (American College of Surgeons National Surgical Quality Improvement Program)’nin akut apandisitte komplikasyonları öngö-rü derecesinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Akut apandisit nedeniyle yatışı yapılan ve apendektomi planlanan 292 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Yaş aralığı 18–76 (ortalama yaş 35.3±13.6) olarak bulundu. Vücut kitle indeksi ortalama 25.8±4.6 şeklinde hesaplandı. Hastalarla ilgili 20 veri ACS-NSQIP Cerrahi Risk Hesaplayıcı’ya (CRH) girildikten sonra en sık görülen 17 komplikasyon oranı ve ortalama hastanede yatış süresi verilmektedir. Otuz günlük takiplerde gözlenen komplikasyonlar CRH’nin öngördüğü komplikasyonlara göre kategorize edildi. Gözlenen komplikasyon oranları ve hastanede yatış süreleri ile CRH’nin öngördüğü komplikasyon oranları ve hstanede yatış süreleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastalarımızda herhangi bir komplikasyon gelişenler %13.4, cerrahi alan enfeksiyonu %11.3, ciddi komplikasyon gelişenler %3.1, has-taneye tekrar başvuru %2.1 şeklinde gözlendi. Ciddi komplikasyonların içerisine, pnömoni, sepsis, kardiyak komplikasyonlar ve böbrek yetersizliği dahil edildi. Hastanede yatış süresi ortalama 1.91±1.64 şeklinde, yatış süresi aralığı ise 1–14 arasında görüldü. Venöz tromboemboli gözlenen hasta-mız olmadı. Hiçbir hastamızda mortalite gözlenmedi. CRH ile gerçekleşen komplikasyon karşılatırılması ROC eğrisi ile yapıldığında CRH’nin öngörü düzeyi; herhangi bir komplikasyonda doğruluk oranı %84.2, ciddi komplikasyonda %86.7, cerrahi alan enfeksiyonunda %47.6, böbrek yetersizliğinde %95.9, tekrar ameliyatta %99.0 ve sepsiste %88.3 şeklinde olduğu görüldü.
TARTIŞMA: Her ne kadar basit apendektomi sonrası komplikasyon görülmesi nadir bir durum olsa da özellikle yaşlı, obez, ek hastalıkları fazla olan hastalarda komplikasyon oranlarının belirgin artığı bilinmektedir. Öncelikle özellikli hasta ve hasta yakınlarına ameliyatın risklerini gösteren CRH gibi araçların yararı olacaktır.
BACKGROUND: This study aims to evaluate the predictive level of the American College of Surgeons National Surgical Quality Improvement Program (ACS-NSQIP) risk calculator for post-appendectomy complications.
METHODS: A total of 292 patients who were hospitalized for general appendectomy were included in the study. The age range of the patients was 18–76 years (mean: 35.3±13.6 years). The mean body mass index was 25.8±4.6. Twenty data points were entered into the ACS-NSQIP surgical risk calculator (SRC), which yielded the 17 most common complications and the average LOHS. Compli-cations encountered in 30-day follow-up were categorized according to the complications predicted by SRC. The actual and observed complication rates and LOHS were compared
RESULTS: Post-operative complications developed in 13.4% of the patients, surgical site infection in 11.3%, serious complications in 3.1%, and readmission in 2.1%. Serious complications included pneumonia, sepsis, cardiac complications, and renal failure. The mean LOHS was 1.91±1.64 days (range: 1–14 days). No thromboembolism or mortality was observed. When the comparison of compli-cations using SRC was made with the ROC curve, the predictive value of SRC was 84.2% for any complication, 86.7% for serious complication, 47.6% for surgical site infection, 95.9% for renal failure, 99.0% for resurgery, and 88.3% for sepsis.
CONCLUSION: Although it is rare to see complications after simple appendectomy, it is known that complication rates increase sig-nificantly in the elderly, the obese, and those with comorbidities. Tools such as SRC will be beneficial for patients with these risk factors.

5.
Akut apandisitli hastalarda perforasyonu belirlemek için periton kalınlaşması ve kontrastlanması kullanılabilir mi?
Can peritoneal thickening and enhancement be used to determine perforation in patients with acute appendicitis?
Mehmet Tahtabaşı, Sadettin Er, Şükrü Mehmet Ertürk
PMID: 35485514  PMCID: PMC10443133  doi: 10.14744/tjtes.2020.58991  Sayfalar 428 - 433
AMAÇ: Akut apandisit (AA) gelişmiş ülkelerde karın ağrısının en sık nedenlerinden biridir. Bu çalışmada, perfore olan ve perfore olmayan apandisitin ayrımında yaş, laboratuvar ve spesifik bilgisayarlı tomografi (BT) bulgularının değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Somali Türkiye Recep Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, Kasım 2015 ile Aralık 2019 tarihleri arasında, AA ta-nısı alan ve apendektomi ameliyatı yapılan 252 hastayı geriye dönük olarak inceledik. Ameliyat öncesi uygun protokolle çekilmiş BT’si bulunmayanlar ve 18 yaş altı hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar histopatoloji sonucuna göre; perfore apandisit (Grup-1) ve perfore olmayan apandisit (Grup-2) olmak üzere ikiye ayrıldı. Tüm hastaların demografik, laboratuvar, BT bulguları ve patoloji verileri değerlendirildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya 80 hasta dahil edildi. Hastaların %40’ı (n=32) perfore apandisit (Grup-1) ve %60’ı (n=48) perfore olmayan apandisit (Grup-2) olarak sınıflandırıldı. Grup-1’de C-reaktif protein değeri Grup-2’ye kıyasla istatistiksel olarak daha yüksek bulundu (sırasıyla; 177.5±118.9 ve 100.2±87.3 mg/L; p=0.001). Tek değişkenli analizde; apendiks lümen çapı (p=0.002), apendiks duvar defekti (p<0.001), peritoneal kalınlaşma ve kontrastlanma (p<0.001), asit (p=0.031), intraabdominal apse (p=0.003), jejunal kalınlaşma (p=0.019), ileal kalınlaşma (p=0.008) ve ileus (p=0.035) Grup-1’de Grup-2’ye kıyasla istatistiksel olarak daha yüksek bulundu. Tek değişkenli analizde istatistiksel olarak anlamlı verilerle yapılan binominal lojistik regresyon analizinde; apendiks duvar defekti (OR: 0.069, %95 CI=0.014–0.327, p=0.001), peritoneal kalınlaşma ve kontrastlanma (OR: 0.131, %95 CI=0.024–0.714, p=0.019) perfore apandisit için bağımsız değişkenler olarak belirlendi.
TARTIŞMA: Bilgisayarlı tomografi bulguları arasında apendiks duvar defekti, peritoneal kalınlaşma ve kontrastlanma perforasyonun saptanmasında önemli bir role sahiptir.
BACKGROUND: Acute appendicitis (AA) is a common cause of abdominal pain in developed countries. In patients with suspected AA, computed tomography (CT) is considered as the gold standard with the highest sensitivity and specificity, and it is also an im-portant modality, especially in patients with complicated AA. In this study, we aimed to evaluate age and laboratory findings, as well as specific CT findings in differentiating between perforated and non-perforated appendicitis.
METHODS: We retrospectively analyzed 252 patients diagnosed with AA and underwent appendectomy between November 2015 and December 2019 in Somalia Mogadishu Recep Tayyip Erdogan Education and Research Hospital. Patients under 18 years of age and those with no pre-operative CT scans were excluded from the study. The demographic, laboratory, CT findings, and pathological data of all patients were evaluated.
RESULTS: This study included 80 patients, 32 (40%) classified as perforated appendicitis (Group-1) and 48 (60%) as non-perforated appendicitis (Group-2). The C-reactive protein value was found to be statistically higher in Group-1 than in Group-2 (177.5±118.9 and 100.2±87.3 mg / L, respectively; p=0.001). The appendix lumen diameter (p=0.002), appendix wall defect (p<0.001), peritoneal thickening and enhancement (p<0.001), ascites (p=0.031), intra-abdominal abscess (p=0.003), jejunal thickening (p=0.019), ileal thick-ening (p=0.008), and ileus (p=0.035) values were significantly higher in Group-1. In the binominal logistic regression analysis performed with statistically significant data, an appendiceal wall defect (OR: 0.069, 95% CI=0.014–0.327, p=0.001) and peritoneal thickening and enhancement (OR: 0.131, 95% CI=0.024–0.714, p=0.019) were identified as independent variables for perforated appendicitis.
CONCLUSION: Among CT findings, appendix wall defects and peritoneal thickening and enhancement play an important role in detecting perforation.

6.
Akut apandisiti lenfoid hiperplaziden ayırmada hematolojik parametrelerin rolü
The role of hematological parameters in distinguishing acute appendicitis from lymphoid hyperplasia
Ahmet Kaya, Kerem Karaman, Mehmet Aziret, Metin Ercan, Elif Köse, Yavuz Selim Kahraman, Cengiz Karacaer
PMID: 35485518  PMCID: PMC10443127  doi: 10.14744/tjtes.2020.69027  Sayfalar 434 - 439
AMAÇ: Sık karışan apendiküler patolojilerden biri, erken teşhis edildiğinde konservatif olarak tedavi edilebilen ve kendi kendini sınırlayabilen lenfoid hiperplazidir. Bu geriye dönük çalışmanın amacı akut apandisiti lenfoid hiperplaziyle hematolojik parametreler açısından karşılaştırmak ve iki hastalığı ayırt etmede hematolojik bir prediktör olup olmadığını saptamaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Akut apandisit tanılı hastalar ile lenfoid hiperplazi tanılı hastaların tam kan sayımları kıyaslandı.
BULGULAR: Yüz doksan beş hastaya (118 erkek/77 kadın) apendektomi yapıldı. Histopatolojik incelemede 161 hastada (%82.6) akut apandisit, 19 hastada (%9.7) negatif apendektomi saptandı. Negatif apendektomilerin 16’sı lenfoid hiperplaziydi (%8.2). On üç hastada (%6.7) eş zamanlı lenfoid hiperplazi ile birlikte akut apandisit saptandı. Beyaz küre sayısı (p=0.030, nötrofil sayısı (p=0.009), nötrofil yüzdesi (p=0.009) ve nötrofil/lenfosit oranı (p=0.007) akut apandisitte anlamlı olarak daha yüksek iken lenfosit sayısı (p=0.027), lenfosit yüzdesi (p=0.006) lenfoid hiperplazide anlamlı olarak daha yüksekti. Çoklu lojistik regresyon analizinde, akut apandisiti lenfoid hiperplaziden ayırmada beyaz küre sayısı %69.1 duyarlılık; %80 özgüllük; %77.5 pozitif prediktif değer ve %72.1 negatif prediktif değer ile tek bağımsız prediktör olarak saptandı. Kesit değeri 11.3 Ku/L olan beyaz küre sayısının her 1 birim (1000/mm3) artışı, akut apandisit riskini 1.24 kat arttırırken, bunun altındaki değerlerde lenfoid hiperplazi olma olasılığı artmaktadır.
TARTIŞMA: Lenfoid hiperplaziyi akut apandisitten ayırmada en güçlü hematolojik parametre beyaz küre olarak gözükmektedir.
BACKGROUND: One of the most misdiagnosed appendicular pathologies is lymphoid hyperplasia (LH) that can be managed con-servatively when identified early and is self-limiting. The aim of this retrospective study was to compare acute appendicitis (AA) with LH in terms of hematological parameters to determine whether there is a hematological predictor to distinguish the two diseases.
METHODS: Complete blood cell counts of patients with AA were compared with those having LH.
RESULTS: One-hundred-ninety-five patients (118 male/77 female) underwent appendectomy. Histopathological examination re-vealed acute AA in 161 patients (82.6%), and negative appendectomy (NA) in 19 patients (9.7%). Of the NA specimens, 16 were LH (8.2%). Thirteen patients (6.7%) had AA with simultaneous LH. White blood cell count (p=0.030, neutrophil (p=0.009), neutrophil per-centage (p=0.009), and neutrophil/lymphocyte ratio (p=0.007) were significantly higher in AA whereas lymphocyte count (p=0.027), lymphocyte percentage (p=0.006) were significantly higher in LH. Multi logistic regression analysis revealed white blood cell count as the only independent predictor in distinguishing AA from LH with a 69.1% sensitivity, 80.0% specificity, 77.5% positive predictive value, and 72.1% negative predictive value. The cut-off value for white blood cell count was 11.3 Ku/L, and every one unit (1000/mm3) increase in white blood cell count raises the risk of AA by 1.24 times, while values below this value will increase the likelihood of LH.
CONCLUSION: The most predictive complete blood count parameter in distinguishing LH from AA appears to be as white blood cell count.

7.
Künt toraks travmalarında kaburga kırığı varlığının mortalite ve morbidite üzerine etkisi
Effect of the presence of rib fracture on mortality and morbidity in blunt thoracic traumas
Fatoş Kozanlı, Özlem Güler
PMID: 35485510  PMCID: PMC10443126  doi: 10.14744/tjtes.2020.55710  Sayfalar 440 - 446
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, künt göğüs travmalarında kaburga kırığı varlığının mortalite ve morbidite üzerine etkisini tespit etmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2017–Ekim 2019 tarihleri arasında künt toraks travması ile başvuran 18 yaş üzeri hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Sadece künt toraks travması ve kot fraktürünün birlikte olduğu hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti ve bu has-talardaki travma mekanizması, ek organ yaralanmaları, yoğun bakım ihtiyacı, yatış süreleri, yoğun bakım ünitelerinde yatış süreleri, tedavi şekilleri, mekanik ventilatör, kan ve kan ürünü ihtiyaçları, komplikasyonları ve mortalite oranları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmamıza alınan 252 olgunun 186’sı erkek (%73.8), 66’sı (%26.2) kadındı. Motorlu taşıt kazaları %51.4 oranıyla en sık görülen travma mekanizmasıydı. Hastaların yaş ortalaması 52±12 (18–91) yıl idi. Hemotoraks ile toraks dışı ek organ yaralanmaları arasında anlamlı ilişki olduğunu tespit ettik (p=0.024). Pnömotorakslar ile ek organ yaralanmaları arasında anlamlı ilişki yoktu (p=0.067). Hemotoraks olanlar ve olmayan olguların kırık kaburga sayısı anlamlı olarak farklıydı (p<0.001). Pnömotoraks olan ve olmayan olguların da kırık kaburga sayıları anlamlı olarak farklı bulundu (p<0.039). Torakotomi yapılan olgularla yapılmayan olgular arasında hastanede yatış günü olarak anlamlı fark vardı (p<0.001). Kaburga kırığı sayısı ile hastanede yatış süresi arasında pozitif yönde anlamlı ilişki mevcuttu (r=320, p<0.001).
TARTIŞMA: Künt toraks travmalarında artmış kot fraktürü sayısı morbiditeyi ve hastanede yatış süresini arttırır.
BACKGROUND: The aim of this study was to determine the effect of the presence of rib fracture on mortality and morbidity in blunt thoracic trauma (BTT).
METHODS: Records of patients aged over 18 and admitted with BTT between January 2017 and October 2019 dates were ret-rospectively evaluated. Only patients with both BTT and rib fracture were included in the study. Age, gender, trauma mechanism, additional organ injuries, and need for intensive care unit of patients were identified. The total length of hospital stay, length of stay in the intensive care unit, treatment modalities, need for mechanical ventilator; blood and blood products, complications, and mortality rates for patients were recorded.
RESULTS: One hundred eighty-six (73.8%) and 66 (26.2%) of 252 included patients were male and female, respectively. The most commonly seen trauma mechanism was motor vehicle accidents (51.4%). The mean age of patients was 52±12 (18–91). We identified that there was a significant association between hemothorax and non-thoracic additional organ injuries (p=0.024). There was no significant association between pneumothorax and additional organ injuries (p=0.067). The number of fractured ribs was significantly different between cases with and without hemothorax (p<0.001). There was also a significant difference between cases with and without pneumothorax in terms of the number of broken ribs (p<0.039). There was a significant difference between cases undergone thoracotomy and cases who did not undergo thoracotomy in terms of mean length of stay in the hospital (p<0.001). There was a positive correlation between the number of broken ribs and length of stay in the hospital (r=320, p<0.001).
CONCLUSION: Increased number of rib fracture in BTTs increases morbidity and length of stay in the hospital.

8.
112 Ambulans servisi çalışanlarının çocuk yanıklarına yaklaşımları: Bir anket değerlendirmesi
Approaches of 112 ambulance service staffers to children with burns: A survey assessment
Sabri Demir, Süleyman Arif Bostancı, Ahmet Ertürk, Can Ihsan Öztorun, Doğuş Güney, Mujdem Nur Azili, Emrah Şenel
PMID: 35485521  PMCID: PMC10443125  doi: 10.14744/tjtes.2020.91045  Sayfalar 447 - 455
AMAÇ: Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız, 112 ambulans servislerinde çalışan ve ilk müdaheleyi yapıp olay yerinden hastanelere transferlerini sağlayan sağlık personelinin (doktor, hemşire, paramedik ve acil tıp teknikerleri) çocuk yanıkları olgularına ilk müdahale ve transfer ile ilgili bilgilerini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Ankara ilindeki 112 ambulans servislerinde çalışan 373 sağlık çalışanı dahil edildi. Katılımcılara çocuk yanıklarına yaklaşım hakkında 17 soru soru soruldu. Çalışmanın verileri Statistical Package for Social Sciences (SPSS) 21.0 programı ile analiz edildi. BULGULAR: Katılımcıların (n=373) 26’sı (%7) doktor, 25’i (%6.7) hemşire, 180’i (%48.3) acil tıp teknikeri ve 142’si (%35.3) paramedik idi. Katılımcı-lardan 118’i çocuk yanık olgularında yanık yüzey alanlarını her zaman hesapladıklarını belirtirken, yanık yüzey alanlarını hangi yöntemle hesapadıkları sorusuna ise sadece beş kişi (%1.3) çocuklar için doğru seçenek olan Lund-Browder şeması seçeneğini işaretledi. Katılımcılardan 121’i (%32.4) transfer esnasında verilecek sıvı miktarını hesaplamada Parkland formülünü kullandıklarını belirtirken sadece yedi kişi (%1.9) çocuklar için daha uygun seçenek olan Galveston formülünü kullandıklarını belirtti. Olay yerinde ve transfer esnasında hangi sıvıyı veriyorsunuz sorusunu 56 kişi (%15) doğru seçenek olan laktatlı ringer solüsyonu olarak yanıtladı. İnhalasyon hasarını tanımak için sorulan senaryo sorusuna 153 katılımcı (%41) doğru cevap verirken, inhalasyon hasarı kliniği anlatılan soruyu sadece 138 kişi (%37) doğru seçenek olan “hemen entübe ederim” şeklinde cevapladı. Üç yüz yetmiş üç katılımcıdan sadece biri (%0.3) %50 sıcak sıvı yanığı olan hastaya ilk müdahale ve transfer sırasında yapılacakları doğru şekilde işaretledi. Katılımcıların topikal lidokain kullanımı oranı yüksek olarak (%70.8) bulundu. Katılımcılardan sadece 33’ü (%8.8) kendilerini çocuk yanık olgularına ilk müdahale ve transfer konularında yeterli hissederken, 333’ü (%89.3) konuyla ilgili bir eğitim düzenlenirse katılmak istediklerini belirttiler. TARTIŞMA: Çocuk yanık hastalarını olay yerinde ilk gören ve ilk müdahaleyi yapan 112 ambulans çalışanlarının konuyla ilgili bilgilerinin yeterli dü-zeyde olması beklenir. Ancak anket sonuçlarımız bilgilerinin yeterli düzeyde olmadığını göstermektedir. Bunun için 112 çalışanlarına konuyla ilgili eğitimlerin verilmesi ve bu eğitimlerin periyodik aralıklarla tekrarlanması gereklidir.
BACKGROUND: We aimed to evaluate the knowledge of 112 ambulance service staffers (doctors, nurses, emergency medical technicians [EMTs], and paramedics [PMs]) who were the first intervention to pediatric patients with burn injuries regarding first intervention and patient transfer.
METHODS: The study included 373 personnel working in 112 ambulance services in Ankara province. Participants were asked 17 questions to measure their knowledge of burns in children. Statistical analysis was performed with the Statistical Package for Social Sciences 21.0.
RESULTS: Of the participants, 26 (7%) were doctors, 25 (6.7%) nurses, 180 (48.3%) EMTs, and 142 (35.3%) PMs. Of the participants, 118 stated that they always calculate the burn surface area, while only five (1.3%) marked the correct choice of the Lund Browder scheme to the question by which method they calculated. One hundred twenty one personnel (32.4%) use the Parkland formula to calculate the amount of fluid to be given during transfer while only 7 (1.9%) use the Galveston formula, which is more suitable for chil-dren. Of the participants, 56 (15%) answered as lactated Ringer’s solution which is the correct fluid to the question of which fluid do you give at the scene and during the transfer. One hundred fifty-three participants (41%) responded correctly to the scenario question expected to recognize inhalation damage while only 138 (37%) responded correctly as “I do immediately intubate” to the inhalation injury described scenario question. One out of 373 (0.3%) participants marked the appropriate procedure for a patient who had a 50% scald burn during the first intervention and transfer. The rate of topical lidocaine use of participants was high (70.8%). Of the 373 participants, only 33 (8.8%) thought themselves competent for first aid and transfer of children with burns. If training on the subject was held, 333 personnel (89.3%) wanted to participate.
CONCLUSION: It is expected that the knowledge of 112 ambulance services who see pediatric burn patients first, perform the first intervention, and provide transfer would be suitable. However, our questionnaire shows that these personnel have insufficient knowledge and need to be trained.

9.
Çocuklarda motorlu araç çarpışma travması ve diğer travma mekanizmalarının çocuk yoğun bakım öncesi ve çocuk yoğun bakım kabulünde uygulanan müdahaleler, klinik özellikler ve nörolojik sonuçların karşılaştırılması
Comparison of pre-PICU and per-PICU interventions, clinical features and neurologic outcomes of motor vehicle collision trauma and other mechanisms of trauma in children
Serhan Özcan, Merve Setenay Akyüzlüer Güneş, Merve Havan, Oktay Perk, Ebru Azapağası, Emrah Gün, Edin Botan, Ergun Ergun, Ufuk Ateş, Gökmen Kahiloğulları, Tanıl Kendirli
PMID: 35485520  PMCID: PMC10443131  doi: 10.14744/tjtes.2022.86617  Sayfalar 456 - 463
AMAÇ: Motorlu araç kazaları (MAK), pediatrik yaş grubunda bir numaralı ölüm nedenidir. Bu çalışmanın amacı, çocuk yoğun bakım ünitesinde (ÇYBÜ) takip edilen hastalarda MAK ile diğer travma mekanizmaları (DTM) arasındaki farklılıkları belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2014–2018 yılları arasında üçüncü düzey ÇYBÜ’de yatan pediatrik travma hastalarının veriler geriye dönük olarak kayıt edildi. Hastalar MAK ve DTM olarak iki gruba ayrıldı. Demografik veriler, yoğun bakım öncesi yapılan müdahaleler (kardiyopulmoner resüsitasyon, entü-basyon, yaralanma şiddeti skorları, yoğun bakıma ulaşana kadar geçen süre), yoğun bakım müdahaleleri (invaziv mekanik ventilasyon, non-invaziv mekanik ventilasyon, ameliyat ihtiyacı, ameliyat türü, transfüzyon ihtiyacı ve inotrop tedavisi) iki grup arasında karşılaştırıldı. Sonuçlar sağkalım, hastaneden taburcu olma, taburculukta Pediatrik Serebral Performans Kategorisi (PSPK) ile değerlendirildi.
BULGULAR: Beş yıllık çalışma süresi boyunca, 135 hasta travma nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Yaralanan vücut bölgeleri baş ve boyun (%61.5), karın ve bel omurgası (%39.4) ve ekstremiteler ve pelvis (%36.3) idi. Çoklu travma en çok MAK travma grubunda görüldü (p=0.001). Motorlu araç kaza-ları grubunda invaziv mekanik ventilasyon ve inotrop tedavi ihtiyacı daha fazlaydı (sırasıyla, p=0,002, 0,001). Yüz yirmi üç hasta (%91.1) hayatta kaldı. Mortalite oranı MAK grubunda daha yüksekti (p=0.026). Pediatrik Serebral Performans Kategorisi sonuçları DTM grubunda daha iyiydi (p=0.017). TARTIŞMA: Motorlu araç kazaları, DTM’lerden daha fazla çoklu travma olgusuna yol açar. İnvaziv mekanik ventilasyon, inotroplar ve diğer yoğun bakım müdahaleleri, MAK hastalarında DTM hastalarına göre çok daha sık gerekliydi.
BACKGROUND: Motor vehicle collisions (MVCs) are the number one cause of death in the pediatric age group. The aim of this study was to determine the differences between MVCs and other trauma mechanisms (OTMs) in patients who were followed up at a pediatric intensive care unit (PICU).
METHODS: Data were retrospectively collected for pediatric trauma patients hospitalized at a third level PICU between 2014 and 2018. Patients have been divided into two groups as MVC and OTM. Demographic data, pre-PICU interventions (cardiopulmonary resuscitation, intubation, injury severity scores, time period before intensive care), intensive care interventions (invasive mechanical ventilation, non-invasive mechanical ventilation, need for surgery, type of surgery, need for transfusion, and inotrope therapy) were compared between two groups. Outcomes were evaluated by survival, discharge from hospital, Pediatric Cerebral Performance Cate-gory (PCPC) at discharge, tracheotomy presence, and amputation performed.
RESULTS: During the 5-year study period, 135 patients were hospitalized for trauma. The injured body regions were the head and neck (61.5%), abdomen and lumbar spine (39.4%), and extremities and pelvis (36.3%). Multiple trauma was mostly seen in the MVC trauma group (p=0.001). The need for invasive mechanical ventilation and inotrope therapy was greater in the MVC group (p=0.002, 0.001 respectively). One hundred and twenty-three patients (91.1%) survived. The mortality rate was higher in the MVC group (p=0.026). The PCPC results were better in the OTM group (p=0.017).
CONCLUSION: MVCs lead to more multiple trauma cases than OTMs. Invasive mechanical ventilation, inotropes, and other inten-sive care interventions were necessary much more often in MVC victims than in OTM patients.

10.
Çocukluk çağının nadir bir acili: Priapizm ve basamaklı tedavi yaklaşımı
Rare emergency in children: Priapism and stepwise treatment approach
Ahsen Karagözlü Akgül, Murat Uçar, Esra Özçakır, Emin Balkan, Nizamettin Kılıç
PMID: 35485519  PMCID: PMC10443130  doi: 10.14744/tjtes.2020.74670  Sayfalar 464 - 470
AMAÇ: Priapizm çocukluk çağında çok nadir görülen bir hastalıktır. Hasta sayısının azlığı nedeniyle tedavi algoritması da halen literatürde netleşme-miştir. Bu çalışmada, priapizmli sekiz çocuk hasta ve kliniğimizde uyguladığımız basamaklı tedavi yaklaşımımız literatür ışığında sunulmaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Uyguladığımız tedavi beş basamaktan oluşmaktadır: 1. basamak; etiyoloji değerlendirmesi yapılırken soğuk kompres ve anal-jezi uygulaması. 2. basamak; korpus kavernozuma korporal aspirasyon ve adrenalin infüzyonu. 3. basamak; Modifiye Winter şunt. 4. basamak; ame-liyathanede ketamin infüzyonu ve kaudal blok uygulaması. 5. basamak; safeno-kavernöz (Grayhack) şunt. Düşük akımlı priapizmi olan sekiz hastanın verileri geriye dönük olarak ele alındı. Başvuru şekli, tumesans süresi, yaşı, yapılan müdahaleler ve hangi basamakta detumesans sağlandığı kaydedildi. BULGULAR: Yaş ortalaması 8.5 (1–17) yıl idi. Başvuru öncesindeki ortanca tumesans süresi 15 saat (4–165) idi. Üç hastada etiyolojik faktörler; orak hücreli anemi, kronik böbrek yetersizliği nedeniyle yapılan hemodiyaliz ve faktör V Leiden mutasyonu idi. Bir hastada ikinci basamakta detumesans sağlandı. 3, 4, 5. basamakalarda detumesans sağlanan 2’şer hasta oldu. Uzun dönem kontrolünde bir hastada kavernöz cisim rijiditesi görüldü. TARTIŞMA: Düşük akımlı priapizm ürolojik bir acildir ve erektil disfonksiyona neden olabilir. Tedavi seçenekleri, zaman kaybını ve gereksiz invaziv işlemleri engellemek için bir algoritma veya bir tedavi protokolü ile uygulanmalıdır. Kliniğimizde uygulanan tedavi protokolü basit ve daha az invaziv işlemden daha invaziv işleme doğru gitmektedir ve düşük akımlı priapizm tedavisinde iyi bir alternatif olabilir.
BACKGROUND: Priapism is a rare condition in children and the treatment algorithm is controversial in this age group. Herein, we report eight cases with low-flow priapism and our stepwise treatment approach in light of literature.
METHODS: We present a simple stepwise treatment for low-flow priapism including five steps. Step 1: Cold compress and analgesia while evaluation the priapism and its etiology. Step 2: Corporal aspiration and adrenaline infusion in the ward. Step 3: Modified Winter shunt in the same place. Step 4: Ketamine application and caudal block in the operating room. Step 5: Sapheno-cavernous (Grayhack) shunt. Eight cases with low-flow priapism were reviewed retrospectively. Symptoms, duration of tumescence, the interventions, and step that provide detumescence were recorded.
RESULTS: The mean age of patients was 8.5 years (1–17 y). The median time of the priapism before admission was 15 h (4–165 h). The etiological factors were sickle cell disease, hemodialysis due to chronic renal failure, and factor V Leiden mutation in three patients. Detumescence was achieved in one patient at Step 2, in two patients at Steps 3, 4, and 5, respectively. Rigidity of cavernous body was observed in one patient in long-term follow-up.
CONCLUSION: Low-flow priapism is a urological emergency that may cause erectile dysfunction. Treatment options should be selected according to a protocol that prevents time loss and avoids more invasive treatment in unnecessary situations. Our algorithm with simple nature and its steps from less invasive to more invasive procedures may be an alternative for the treatment of low-flow priapism.

11.
Komplike akut kolesistiti öngörmede preoperatif nötrofil/lenfosit ve trombosit/ lenfosit oranları etkilidir
Pre-operative neutrophil/lymphocyte and platelet/lymphocyte ratios are effective in predicting complicated acute cholecystitis
Veysel Barış Turhan, Halil Fatih Gök, Abdulkadir Ünsal, Muhammet Akpınar, Gülçin Güler Şimşek, Hakan Buluş
PMID: 35485509  PMCID: PMC10443129  doi: 10.14744/tjtes.2021.49956  Sayfalar 471 - 476
AMAÇ: Akut kolesistit, bazı durumlarda acil ameliyat gerektiren ciddi bir hastalıktır. Konservatif yaklaşım ve komplikasyon riskini belirlemek için uygun hastaları belirlemede için uygun maliyetli ve güvenilir bir markera ihtiyaç vardır. Beyaz kan hücresi, C-reaktif protein gibi diğer parametrelerle birlikte sistemik inflamatuvar belirteçlerin kullanılması, uygun tedavi seçeneğine karar vermede yardımcı olabilir. Bu çalışma, komplike akut kolesistit riskini belirlemede nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve trombosit lenfosit oranının (PLO) tanısal değerini değerlendirmeyi ve intraoperatif ve patolojik bulgularla karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya akut kolesistit nedeniyle ameliyat edilen toplam 229 hasta alındı. İntraoperatif ve patolojik olarak komplike 78 olgu ve kontrol grubu 151 olgu idi. İki grup iltihap belirteçleri açısından karşılaştırıldı. Daha sonra, kolesistitin ciddiyetine ilişkin NLO ve PLO’nun optimal değeri belirlemek için ROC karakteristik eğri analizini kullanıldı. NLO ve PLO için kesme değerine göre klinik semptomlardaki farklılıklar araştırıldı.
BULGULAR: NLO ve PLO düzeyleri komplike grupta anlamlı olarak yüksek bulundu (sırasıyla, 4.18±4.53 ve 15.23±20.99, 145.34±87.58 ve 251.92±245.93, p<0.01). NLO ve PLO için en iyi kesme değeri sırasıyla 5.5 ve 146,90 idi. NLR için duyarlılık %80, özgüllük %80.1 idi. PLR için duyarlılık %66.7 ve özgüllük %66.2 olarak bulundu.
TARTIŞMA: Sistemik enflamasyon belirteçleri, komplike akut kolesistit riskini tahmin etmek için kullanılabilir. Özellikle kaynak kıtlığı olan ortamlarda cerrahi kararlar almak için kullanılabilecek ucuz araçlardır.
BACKGROUND: Acute cholecystitis is a severe disease that requires urgent operation in some cases. To select suitable patients for a conservative approach, there is a need for an affordable and reliable marker for determining complication risk. Evaluation of systemic inflammatory markers in combination with other parameters such as white blood cell and the C-reactive protein might help to decide the appropriate treatment option. This study aims to evaluate the diagnostic value of the neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) and thrombocyte-lymphocyte ratio (PLR) in determining the risk of complicated acute cholecystitis and to compare with intraoperative and pathological findings.
METHODS: A total of 229 patients operated on for acute cholecystitis were included in this study. Intraoperative and pathologically complicated acute cholecystitis in 78 cases and controls group was 151 cases. The two groups were compared in terms of inflammation markers. Then, we used the receiver operating characteristic curve analysis to determine the optimal value for NLR and PLR concerning the severity of cholecystitis. Then, the differences in clinical symptoms were investigated according to the cutoff value for NLR and PLR.
RESULTS: The NLR and PLR levels were found to be significantly higher in the complicated group (4.18±4.53 vs. 15.23±20.99, 145.34±87.58, and 251.92±245.93, respectively, p<0.01). The best cutoff value for NLR and PLR was 5.5 and 146.90, respectively. Sensitivity for NLR was 80% and specificity was 80.1%. Sensitivity for PLR was 66.7% and specificity was 66.2%.
CONCLUSION: Systemic inflammation markers can be used to predict the risk of complicated acute cholecystitis. They are inex-pensive tools that can be used to make surgical decisions, especially in resource scarce environments.

12.
Covid-19 hastalarında hayatı tehdit eden hematomlar
Life-threatening hematomas in COVID-19 patients
Ümit Alakuş, Umut Kara, Şebnem Çimen, Cantürk Taşçı, Mehmet Eryılmaz
PMID: 35485522  PMCID: PMC10443135  doi: 10.14744/tjtes.2021.92335  Sayfalar 477 - 482
AMAÇ: Covid-19 salgını bugüne kadar dünyada 1.75 milyondan fazla ölüme neden oldu. Mortalitenin önde gelen nedenleri solunum bozuklukları ve tromboembolik patolojiler olmakla birlikte, diğer nadir patolojiler de mortalite ve morbiditeyi artırabilir. Çalışmamızda Covid-19 hastalarında hayatı tehdit eden hematomları, risk faktörlerini ve yönetimini incelemeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kurumsal merkez (üçüncü düzey pandemi merkezi) veri tabanında, 11 Mart 2020 ve 17 Aralık 2020 tarihleri arasındaki 10 aylık dönemde Covid-19 nedeniyle hastaneye yatırılan hastaların verileri geriye dönük olarak tarandı. Kanama semptomları/bulguları olan hastalar tespit edildi. Gastrointestinal sistem kanaması olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hematom tespit edilen hastalar dahil edildi.
BULGULAR: Toplam 5484 hastanın 11’inde hematom vardı (%0.2). Medyan yaş 76 idi (min-maks: 56–90). Hastaların yedisi (%63.6) erkek, dördü (%36.4) kadındı. Tüm hastaların en az bir komorbiditesi vardı, tüm hastaların ciddi veya kritik Covid-19 hastalığı vardı ve tamamı tedavi dozunda düşük moleküler ağırlıklı heparin kullanıyordu. Yedi retroperitoneal hematom, iki rektus kılıf hematomu, bir meme hematomu ve bir hastada meme ve retroperitoneal hematom birlikte saptandı. Beş (%45.5) hastaya anjiyografik arteriyel embolizasyon uygulandı. Kanama komplikasyonları olan hastalarda genel mortalite oranı %54.5 (n=6) ve erkek/kadın oranı %66.7 (n=4) ve %33.3 (n=2) idi.
TARTIŞMA: Hematomlar nadir, ancak Covid-19 hastalarında mortaliteyi artıran fenomenlerdir. Yaş, erkek cinsiyet, şiddetli veya kritik düzeyde Covid-19 hastalığı, komorbiditeler, tedavi dozu düşük moleküler ağırlıklı heparin risk faktörleri olabilir. Yeni başlayan karın/sırt ağrısı ve ekimotik deri lezyonları bu hasta grubunda kanama belirtileri olabilir. Hematomun erken teşhisi ve girişimsel yöntemlerin kullanılması ile mortalite azaltılabilir.
BACKGROUND: The COVID-19 pandemic has caused over 1.75 million deaths in the world to date. Although the leading cause of mortality is respiratory disorders and thromboembolic pathologies, other rare pathologies may also increase mortality and morbidity. In our study, we aimed to examine life-threatening hematomas, risk factors, and management during COVID-19.
METHODS: Institutional center (a third level pandemic center) database was searched for patients hospitalized for COVID-19 during 10 months period between March 11, 2020, and December 17, 2020, retrospectively. Patients with bleeding symptoms/signs were de-tected. Patients with gastrointestinal system bleeding were excluded from the study. Patients with hematomas were included in the study.
RESULTS: Eleven of a total 5484 patients had hematomas (0.2%). Median age was 76 (min–max: 56–90). Seven (63.6%) patients were male and 4 (36.4%) were female. All patients had at least one comorbidities, been under treatment dose of low-molecular-weight hep-arin (LMWH) and severe or critical COVID-19 disease. Seven retroperitoneal hematomas, two rectus sheath hematomas, one breast hematoma, and in one patient both retroperitoneal and breast hematomas were diagnosed. Angiographic arterial embolization was applied to 5 (45.5%) patients. Overall mortality rate in patients with bleeding complications was 54.5% (n=6), and the male-to-female ratio was 66.7% (n=4) versus 33.3% (n=2).
CONCLUSION: Hematomas are rare, but mortality increasing phenomena in COVID-19 patients. Age, male gender, severe or critical COVID-19 disease, comorbidities, and treatment dose of LMWH may be risk factors. New onset of abdominal/back pain and ecchymotic skin lesions may be signs of bleeding in this patient group. Mortality can be reduced by early diagnosis of hematoma and interventional methods.

13.
Hipofizer apopleksi: Hipofiz adenomalarının acil ve potansiyel olarak hayatı tehdit eden komplikasyonu
Pituitary apoplexy: An emergent and potential life-threatening complication of pituitary adenomas
Abidin Murat Geyik, Mehmet Ozan Durmaz, Adem Dogan, Berna Kaya Uğur, Sırma Geyik, İbrahim Erkutlu, Soner Yasar, Alparslan Kırık, Gulsah Kose, Ali Nehir
PMID: 35485523  PMCID: PMC10443134  doi: 10.14744/tjtes.2021.93539  Sayfalar 483 - 489
AMAÇ: Hipofizer apopleksi, uygun şekilde tedavi edilmezse, hipofiz adenomalarının acil ve potansiyel olarak yaşamı tehdit eden bir komplikasyonudur. Çalışmamızın amacı, hipofiz adenomaları çalışmamızı sunmak ve bu nadir komplikasyonun klinik, radyolojik ve cerrahi özelliklerine odaklanmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 2016–2018 yılları arasında toplam 143 hipofiz adenomalı hastaya cerrahi tedavi uygulandı. Tüm hastalar endos-kopik endonazal transsfenoidal (EET) teknik ile ameliyat edildi. Hipofizer apopleksi olgularının verileri kaydedildi. Hipofizer apopleksi hastalarının rezeksiyon oranları, hormonal sonuçları ve vizüel sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Yüz kırk üç hastanın sekizinde (%5.59) hipofizer apopleksi semptomları ve radyolojik bulguları vardı. Ortalama yaş 26.75 olup dördü (%50) erkek, dördü ise kadındı. Ameliyat öncesi ortalama Knosp derecelendirme skoru 2.1 idi. Sekiz hastanın hepsine acil cerrahi girişim uygulandı ve apopleksi hastalarının %75’inde total rezeksiyon sağlandı. Hormon düzeyleri ameliyat sonrası prolaktin dışında anlamlı olarak azaldı (p<0.05). Bir hastada beyin omurilik sıvısı sızıntısı meydana geldi. Hipofizer apopleksi hastalarının hiçbirisi ölmedi.
TARTIŞMA: Hipofizer apopleksi, hipofiz adenomalarının önemli bir komplikasyonudur. Erken tanı ve cerrahi müdahale mükemmel oftalmolojik ve hormonal sonuçlar sağlar. Acil EET yaklaşım, oftalmolojik bulguları ve makroadenomları olan hastalar için çok önemlidir.
BACKGROUND: Pituitary apoplexy is an emergent and potential life-threatening complication of pituitary adenomas if not managed properly. The aim of our study is to present our series of pituitary adenomas and to focus on the clinical, radiological, and surgical characteristics of this rare complication.
METHODS: In this study, a total of 143 patients with pituitary adenoma underwent surgical treatment between 2016 and 2018. All patients were operated using endoscopic endonasal transsphenoidal (EET) technique. The data of pituitary apoplexy cases were recorded. Resection rates, hormonal results, and visual outcomes of patients with pituitary apoplexy were evaluated.
RESULTS: Of the 143 patients, 8 (5.59%) were presented with the symptoms and radiological findings of pituitary apoplexy. The mean age was 26.75 years, and 4 (50%) of them were male and 4 were female. Pre-operative mean Knosp grading score was 2.1 All of eight patients underwent emergent surgical intervention and total resection was achieved in 75% of patients with apoplexy. Hormone levels were significantly decreased after surgery (p<0.05), except prolactin (p>0.05). Cerebrospinal fluid leakage occurred in one pa-tient. None of the patient with pituitary apoplexy died in our series.
CONCLUSION: Pituitary apoplexy is an important complication of pituitary adenomas. Early diagnosis and surgical intervention provide excellent ophthalmological and hormonal outcomes. Emergent EET approach is crucial for patients with ophthalmological findings and macroadenomas.

14.
Fournier gangreni için mortalite tahmin modeli (FGMPM) ve mevcut modellerle karşılaştırması
Comparison of the newly developed Fournier’s gangrene mortality prediction model with existing models
Bülent Çomçalı, Cengiz Ceylan, Buket Altun Özdemir, İbrahim Ağaçkıran, Felat Akıncı
PMID: 35485517  PMCID: PMC10443128  doi: 10.14744/tjtes.2020.68137  Sayfalar 490 - 497
AMAÇ: Fournier gangreniyle ilişkili birçok prediktif faktör ve puanlama sistemi öne sürülmüştür. Bu sistemler, hastaların ek hastalıkları, vital bulguları, biyokimyasal ve hematolojik parametreleri ve demografik özelliklerini ele almıştır. Bu çalışma, bu faktörleri daha bütüncül bir bakış açısıyla ve daha geniş bir hasta popülasyonunda değerlendirerek oluşturulan puanlama sistemlerinin güçlü yönlerini ve eksikliklerini belirlemeyi amaçlamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Hasta popülasyonu 21’i ölen 144 hastadan oluşmaktadır. Yaş, biyokimyasal ve hematolojik parametreler, Uludağ Fournier’s Gangrene Severity Index (UFGSI), Fournier’s Gangrene Severity Index (FGSI) ve Age-Adjusted Charlson Comorbidity Index (ACCI) skorları parametrik olmayan dağılımları nedeniyle Mann-Whitney U testi ile analiz edildi. Hastaların komorbiditeleri, cinsiyet, inotrop ihtiyacı, diversiyon ostomi durumu ve UFGSI derecelendirme durumu gibi kategorik veriler ki-kare testi ile analiz edilmiş ve tek değişkenli ve çok değişkenli lojistik regresyon analizi ile anlamlı verilerden bağımsız risk faktörleri belirlenmiştir. FGSI, UFGSI ve ACCI skorlarının güçlü yönleri lojistik regresyon analizi ile belirlenerek oluşturulan model (Fournier Gangren Mortalite Tahmin Modeli: FGMPM) ile diğer skorlama sistemleri ROC analizi ile karşılaştırıldı. BULGULAR: İstatistiksel analizlerin sonuçları, albüminin (p<0.001) ve inotropik destek ihtiyacının (p<0.001) mortalite için bağımsız risk faktörleri olduğunu gösterdi. Ayrıca ROC analizi sonuçlarına göre, regresyon modeli ile oluşturulan FGMPM skorlama sistemi (AUC: 0.995), FGSI (AUC: 0.874), UFGSI (0.893) ve ACCI (0.788) skorlama sistemlerinden daha güçlü bir model olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA: Çalışma sonuçları hipoalbüminemi ve inotropik destek ihtiyacı gelişiminin mortalite için bağımsız risk faktörleri olduğunu ortaya koy-muştur. Hastalarda bu iki parametrenin belirlenmesinin, mortaliteyi UFGSI ve FGSI’de kullanılan parametrelerden daha pratik bir şekilde tahmin etmek için kullanılabileceği düşünülmektedir.
BACKGROUND: Many predictive factors and scoring systems associated with Fournier’s gangrene have been proposed, including comorbidities, vital signs, biochemical and hematological parameters, and demographic characteristics of the patient. The aim of this study was to determine the strengths of the scoring systems that have been formed by revealing these factors from a wider perspective and in a larger patient population.
METHODS: The patient population included 144 patients, 21 of whom died. Age, biochemical and hematological parameters, Uludag Fournier’s Gangrene Severity Index (UFGSI), Fournier’s Gangrene Severity Index (FGSI), and Age-Adjusted Charlson Comorbidity Index (ACCI) scores were analyzed using the Mann Whitney U-test due to their non-parametric distribution. Categorical data such as comorbidities, gender, need for positive inotropes, diversion ostomy status, and UFGSI grading status was analyzed with the Chi-square test, and independent risk factors were determined from the significant data emerging from univariate and multivariate logistic regression analysis. Their strengths were compared using the logistic regression model (Fournier’s Gangrene Mortality Prediction Model: FGMPM) created through ROC analysis of the FGSI, UFGSI, and ACCI scores.
RESULTS: The results of the statistical analyses showed that albumin (p<0.001) and need for positive inotropic support (p<0.001) were independent risk factors for mortality and ROC analysis revealed that the created FGMPM regression model (AUC: 0.995) was a stronger model than the FGSI (AUC: 0.874), UFGSI (0.893), and ACCI (0.788) scoring systems.
CONCLUSION: The results of this study revealed that albumin and the need for positive inotropic support are independent risk factors for mortality. It is thought that the determination of these two parameters can be used to predict mortality more practically than the parameters used in the UFGSI and FGSI.

15.
Trendelenburg pozisyonda yapılan laparoskopik jinekolojik cerrahi esnasında göz içi basıncı üzerine anestezik ajanların etkisi: Randomize klinik çalışma
The effect of anesthetic agents on intraocular pressure during laparoscopic gynecological surgery performed in the Trendelenburg position: A randomized clinical trial
Bedih Balkan, Furkan Tontu, Döndü Genç Moralar, Bengi Demirayak, Nalan Saygı Emir, Abdulkadir Yektaş
PMID: 35485512  PMCID: PMC10443124  doi: 10.14744/tjtes.2020.56019  Sayfalar 498 - 507
AMAÇ: Laparoskopik cerrahi sırasında pnömoperitoneum ve Trendelenburg pozisyonuna bağlı göz içi basıncı (GİB) artar. Ketamin ve süksameton-yum dışında, anestezik ajanlar genellikle GİB’yi çeşitli oranlarda azaltır. Bu çalışmada, laparoskopik jinekolojik cerrahi sırasında dört anestezik ajan kombinasyonunun GİB üzerindeki etkileri araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastalar (n=100) dört gruptan birine ayrıldı: grup 1 (n=25; pentotal indüksiyon + desfluran/remifentanil idame), grup 2 (n=25; propofol indüksiyon + sevofluran/remifentanil idame), grup 3 (n=25; propofol indüksiyonu + desfluran/remifentanil idamesi) ve grup 4 (n=25; pentotal indüksiyon + sevofluran/remifentanil idamesi). Anestezi indüksiyonu öncesi, entübasyon sonrası, karbondioksit üfleme sonrası, Trendelenburg pozisyonunda ve ekstübasyon sonrası kaydedilen GİB’ler gruplar arasında karşılaştırıldı. Hemodinamik parametreler de değerlendirildi. BULGULAR: Grup 2 ve grup 3’te indüksiyon propofol kullandı. Trendelenburg pozisyonundaki GİB ile indüksiyon öncesi GİB karşılaştırıldığında, 2. ve 3. gruplarda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Grup 1 ve 4’te indüksiyon için pentotal kullanıldı. Grup 1 ve 4’teki GİB, Trende-lenburg pozisyonunda indüksiyon öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti (0.027–0.001).
TARTIŞMA: Laparoskopik jinekolojik ameliyatlar sırasında Trendelenburg pozisyonundaki GİB’deki varyasyonu en aza indirmek için, desfluran veya sevofluran kullanımından bağımsız olarak indüksiyon için propofol kullanılmasını öneriyoruz.
BACKGROUND: Intraocular pressure (IOP) increases due to pneumoperitoneum and the Trendelenburg position during laparo-scopic surgery. Apart from ketamine and suxamethonium, anesthetic agents generally reduce IOP by various extents. The present study investigated the effects of combinations of four anesthetic agents on IOP during laparoscopic gynecological surgery.
METHODS: Patients (n=100) were assigned to one of the four groups: Group 1 (n=25; pentothal induction + desflurane/remifen-tanil maintenance), Group 2 (n=25; propofol induction + sevoflurane/remifentanil maintenance), Group 3 (n=25; propofol induction + desflurane/remifentanil maintenance), and Group 4 (n=25; pentothal induction + sevoflurane/remifentanil maintenance). The IOPs recorded before anesthesia induction, after intubation, after carbon dioxide insufflation, in the Trendelenburg position, and after ex-tubation were compared among the groups. Hemodynamic parameters were also evaluated.
RESULTS: Induction in Group 2 and Group 3 used propofol. When the IOP in the Trendelenburg position was compared with the IOP before induction, there was no statistically significant difference in Groups 2 and 3 (p>0.05). In Groups 1 and 4, pentothal was used for induction. The IOP in Groups 1 and 4 was statistically significantly higher in the Trendelenburg position than it was before induction (0.027–0.001).
CONCLUSION: To minimize the variation in IOP in the Trendelenburg position during laparoscopic gynecological surgeries, we recommend the use of propofol for induction, independent of desflurane or sevoflurane use.

16.
Tekrarlayan akut kolesistit ataklarında kolesistektomi zamanlaması
Timing of cholecystectomy in recurrent attacks of acute cholecystitis
Ecem Memişoğlu, Ramazan Sarı
PMID: 35485525  PMCID: PMC10521003  doi: 10.14744/tjtes.2022.81908  Sayfalar 508 - 512
AMAÇ: Laparoskopik kolesistektomi akut kolesistit tedavisinde standart tedavi olmasına rağmen optimal zamanı hala tartışmalıdır. Bu çalışmadaki amacımız, tekrarlayan akut kolesistit tablosuyla başvuran hastalarda acil ve elektif kolesistektominin sonuçlarını karşılaştırarak uygun kolesistektomi zamanını belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2019 ile Ocak 2022 tarihleri arasında geç kolesistektomi planlanan ve bekleme sürecinde tekrarlayan kolesistit atakları ile hastanemize başvuran 434 hastanın verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, Tokyo Guidelines 2018’e göre evresi, ameliyat öncesi ve sonrası hastanede kalış süresi, ameliyat süresi, açığa geçiş oranı, dren kullanımı, içi boş organ yaralanması, safra yolu yaralanması, kanama, yara yeri enfeksiyonu, ameliyat sonrası koleksiyon ve mortalite oranları değerlendirildi.
BULGULAR: Tekrarlayan kolesistit atağı ile başvuran toplam 434 hastanın 176’sına (%40.5) acil laparoskopik kolesistektomi (grup 1), 258’ine (%59.5) elektif laparoskopik kolesistektomi (grup 2) uygulandı. Ameliyat öncesi hastanede yatış süresi grup 2’de, ortalama ameliyat süresi grup 1’de anlamlı olarak daha uzun idi (sırasıyla, p=0.001 ve p=0.035). Her iki grupta mide veya bağırsak yaralanması, safra yolu yaralanması, yara yeri enfeksiyonu ve mortalite saptanmadı. Gruplar arasında açığa geçiş ve ameliyat sonrası koleksiyon oranlarında anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). TARTIŞMA: Hepatobiliyer cerrahide deneyimli merkezlerde, tekrarlayan akut kolesistit ataklarında semptom süresi ve atak sayısından bağımsız olarak laparoskopik kolesistektomi güvenle yapılabilir.
BACKGROUND: Although laparoscopic cholecystectomy (LC) is the standard treatment for acute cholecystitis, its optimal timing is still controversial. In this study, our aim is to determine the appropriate cholecystectomy time by comparing the results of emergency and elective cholecystectomy in patients presenting with recurrent acute cholecystitis.
METHODS: Between January 2019 and January 2022, the data of 434 patients who were scheduled for late cholecystectomy and were admitted to our hospital with recurrent cholecystitis attacks during the waiting period were retrospectively evaluated. Demo-graphic data of patients, stage according to Tokyo Guidelines 2018, duration of hospital stay before and after surgery, surgery dura-tion, open surgery rate, drain use, hollow organ injury, biliary tract injury, bleeding, wound infection, post-operative collection, and mortality rates were analyzed.
RESULTS: Emergency LC (group 1) was performed in 176 (40.5%) of 434 patients presenting with recurrent cholecystitis, and elec-tive LC (group 2) was performed in 258 (59.5%) patients. Pre-operative hospital stay was significantly longer in group 2, and mean surgery duration was significantly longer in group 1 (p=0.001 and p=0.035, respectively). Gastric or intestinal injury, biliary tract injury, wound infection, and mortality were not detected in either group. There was no significant difference between the groups in the rate of open surgery and postoperative collection rates (p>0.05).
CONCLUSION: In centers experienced in hepatobiliary surgery, LC can be safely performed in recurrent acute cholecystitis attacks, regardless of symptom duration and the number of attacks.

17.
Femur Şaft Kırıklarının İntramedüller Çivilenmesinde, Talon Fiksasyonu Zahmetli Distal Kilitlemeyle Başa Çıkmada Yararlıdır, Ancak Vidalarla Konvansiyonel Distal Kilitleme Daha Stabil Bir Yapı Sunar. Talon Femoral Çiviye Karşı Konvansiyonel Femoral Çivi
For Intramedullary Nailing of Femoral Shaft Fractures, Talon Fixation is Helpful to Cope With the Troublesome Distal Locking, But Conventional Distal Locking With Screws Offers a More Stable Construct. Talon Femoral Nail Versus Conventional Femoral Nail
Furkan Yapıcı, Volkan Gür, Osman Onaç, Yakup Alpay, Ismail Tardus, Hanifi Üçpunar, Yalkın Çamurcu
PMID: 35485511  PMCID: PMC10521001  doi: 10.14744/tjtes.2021.55867  Sayfalar 513 - 522
AMAÇ: Distal kilitlemenin zorluğuyla başa çıkmak için distal talon açılımına sahip yeni tasarımlı bir femoral çivi (Talon-FÇ) piyasaya çıkmıştır. Bu çalışmada, femoral şaft kırıklarının (FŞK) tedavisinde Talon-FÇ’nin radyolojik ve fonksiyonel sonuçlarının konvansiyonel bir femoral çivi (Kon-FÇ) ile karşılaştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük çalışmaya, Ekim 2014–2018 arası, FŞK (AO tip 32-A ve B) nedeniyle ameliyat edilen 85 hasta (57 erkek, 28 kadın; ortalama yaş: 46.8±23.9 yıl, Talon-FÇ: 41 hasta, Kon-FÇ: 44 hasta) alındı. Fonksiyonel değerlendirme için, Diz Yaralanması ve Osteoartrit Sonuç Skoru Fiziksel Fonksiyon Kısa Formu, Kalça Yaralanması ve Osteoartrit Sonuç Skoru Fiziksel Fonksiyon Kısa Formu, Kısa Kas-İskelet Fonksiyon Değerlendirmesi Rahatsızlık ve Disfonksiyon İndeksleri kullanıldı.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 25.8±6.7 aydı. Talon-FÇ ve Kon-FÇ için komplikasyon oranları sırasıyla %19.6 ve %20.5 idi (p=0.92). Malunion, iki çivi tipi için de en yaygın komplikasyondu (Talon-FÇ: %9.8, Kon-FÇ: %9.1). Talon-FÇ grubunun tüm malunionları aksiyeldi (kısalık ve malrotasyon) ve zaman içinde kademeli olarak gerçekleşti. Buna karşılık, Kon-FÇ grubunun tüm malunionları angülerdi (varus ve valgus) ve malredüksiyon kaynaklı idi. Talon-FÇ grubunun kısalığı olan iki hastasında (%4.9) AO 32-B tipi kırık, malrotasyonu olan diğer ikisinde (%4.9) AO 32-A3 tipi kırık vardı ve bu dört kırığın tamamı da femoral istmusun distalinde lokalize idi. Ameliyat sonrası fonksiyonel sonuçlar gruplar arasında benzerdi (tümü p>0.05). Ortalama operasyon/floroskopi süresi ve ortalama kan kaybı Talon-FÇ grubunda daha düşükken, ortalama kaynama süresi Con-FN grubunda daha kısaydı (tümü p<0.01). Her iki grupta da nonunion görülmedi. Reoperasyon oranları iki grupta da yaklaşık %5 olmak üzere benzerdi (p=0.95). TARTIŞMA: Çalışma sonuçlarımız, Kon-FÇ ile benzer fonksiyonel sonuçlara sahip olan Talon-FÇ’nin ameliyat/floroskopi süresini kısalttığını ve intra-operatif kan kaybını azalttığını ortaya koymuştur. Bununla birlikte, Kon-FÇ, daha kısa bir kemik kaynama süresi ile aksiyel maluniona karşı daha stabil bir yapı sunmaktadır. Talon-FÇ, femoral istmusun distalindeki kısalık ve malrotasyona açık bazı FŞK tiplerinde kullanılmamalıdır.
BACKGROUND: A novel-design femoral nail (FN) with distal talon deployment (Talon-FN) has emerged in the market to cope with problematic distal locking. We aimed to compare the radiological and functional outcomes of the Talon-FN with a conventional FN (Con-FN) for the treatment of femoral shaft fracture (FSFs).
METHODS: This retrospective study included 85 patients (57 men, 28 women; mean age: 46.8±23.9 years) with FSFs (AO types 32-A and B) who were treated with FNs (Talon-FN: 41, Con-FN: 44) during October 2014–2018. Knee injury and Osteoarthritis Outcome Score Physical Function Shortform, Hip injury and Osteoarthritis Outcome Score Physical Function Shortform, Short musculoskeletal function assessment bother and dysfunction indexes were used for functional assessment.
RESULTS: The mean follow-up time was 25.8±6.7 months. The complication rates were 19.6% and 20.5% for Talon-FN and Con-FN, respectively (p=0.92). Malunion was the most common complication for each FN type (Talon-FN: 9.8%, Con-FN: 9.1%). All of the Talon-FN group’s malunions were axial (shortening and malrotation) and happened gradually. In contrast, the Con-FN group’s malu-nions were angular (varus and valgus) and caused by initial malreduction. The Talon-FN group’s two patients with shortening (4.9%) had AO 32-B type fractures, and the other two with malrotation (4.9%) had AO 32-A3 type fractures, all of four fractures were localized distal to the femoral isthmus. The post-operative functional outcomes were similar between the groups (all p>0.05). The mean op-eration/fluoroscopy time and the mean blood loss were lower in the Talon-FN group, while the mean union time was shorter in the Con-FN group (all p<0.01). No nonunion was noted in either group. The reoperation rates were similar at approximately 5% (p=0.95).
CONCLUSION: Our study results revealed that the Talon-FN shortens the operation/fluoroscopy time and decreases the intra-operative blood loss with similar functional outcomes. However, the Con-FN seems to offer a more stable construct against axial malunion with a shorter bone union time. The Talon-FN should not be used in FSFs distal to the femoral isthmus with certain types of fractures prone to shortening and malrotation.

18.
Akut apandisit tanısında iskemi modifiye albüminin prediktif değeri: İleriye yönelik olgu kontrol çalışması
The predictive value of ischemia-modified albumin in the diagnosis of acute appendicitis: A prospective case–control study
Abdulkadir Ünsal, Veysel Barış Turhan, Doğan Öztürk, Hakan Buluş, Gülsüm Feyza Türkeş, Özcan Erel
PMID: 35485513  PMCID: PMC10521000  doi: 10.14744/tjtes.2020.58675  Sayfalar 523 - 528
AMAÇ: Cerrahi planlama, apandisit tanısından sonra devam eden tedavi ve hastalığın seyrinin prognozu için kritik öneme sahiptir. İskemi ile modifiye edilmiş albümin (IMA), geçmişte çeşitli iskemi ile ilişkili bozukluklar için bir biyobelirteç olarak kullanılmıştır. Bu çalışmanın amacı, AA’lı hastalarda iskemi modifiye albümin düzeyini belirlemek ve prediktif önemini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırmaya toplam 139 katılımcı alındı. Tanıdan sonra ve ameliyattan önce plazma IMA miktarı test edildi. Grup 1’de (n=97) apandisit tanısı alan hastalar ile grup 2’de (n=42) apandisit tanısı almayan gönüllü cerrahi hastalar son tanı kriteri olarak karşılaştırıldı. BULGULAR: Yaş ortalaması 36.15 olan 139 hastanın verileri istatistiksel olarak değerlendirildi. IMA değerleri her iki grupta da analiz edildi. Tüm hastaların ortalama IMA’sı 0.74±0.16 AbsU idi. İki grup karşılaştırıldığında, grup 1’de IMA’nın kontrol grubuna göre istatistiksel olarak daha yüksek olduğu görüldü. IMA için eğrinin altında kalan alan 0.670 iken, 0.715 cut-off değeri için duyarlılık %68, özgüllük %62 idi.
TARTIŞMA: Çalışmamız İMA değerlerinin akut apandisit öngörmede anlamlı sonuçlar sağladığını göstermektedir.
BACKGROUND: Surgical planning is critical for ongoing treatment and prognosis of the disease’s course after an appendicitis diag-nosis. Ischemia-modified albumin (IMA) has been used as a biomarker for a variety of ischemia-related disorders in the past. The aim of this study is to determine the IMA level in patients with AA and to evaluate its predictive significance.
METHODS: A total of 139 participants were enrolled in the trial. After diagnosis and before surgery, the amount of plasma IMA was tested. Patients diagnosed with appendicitis in Group 1 (n=97) and volunteer surgical patients not diagnosed with appendicitis in Group 2 (n=42) were compared as the final diagnostic criterion.
RESULTS: The data of 139 patients with a mean age of 36.15 were evaluated statistically. IMA values were analyzed in both groups. The mean IMA of all patients was 0.74±0.16 AbsU. When the two groups were compared, it was seen that IMA was statistically higher in Group 1 than in the control group. While the area under the curve for IMA was 0.670, the sensitivity for the cutoff value of 0.715 was 68%, the specificity was 62%.
CONCLUSION: Our study shows that IMA values provide significant results in predicting acute appendicitis.

19.
Acil serviste künt gövde travmalı çocuklardaki intraabdominal yaralanmayı öngörmede PECARN klinik karar kuralı ile klinisyen şüphesinin karşılaştırılması
Comparison of PECARN clinical decision rule and clinician suspicion in predicting intra-abdominal injury in children with blunt torso trauma in the emergency department
Sevinç Taş Çaylak, Elif Yaka, Serkan Yilmaz, Nurettin Özgür Doğan, Ibrahim Ulaş Özturan, Murat Pekdemir
PMID: 35485505  PMCID: PMC10521006  doi: 10.14744/tjtes.2020.40156  Sayfalar 529 - 536
AMAÇ: Çocuklarda künt travma sonrası yaralanmaları tanımada kullanılan abdominal bilgisayarlı tomografiye (BT) bağlı gereksiz radyasyon ma-ruziyetini azaltmak için The Pediatric Emergency Care Applied Research Network (PECARN) grubu karıniçi yaralanma için düşük riskli çocukları tanımlamak amacıyla bir klinik karar kuralı tanımladı. Bu çalışmanın amacı; künt gövde travması sonrası karıniçi yaralanma riski düşük olan, bilgisayarlı tomografiden güvenle kaçınılabilecek çocukları tanımlamada PECARN klinik karar kuralı ile klinisyen şüphesinin performanslarını karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada akademik bir acil servise 2011–2019 yılları arasında künt gövde travması ile başvuran çocuklar geriye dönük olarak gözden geçirildi. PECARN değişkenlerinden herhangi birinin varlığı pozitif olarak kabul edildi. Klinisyen şüphesi de doktorun abdominal BT istemesi olarak tanımlandı. Çalışmanın birincil sonlanım ölçütü girişim gerektiren intraabdominal yaralanma, sekonder sonlanım ölçütü de herhangi bir karıniçi yaralanma varlığı idi.
BULGULAR: Analiz edilen 768 çocuğun 21’inin (%2.73) akut girişim gerektirdiği 48’inde (%6.25) karıniçi yaralanma mevcuttu. Çocukların 453’üne (%59) abdominal BT çekildi. PECARN klinik karar kuralı uygulansaydı 232 çocuğa BT çekilecekti. PECARN kuralı girişim gerektiren karıniçi yaralan-ma için %90.48 (%95 GA = %68.17–%98.33) ve herhangi bir yaralanma varlığı için %81.25 (%95 GA = %66.9–%90.56) duyarlılık gösterdi. Klinisyen şüphesi ise sırasıyla girişim gerektiren yaralanmayı ve herhangi bir yaralanma varlığını öngörme için %100 (%95 GA = %80.76–%100) ve %93.75 (%95 GA = %81.79–%98.37) duyarlılıkta idi. Karar kuralı ve klinisyen şüphesinin karıniçi yaralanma için düşük riskli çocukları öngörme performansları girişim gerektiren yaralanmalarda (p=0.5) ve yaralanma varlığında (p=0.146) istatistiksel olarak benzerdi.
TARTIŞMA: Bu çalışmada PECARN karın kuralı ve klinisyen şüphesi, acil servisteki künt gövde travmalı çocuklardaki karıniçi yaralanmaları öngör-mede benzer performans gösterdiler. Bununla birlikte, çalışmamız bu çocuklarda gereksiz abdominal BT çekilmesini sınırlandırmak için klinik yargıya ek olarak PECARN klinik karar kuralının kullanımını desteklemektedir.
BACKGROUND: The Pediatric Emergency Care Applied Research Network (PECARN) developed a clinical decision rule to identify children at low risk for intra-abdominal injury requiring acute intervention (IAI-I) for reducing unnecessary radiation exposure of ab-dominal computed tomography (CT) after blunt torso trauma. This study aimed to compare the PECARN decision rule with clinician suspicion in identifying children at low risk of intra-abdominal injuries that an abdominal CT scan can be safely avoided.
METHODS: This study is a retrospective review of children with blunt torso trauma in an academic emergency department (ED) between 2011 and 2019. Patients were considered positive for the PECARN rule if they exhibited any of the variables. Clinician suspi-cion was defined as actual CT ordering of the treating physician. The primary outcome was IAI-I detected by imaging or surgery within 1 month after the trauma, and the secondary outcome was any intra-abdominal injury (IAI) presence.
RESULTS: Among the 768 children included, 48 (6.25%) had intra-abdominal injuries and 21 (2.73%) of whom underwent acute in-tervention. Four hundred and fifty-three (59%) children underwent abdominal CT scanning. If the PECARN rule had been applied, 232 patients would have undergone abdominal CT. The rule revealed 90.48% (95% CI=68.17–98.33%) sensitivity for IAI-I and 81.25% (95% CI=66.9–90.56%) for IAI. Clinician suspicion revealed sensitivities of 100% (95% CI=80.76–00%) and 93.75% (95% CI=81.79–98.37%) for IAI-I and IAI, respectively. Sensitivities of the rule and clinician suspicion were statistically similar for both IAI-I (p=0.5) and IAI (p=0.146).
CONCLUSION: In this study, the PECARN abdominal rule and clinician suspicion performed similarly in identifying intra-abdominal injuries in children with blunt torso trauma. However, our study supports the use of PECARN abdominal rule in addition to clinical judgment to limit unnecessary abdominal CT use in pediatric patients with blunt torso trauma in the ED.

OLGU SUNUMU
20.
Akut karın ağrısının nadir görülen bir nedeni: Rahim içi araç kullanımına bağlı malign tümörü taklit eden kolonun aktinomiçes enfeksiyonu
A rare cause of acute abdominal pain: Actinomyces infection of colon mimicking a malignant neoplasm due to intrauterine device
Bahar Canbay Torun, Ali Fuat Kaan Gök, Mehmet İlhan, Gulçin Yeğen, Seniha Başaran, Cemalettin Ertekin, Mustafa Kayıhan Güney, Hakan Yanar
PMID: 35485507  PMCID: PMC10520999  doi: 10.14744/tjtes.2020.45672  Sayfalar 537 - 540
Aktinomikoz nadir görülen, zor tanı konulan, semptomları ve bulguları spesifik olmayan kronik granülomatöz bir hastalıktır. Rahim içi araç ve im-münsupresif ilaç kullanımı kolaylaştırıcı etmenler arasında yer alır. Klinik ve radyolojik bulguları; tümör, enflamatuvar bağırsak hastalıkları veya akut divertikülit ile karışabilmektedir. Bu yazıda nadir bir akut karın nedeni olan ve kolon tümörünü taklit eden rahim içi araç kullanımına sekonder gelişen kolonik aktinomiçes enfeksiyonu olgusunu ve literatür derlemesini sunmayı amaçladık. Antibiyotik ile tedavi edilebilecek granülomatöz enfeksiyöz hastalıklara doğru tanı konulması ile gereksiz cerrahiden kaçınılabilir.
Actinomycosis is a rare, chronic granulomatous disease that is challenging to diagnose because the clinical symptoms and signs are nonspecific. Usage of intrauterine device (IUD) or being immunocompromised is facilitating factors. Clinical and radiological findings can mimic malignant neoplasm, inflammatory bowel disorder, or acute diverticulitis. We report a case of actinomyces infection of the colon secondary to IUD, which is a rare cause of acute abdominal pain and can mimic a malignant neoplasm. We also provide a review of the literature. Unnecessary surgery can be avoided with the correct diagnosis of granulomatous infectious diseases that can be treated with antibiotics.

21.
Kumadin kullanımına sekonder gelişen subürotelyal kanama ve intestinal mural hemoraji
Suburothelial hemorrhage and intestinal mural hemorrhage secondary to Coumadin use
Şükrü Şahin, Mehmet Ali Gedik
PMID: 35485515  PMCID: PMC10521005  doi: 10.14744/tjtes.2020.65189  Sayfalar 541 - 544
Hem subürotelyal kanama hemde intestinal mural hemoraji oldukça nadir karşılaşılan karın ağrısı ve gros hematüri nedenleridir. Her iki tanıda da bilgisayarlı tomografi (BT) oldukça değerlidir. Biz mitral kapak replasmanı nedeniyle kumadin kullanan olguda sol subürotelyal kanama ve intestinal mural hemoraji olgusunu BT görüntüleri eşliğinde sunuyoruz.
Both suburothelial hemorrhage and intestinal mural hemorrhage are very rare causes of abdominal pain and gross hematuria. Com-puted tomography (CT) is very valuable in both diagnoses. We present left suburothelial hemorrhage and intestinal mural hemorrhage with CT findings, in a case of Coumadin use for mitral valve replacement.

22.
Altta yatan hiperlaksite varlığında çocuk güreşçide izole dirsek çıkığı: Müsabakalara dönüş için ideal süre nedir?
Pure elbow dislocation in a child wrestler with underlying hyperlaxity: What is the optimal time to return to competition?
Gökhan Karademir, Ata Can Atalar
PMID: 35485524  PMCID: PMC10521007  doi: 10.14744/tjtes.2020.95623  Sayfalar 545 - 548
Dirsek çıkığı yaralanmaları güreş sporunda çocuk sporcunun genellikle tüm sezonu kaçırmasına neden olabilecek düzeyde ciddi yaralanmalar olarak kabul edilir. Çocuk güreşçilerde dirsek çıkığı sonrası spora dönüşün 6–12 ay arasında olduğu bildirilmiştir. Bazı durumlarda, altta yatan hiperlaksitenin, herhangi bir ligament hasarı olmadan izole dirsek çıkığı oluşumunda önemli bir rolü olabilir. Bu yazıda, güreş müsabakası sırasında uzanmış elinin üzerine düştükten sonra izole dirsek çıkığı gelişen 10 yaşında erkek hasta sunuldu. Hastanın fizik muayene bulguları hiperlaksitenin varlığını gösterdiğinden hasta kapalı redüksiyon, kısa süreli immobilizasyon ve dinamik stabilizatörlerin erken güçlendirilmesi ile tedavi edildi. Bu olgu sunumunun bulguları, bu spesifik hasta grubunda hiperlaksite varlığının saptanmasının çok önemli olduğunu, çünkü bu hasta grubunun hiperlaksitesi olmayan hastaların aksine yaralanmadan altı hafta sonra müsabakalara dönme potansiyeline sahip olduklarını göstermektedir.
Elbow dislocations are often considered serious injuries that can cause a child athlete to miss the entire season in wrestling. It was reported that the return to sports after the elbow dislocation was between 6 and 12 months in child wrestlers. In some cases, underlying hyperlaxity may have an essential role in the occurrence of pure elbow dislocation without any ligament injury. We report the case of a 10-year-old boy patient who had pure elbow dislocation following falling onto an outstretched hand in a wrestling match. Because the physical examination findings of the patient indicated the presence of hyperlaxity, the patient was treated by closed reduction, short-term immobilization, and early strengthening of the dynamic stabilizers. This case report’s findings suggest that detecting the presence of hyperlaxity in this specific patient group is crucial since this patient group has the potential to return to competitions 6 weeks after injury, unlike patients without hyperlaxity.

23.
Nadir gözlenen bir skrotal köpek ısırığı hasarı olgusu ve literatür taraması
An unusual etiology of a scrotal dog bite injury and review of the literature
Burak Karataş, Emin Kapı
PMID: 35485516  PMCID: PMC10521008  doi: 10.14744/tjtes.2020.66642  Sayfalar 549 - 553
Genellikle kırsal bölgelerde hayvan ısırıklarına bağlı yumuşak doku yaralanmalarına zaman zaman rastlanmaktadır. Özellikle köpek, kurt, at, eşek, kedi gibi hayvanların herhangi bir nedenle saldırması sonucunda bu yaralanmalar karşımıza çıkabilmektedir. Sıklıkla yüz, baş-boyun, burun, kulak, el, bacak gibi vücut bölgeleri, etkilenen alanlar arasındadır. Eksternal genital organların hayvan ısırığı sonrası travmaya maruz kalması, oldukça nadir gözlenen bir durumdur. Bu bölgedeki köpek ısırığı yaralanmaları, hem köpeğin ağız florasındaki bakteri yoğunluğu, hem de genital bölgedeki bakteriyel floranın enfeksiyona zemin hazırlama potansiyeli nedeniyle, iyi yönetilmesi gereken klinik durumlardan biridir. Genital bölgede oluşan köpek ısırıklarına bağlı doku defektleri, majör enfeksiyon oluşması halinde yüksek morbidite riski taşır, hatta hayatı tehdit edebilen problemlere yol açabilir. Hayvan ısırığı nedeniyle oluşan yumuşak doku defektlerinin tedavisinde klasik tedavi prensipleri; yaranın irrigasyonu, debridman, tetanoz ile kuduz immünoprofilaksisi, antibiyotik tedavisi ve enfeksiyon elimine edildikten sonra rekonstrüksiyonu içermektedir. Ancak günümüzde erken akut yaklaşım, geleneksel geç dönem tedavinin yerini almış gibi görünmektedir. Son çalışmalarda cerrahi onarımın mümkün ise erken dönemde yapılması önerilmektedir. Bu çalışmada, nadir görülen bir skrotal defekt etiyolojisi, ayrıntılı literatür verileri ışığında değerlendirilmeye alınmıştır. Çalışmamızda, olgunun hastaneye başvurmasından kısa bir süre sonra yara temizliği ve bakımı, debridman ve profilaktik antibiyotik kullanımı ile erken dönemde onarım uygulanmıştır. Takip döneminde lokal ya da sistemik herhangi bir enfeksiyon bulgusu saptanmamıştır. Ameliyat sonrası dönemde herhangi bir problem gözlenmemiş ve tatmin edici sonuçlar elde edilmiştir. Klinik tecrübemize dayanarak, hayvan ısırığı sonrasında oluşan genital defektlerde erken dönemde profilaktik antibiyoterapi eşliğinde uygulanacak rekonstrüksiyonun tatmin edici sonuçlar sağlayacağı kanaatindeyiz.
Soft tissue injuries from animal bites are encountered occasionally in rural areas, resulting from attacks by, for example, dogs, wolves, horses, donkeys, and cats. The commonly affected body parts include the face, head and neck, nose, ears, hands, arms, and legs. The traumatic exposure of the external genital organs following an animal bite is a highly rare condition. Dog bite injuries in this area are a clinical condition that requires careful management due to the bacterial density of the oral flora of dogs, and also the potential bac-terial flora in the genital area, resulting in a high risk of infection. Tissue defects following dog bites to the genital area are at high risk of morbidity, and may even result in life-threatening conditions in the event of a major infection. The classical treatment approaches to soft tissue defects resulting from animal bites include wound irrigation, debridement, rabies and tetanus immunoprophylaxis, antibiotic therapy, and reconstruction after the elimination of the infection. Recently, however, the early acute approach seems to have replaced the conventional late period treatment, with studies recommending surgical repair in the early stage where possible. In this article, an unusual etiology of scrotal defect was determined under the light of detailed literature data. The present study reports on a case in which an early repair was made after wound cleaning and care, debridement, and then prophylactic antibiotic therapy, soon after the referring of the case to the hospital. No signs of local or systemic infection were noticed at the wound site during follow-up. Post-op-erative recovery was uneventful and the repair performed on the case had a satisfactory outcome. Based on our clinical experience, we believe that reconstruction accompanied by an early prophylactic antibiotherapy can produce satisfactory outcomes in genital defects caused by animal bites.

24.
Bipolar bozukluğu olan bir hastada trikofajiye bağlı gelişen akut apandisit
Trichophagia as a cause of acute appendicitis in a patient with bipolar disorder
Halit Eren Taşkın, Ergin Erginöz, Gökçe Hande Çavuş
PMID: 35485504  PMCID: PMC10521004  doi: 10.14744/tjtes.2022.34808  Sayfalar 554 - 556
Akut apandisit, dünya çapında en sık görülen acil abdominal cerrahi işlemlerindendir. Çoğu zaman öykü ve klinik muayene tanıya büyük ölçüde katkı sağlamaktadır, ancak tanı belirsizse görüntüleme yöntemleri gerekli olabilir. Akut apandisit için apendektomi, çoğunlukla laparoskopik yaklaşım, bugüne kadar halen altın standart tedavi olmaya devam etmektedir. Patofizyolojisinde genellikle apendikolit veya lenfoid hiperplazi ile lümen obs-trüksiyonu ve nadiren paraziter enfeksiyonları içerir. Bu olgu sunumunda, bipolar bozukluk tanılı trikofaji öyküsü olan ve akut apandisite apendiks lümeninde trikobezoar oluşumu ile yol açan çok nadir bir olguyu sunmaktayız.
Acute appendicitis is one of the most common abdominal surgical emergencies worldwide. Clinical diagnosis is possible in most of the cases although imaging modalities may become necessary if the diagnosis is uncertain. Appendectomy, preferably the laparoscopic ap-proach, still remains the gold standard treatment to date. The pathophysiology usually includes luminal obstruction by an appendicolith or lymphoid hyperplasia and rarely parasitic infections. In this report, we present an extremely rare case of a patient with diagnosis of bipolar disorder and a history of trichophagia resulting in trichobezoar formation within the appendiceal lümen leading to acute appendicitis.

25.
Komple mezokolon içine gömülü safra kesesi yerleşim yeri anomalisi: Nadir bir olgu sunumu ve literatürün gözden geçirilmesi
Complete mesocolic malposition of the gallbladder: An unusual case report with literature’s review
Zafer Teke, Atilgan Tolga Akcam
PMID: 35485503  PMCID: PMC10521002  doi: 10.14744/tjtes.2020.09274  Sayfalar 557 - 561
Safra kesesinin yerleşim yeri, şekil ve sayısına dair anatomik varyasyonlarına ve doğumsal anomalilerine rutin görüntüleme yöntemleri ve cerrahi sırasında sıklıkla rastlanmaktadır. Pek çoğunun klinik bir önemi bulunmamasına karşın bilinmeleri önem taşımaktadır. Çünkü bunlar safra kesesi hastalıklarına yatkınlık oluşturabilirler, radyologlar ve cerrahlar için kafa karışıklığı ve tanısal hatalar için muhtemel bir zemin yaratabilirler ve safra yolları cerrahisi veya girişimleri sırasında istenmeyen yaralanma riskini artırabilirler. Biz 65 yaşında erkek bir hastada akut taşlı kolesistit tanısıyla ko-lesistektomi yapıldığı sırada beklenmedik bir biçimde mezokolon içine gömülü bir safra kesesiyle karşılaştık. Ameliyat öncesi dönemde çekilen karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografide safra kesesi yerleşim yeri anomalisi rapor edilmemişti. Hastanın daha önceden başka hastanede geçirdiği ameliyatta, safra kesesinin yeri tam olarak belirlenemediği için biz de eksploratif laparatomi yapmaya karar verdik. Operasyonda safra kesesinin nor-mal yerinde olmadığı görüldü. Safra kesesinin transvers mezokolonun proksimal bölümü içinde derinde gömülü olduğu tespit edildi ve safra kesesi başarılı bir şekilde eksize edildi. Biz de böylelikle mezokolik pozisyonda ektopik safra kesesi tanısını koymuş olduk.
Anatomic variations and congenital anomalies involving the gallbladder position, shape, and number are frequently encountered on routine abdominal imagings and at surgery. However, most have no clinical significance, but their recognition is important because they may predispose to gallbladder diseases, serve as a potential source of confusion and diagnostic pitfalls for radiologists and surgeons, and increase the risk of inadvertent injury during biliary tract surgery or intervention. We observed an intra-mesocolic gallbladder found unexpectedly during the cholecystectomy in a 65-year-old male patient who was being operated on for acute calculous cholecystitis. An abdominal ultrasonography and computed tomography scan reported no anomalous or malpositioned gallbladder pre-operatively. As the location of this organ could not be definitely clarified in his previous operation elsewhere, we performed an explorative lapa-rotomy. There was no gallbladder at the normal position. The organ was found embedded deeply within the proximal portion of the transverse mesocolon, and then it was successfully excised. We established the diagnosis of an ectopic gallbladder in mesocolic position.