NONE | |
1. | Front Matters Pages I - IX |
EXPERIMENTAL STUDY | |
2. | Does dexamethasone therapy affect intimal hyperplasia after injury in rat abdominal aorta models? Çağla Canbay Sarılar, Omer Ali Sayın, Mert Sarılar, Nilgun Bozbuga, İbrahim Demir, Vakur Olgac, İbrahim Ufuk Alpagut PMID: 39092970 PMCID: PMC11372495 doi: 10.14744/tjtes.2024.74411 Pages 525 - 530 AMAÇ: İntimal hiperplazi arterlerin hemodinamik strese karşı normal adaptif bir özelliği olduğu kadar arteriyel injurilerin iyileşmesinin karakteristik bir özelliğidir.İntimal hiperplazi,invaziv vasküler girişimler için önemli bir klinik problemdir ve bypass greftlerinin uzun dönem sonuçlarını etkiler. İntimal hiperplaziyi azaltmak çeşitli farmakolojik ajanlar deneysel çalışmalarda başarıyla kullanılmaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda parsiyel transekte edilip primer onarılan sıçan abdominal aortlarında deksametazonun intimal hiperplaziye etkisini araştırdık. Çalışmamızda 20 adet Wistar Albino cinsi rat rastgele 4 gruba ayrıldı. Grup A (Kontrol grubu) (n=5) ratlara laparotomi yapıldı ve abdominal aorta bulundu, dönüldü. Gru Sonuç olarak yüksek doz deksametazonun sıçan abdominal aortlarında intimal hiperplaziyi inhibe edebileceğini söyleyebiliriz. p B’deki ratlara (n=5) laparotomi yapıldı, Abdominal aorta bulundu, dönüldü. Abdominal aorta parsiyel transekte edilip 8.0 prolen ile dikilmiştir. Grup C deki ratlara (n=5) 0.1 mg/kg deksametazon intraperitoneal uygulandı. Laparotomi yapıldı. Abdominal aorta bulundu, dönüldü. Abdominal aorta parsiyel transekte edilip 8.0 prolen dikiş ile dikildi. İşlemden sonra 2 hafta deksametazon tedavisine devam edildi. Grup D’deki ratlara işlem öncesi 0.2 mg/kg deksametazon intraperitoneal uygulandı. Abdominal aorta bulundu, dönüldü. Abdominal aorta parsiyel transekte edilip 8.0 prolen dikiş ile dikildi. İşlemden sonra 2 hafta deksametazon tedavisine devam edildi. Tüm sıçanlar 2 hafta sonra sakrifiye edildikten sonra primer onarılan abdominal aortlar eksize edildi ve histopatolojik olarak incelendi. BULGULAR: İncelemeler sırasında çekilen dijital fotoğraflar üzerinden “Olympus analySİS 5” görüntü analiz programı ile intima ve media kalınlıkları mm cinsinden ölçülerek intimal ve medial alan hesaplanarak intima/media oranı kontrol grubu ile karşılaştırılarak incelenecektir. Abdominal aort transeksiyonu ve onarımı sonrası düşük doz deksametazon ve deksametazon verilmeyen grupların intima/media oranları kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı değildir. Yüksek doz deksametazon verilen grupta deksametazon verilmeyen ve düşük doz deksametazon verilen gruplara göre inti-ma/media oranları istatiksel olarak daha düşük bulunmuştur. SONUÇ: Sonuç olarak yüksek doz deksametazonun sıçan abdominal aortlarında intimal hiperplaziyi inhibe edebileceğini söyleyebiliriz.. BACKGROUND: Intimal hyperplasia is a normal adaptive feature of arteries in response to injuries, which include invasive vascular interventions. Its development limits the long-term success of bypass grafts. Various pharmacological agents have been successfully employed in experimental models to reduce the degree of intimal hyperplasia. In our study, we investigated the efficacy of dexamethasone in reducing intimal hyperplasia in rat abdominal aortas after partial transection and primary repair. METHODS: In this study, 20 Wistar Albino rats were randomly selected and divided into four groups to compare the effects of low- and high-dose dexamethasone on intima and media thickness compared to the control. Group A (n=5) was the control group, where only skin incision and laparotomy were performed. For Group B (n=5), a median laparotomy was performed, the abdominal aorta was partially transected, and repaired with an 8.0 prolene suture. Doses of 0.1 mg/kg and 0.2 mg/kg dexamethasone were administered in Group C (n=5) and Group D (n=5), respectively. After two weeks, all rats were euthanized, and the repaired abdominal aortas were excised and examined histopathologically. Intima and media thicknesses were measured using the ‘Olympus AnalySIS 5’ program (Olympus Corporation, Japan) after digital photos were taken. RESULTS: Based on the measurements, we demonstrated that after transection and repair of the abdominal aorta, the intima/media ratio was not significantly different between the low-dose dexamethasone and non-dexamethasone groups. The intima/media ratio was significantly lower in the high-dose dexamethasone group than in the non-dexamethasone and low-dose dexamethasone groups. CONCLUSION: After vascular interventions, dexamethasone treatment may reduce intimal hyperplasia and increase patency by providing vascular remodeling. |
ORIGINAL ARTICLE | |
3. | Prediction of anemia with thoracic computed tomography findings Zeynep Ayvat Öcal, Fatoş Dilan Köseoğlu PMID: 39092967 PMCID: PMC11372488 doi: 10.14744/tjtes.2024.31531 Pages 531 - 536 AMAÇ: Bu çalışmada, çeşitli endikasyonlarla kontrastsız toraks BT çekilen hastalarda BT parametreleri ile hemoglobin (Hb) düzeyleri ilişkilendirilerek kontrastsız toraks bilgisayarlı tomografisinin (BT) anemiyi öngörme potansiyeli araştırıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Retrospektif çalışma, Ocak-Haziran 2023 tarihleri arasında merkezimizde 24 saat içinde kontrastsız toraks BT taraması ve tam kan sayımı yapılan 150 hastayı kapsamaktadır. Dışlama kriterleri arasında akut kanama, demir birikimi bozuklukları, yakın zamanda transfüzyon, gebelik ve bazı toraks BT artefaktları yer aldı. Hounsfield Ünitesi (HU) ölçümleri çıkan aort, sol ventrikül boşluğu ve inen aorttan elde edilmiş ve Hb ve hematokrit (Htc) değerleriyle karşılaştırıldı. "Aortik Halka İşareti (ARS)" ve "Hiperdens Septum İşareti (HSS)" gibi anemi göstergeleri değerlendirildi. BULGULAR: Anemik hastalar (%48), anemik olmayan hastalara kıyasla her üç yerden BT ölçümümde de anlamlı derecede daha düşük HU ölçümleri gösterdi. Özellikle HSS ve ARS varlığı anemi ile güçlü bir şekilde ilişkiliydi. Anemiye karşılık gelen HU ölçümleri için eşik değerler ROC analizi ile elde olunmuş olup, HU ölçümleri ile Hb/Htc seviyeleri arasında güçlü pozitif korelasyonlar ortaya koyuldu. SONUÇ: Bu çalışma, kontrastsız toraks BT parametrelerinin, özellikle de HU ölçümleri ile ARS ve HSS varlığının anemi ile anlamlı bir ilişkisi olduğu sonucuna varmıştır. Bu BT göstergeleri, hastalarda anemiden şüphelenmek için güvenilir, invazif olmayan belirteçler olarak kullanılabilir ve durumun erken teşhisine ve yönetimine yardımcı olabilir. BACKGROUND: This study explored the potential of non-contrast thoracic computed tomography (CT) to predict anemia by correlating CT parameters with hemoglobin (Hb) levels in patients who underwent non-contrast thoracic CT for various indications. METHODS: This retrospective study included 150 patients who underwent non-contrast thoracic CT scans and complete blood counts within 24 hours at our center between January and June 2023. Exclusion criteria included acute bleeding, iron accumulation disorders, recent transfusions, pregnancy, and certain thoracic CT artifacts. Hounsfield Unit (HU) measurements were obtained from the ascending aorta, left ventricular cavity, and descending aorta, and compared with Hb and hematocrit (Htc) values. Anemia indicators such as the “Aortic Ring Sign (ARS)” and the “Hyperdense Septum Sign (HSS)” were also evaluated. RESULTS: Anemic patients (48%) exhibited significantly lower HU measurements at all three CT scan locations and higher instances of ARS and HSS compared to non-anemic patients. Notably, the presence of HSS and ARS was strongly associated with anemia. Thresholds for HU measurements corresponding to anemia were determined using receiver operating characteristic curve analysis, which also revealed strong positive correlations between HU measurements and Hb/Htc levels. CONCLUSION: The study concludes that non-contrast thoracic CT parameters, particularly HU measurements and the presence of ARS and HSS, are significantly associated with anemia. These CT indicators could serve as reliable, non-invasive markers for predicting anemia in patients, potentially aiding in the early diagnosis and management of the condition. |
4. | Forensic medical evaluation of penetrating abdominal injuries Canan Eryiğit İbiş, Fatma Süheyla Aliustaoğlu PMID: 39092966 PMCID: PMC11372487 doi: 10.14744/tjtes.2024.16177 Pages 537 - 545 AMAÇ: Çalışmamızda penetran batın yaralanmalarının özellikleri, orjinleri, yaralanma derecesi, sonuçları, raporlanması, adli tıbbi boyutunun tartışılması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 01.01.2016-31.12.2020 tarihleri arasında Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi Evliya Çelebi Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil sevisine başvurusu bulunan 28619 vaka taranarak penetran batın yaralanması bulunan 85 olgunun adli raporları ve tıbbi evrakları etik kurul onayı alınarak retrospektif olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen olguların %87.1’i erkek, %12.9’u kadınlardan oluşmaktadır. Ortalama yaş 31±13 yıl olarak bulunmuştur. Orjinleri incelediğinde %87.1’i kasten yaralama neticesinde gelişmiş olduğu görülmüştür. Olguların maruz kaldığı olayların gerçekleşme saati 20.00-04.00 saatleri arasında yoğunlaşmıştır. %36.5’inde alkol saptanmış olup, %30.6’sında alkol saptanmamıştır. Olguların %32.9’unda alkol testi istenmediği anlaşılmıştır. Olgularda en sık görülen yaralanmanın %69.4 oranında kesici delici alet yaralanması ve %27.1 oranında ateşli silah yaralanması olduğu belirlenmiştir. Vakaların %68.2'sinde organ hasarı saptanmış ve en sık hasar gören organın ince bağırsak olduğu görülmüştür. Mevcut yaraların ortalama sayısı 3.6 bulunmuştur. Olguların %61.2'sinde batın içi kanama, %8,2'sinde ise batın içi arter yaralanması tespit edilmiştir. Penetran batın yaralanmalarının ölüm oranı %8.2 olarak bulunmuştur. SONUÇ: Adli travmatolojide travmanın ağırlık derecesi değerlendirilmesinde en ağır grubu oluşturan yaşamsal tehlikenin ve organ işlev kaybının meydana gelmesi penetran batın yaralanmalarında sıklıkla görülmektedir. Penetran batın yaralanmaları bizim çalışmamızda ve literatürdeki çalışmalarda en sık şiddet olayları sonucu meydana gelmektedir. BACKGROUND: This study aims to discuss the characteristics, origins, degree of injury, results, reporting, and forensic medical aspects of penetrating abdominal injuries. METHODS: In this study, 28,619 cases who applied to the emergency department of Kutahya Health Sciences University Evliya Celebi Training and Research Hospital between January 1, 2016 and December 31, 2020 were reviewed. The forensic reports and medical documents of 85 cases with penetrating abdominal injuries were evaluated retrospectively, with the approval of the ethics committee. RESULTS: Among the patients included in the study, 87.1% were male and 12.9% were female. The mean age was found to be 31±13 years. When the origins of the cases were analyzed, 87.1% were found to have developed as a result of intentional injury. The incidents predominantly occurred between 20: 00 and 04: 00 hours. As a result of the examinations performed at the hospital after the incident, alcohol was detected in 36.5% of the cases, while 30.6% of the individuals did not consume alcohol. It was observed that 32.9% of the cases were not tested for alcohol. The most common injuries identified were sharp injuries, accounting for 69.4% of cases, and firearm injuries, comprising 27.1%. Organ damage was noted in 68.2% of the cases, with the small intestine being the most frequently damaged organ. The average number of wounds present was 3.6. Intra-abdominal hemorrhage was detected in 61.2% of the cases, and intra-abdominal artery injuries were found in 8.2%. The mortality rate for penetrating abdominal injuries was 8.2%. CONCLUSION: In forensic traumatology, penetrating abdominal injuries commonly lead to life-threatening conditions and loss of organ function, which represent the most severe category in trauma severity assessment. Penetrating abdominal injuries most often result from violent incidents, as observed in our study and in the literature. |
5. | Adrenal gland injury in trauma patients and its impact on clinical outcomes Berke Sengun, Yalin Iscan, Aylin Doylu, Oguzhan Sal, Ali Fuat Kaan Gok, Ismail Cem Sormaz, Nihat Aksakal, Leman Damla Ercan, Eda Cingoz, Fatih Tunca, Arzu Poyanli, Cemalettin Ertekin, Yasemin Senyurek PMID: 39092974 PMCID: PMC11372492 doi: 10.14744/tjtes.2024.09989 Pages 546 - 553 AMAÇ: Travma ilişkili adrenal yaralanmalar, gözden kaçabilen ve nadir olduğu düşünülen olgulardır. Bu çalışmada, travma ilişkili ciddi yaralanmalarda adrenal bez yaralanması görülme sıklığı, ve hastaların erken dönem sonuçlarına etkisini değerlendirme amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Üçüncü basamak refere travma merkezine, Ocak 2012 ve Ocak 2023 arası travma protokolü ile başvuran, bilgisayarlı tomografi çekilen tüm hastalar retrospektif olarak incelendi. Gelişinde ölü kabul edilenler ve eksik verisi olanlar çalışmadan çıkartıldı. Hastalar yetişkin ve pediyatrik olarak iki gruba; radyolojik veya klinik olarak tanısı konulan adrenal yaralanması olup olmamasına göre de alt gruplara bölündü. Demografik veriler, yaralanma mekanizması, yaralanma ciddiyet skoru, eşlik eden diğer abdominal organ yaralanmaları, ve 30-günlük mortalite oranları karşılaştırıldı. BULGULAR: Toplam 1253 hasta çalışmaya dahil edildi: 950 yetişkin ve 303 pediyatrik. Yetişkin grubunda adrenal yaralanma 45 (%4,7) hastada görüldü. Mekanizmalar incelendiğinde araç içi trafik kazası (%26,7 vs. %14,3) ve yaya kazasının (%37,8 vs %15,5) adrenal yaralanmalı hastalarda daha sık olduğu görüldü. Penetran travma adrenal yaralanmalı grupta daha azdı. Sağ tarafın yaralanma oranı daha fazlaydı (%55,6). Adrenal yaralanması olan hastaların yaralanma ciddiyet skorları daha yüksekti ve eşlik eden karaciğer (%17,8 vs. %3,9), dalak (%11,1 vs. %3,6) ve böbrek (%15,6 vs. %1,3) yaralanma oranları daha fazlaydı. Pediyatrik grupta adrenal yaralanma 30 hastada tespit edildi (%14,8). Yetişkin grubu gibi, adrenal yaralanma daha çok künt travma ilişkiliydi ve sağ taraf dominanttı (%60). Yetişkin grubuna kıyasla, yaralanma ciddiyeti skoru, yaralanma olan ve olmayan gruplar arası benzerdi. Eşlik eden organ yaralanması yetişkin grubu gibi adrenal yaralanma olan hastalarda daha fazlaydı. 30-günlük mortalite oranı, hem yetişkin hem pediyatrik grupta anlamlı olarak yüksekti (yetişkin: %15,6 vs. %2.9, pediyatrik: %10 vs. %1,8). Adrenal yaralanmalı hastalarda mortaliteye en çok etki eden faktörler majör baş&boyun ve toraks yaralanmalarıydı. SONUÇ: Yüksek enerjili travmalara bağlı adrenal yaralanmalar nadir değildir. Genellikle künt travma ve eşlik eden diğer abdominal organ yaralan-maları ile beraber görülürler. Otuz-günlük mortalite oranları, yaralanma olan hastalarda daha yüksektir. BACKGROUND: Adrenal gland injury (AGI) associated with trauma is an uncommon and often overlooked condition. This study aimed to evaluate the frequency of AGI in individuals with severe trauma injuries and investigate the outcomes of patients with AGI. METHODS: All patients admitted to a tertiary trauma referral center under the trauma protocol who had a computed tomography (CT) scan between January 2012 and January 2023 were analyzed retrospectively. Patients who were dead on arrival and patients with incomplete data were excluded. They were classified into two main groups, adult and pediatric, and further subcategorized by the presence or absence of radiologically evident AGI. Demographic data, mechanism of injury, injury severity scores (ISS), presence of concurrent abdominal injury, and 30-day mortality rates were compared. A separate analysis was performed for factors affecting mortality rates. RESULTS: A total of 1,253 patients were included: 950 adults and 303 pediatric patients. In the adult group, AGI was detected in 45 (4.7%) patients and was more commonly associated with the following mechanisms of injury: motor vehicle accidents (26.7% vs. 14.3%) and pedestrian accidents (37.8% vs. 15.5%). Injury to the right side was more common (55.6%). Patients with AGI had higher rates of concurrent liver (17.8% vs. 3.9%), spleen (11.1% vs. 3.6%), and kidney injuries (15.6% vs. 1.3%). In the pediatric population, AGI was detected in 30 patients (14.8%), a significantly higher rate compared to the adult group. Similar to the adult group, AGI was more commonly associated with concurrent abdominal injuries and had a right-sided dominance (60%), but the rate of concurrent abdominal injuries was higher in the pediatric group (80% vs. 46%). The 30-day mortality was significantly higher in both adult and pediatric AGI groups compared to patients without AGI (adult: 15.6% vs. 2.9%, pediatric: 10% vs. 1.8%). In patients with AGI, major head and neck injuries and chest injuries were associated with mortality. CONCLUSION: Adrenal gland injuries due to trauma are not uncommon. They are usually associated with blunt trauma and other concurrent abdominal organ injuries. The major contributors to mortality in patients with AGI were major head and neck injuries and chest injuries. |
6. | Acil servis tanıları ile paramediklerin ilk değerlendirme tanılarının karşılaştırılması Ramiz Yazıcı, Efe Demir Bala, Burak Bekgöz, Eyup Sari, Ayse Fethiye Basa Kalafat, Ozgur Omer Yildiz, Utku Murat Kalafat, Serkan Dogan PMID: 39092973 PMCID: PMC11372494 doi: 10.14744/tjtes.2024.90463 Pages 554 - 561 AMAÇ: Bu çalışma, Acil Sağlık Hizmetleri (ASH) sağlayıcıları tarafından yapılan hastane öncesi değerlendirmeler ve ön tanıların, bir metropol Acil Servis hekimleri tarafından verilen nihai tanılarla karşılaştırıldığında doğruluğunu ve kalitesini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, 1 Ocak 202–31 Aralık 2022 tarihleri arasında Ankara, Türkiye'deki Yenimahalle ASH Komuta Merkezi'nden elde edilen kayıtları kullanmıştır. Veriler, tekrar eden ASH başvuruları ayrı ayrı sayılarak, bireysel hastalar yerine vaka olarak kaydedilmiştir. Vakalar, ASH çağrı zamanı, ASH istek nedenleri, yaş, cinsiyet, uyruk ve hastaneye varış günü gibi kategorilere ayrılarak sosyoekonomik etkiler ve yoğunluk kalıpları değerlendirilmiştir. Çalışma, sahada çözülen vakalar, ASH transferini reddedenler ve 18 yaş ve üstü hastalar hariç tutularak, 2.528 pediatrik vakayı içermiştir. Veri analizi IBM SPSS 27.0 kullanılarak yapılmış olup, istatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak belirlenmiştir. BULGULAR: Çalışma 2.528 vakayı içermektedir. Veriler, ASH sağlayıcılarının ortalama 9.9 ± 4.7 yıllık deneyime sahip olduğunu ortaya koymuştur. 1.839 vakada (%72.7) ASH sağlayıcısı kadın iken, 689 vakada (%27.3) ASH sağlayıcısı erkektir. Hastaların ortalama yaşı 9.2±5.8 yıl olup, 1.173'ü (%46.4) kız ve 1.355'i (%53.6) erkektir. Ön tanı doğruluğu, daha genç ve erkek hastaları içeren vakalarda daha yüksek bulunmuştur. Ayrıca, mesai saatleri (08: 00-15: 59) içinde, mesai saatleri dışına (16: 00-23: 59) kıyasla daha düşük ön tanı doğruluğu gözlemlenmiştir. ASH çağrılarının çoğunluğu tıbbi nedenlerle (%70.5, 1.783 vaka) yapılırken, travma ile ilgili çağrılar (%29.5, 745 vaka) ikinci sırada gelmektedir. SONUÇ: Bu çalışma, ASH sağlayıcılarının hastane öncesi değerlendirmeler ve ön tanıların doğruluğunu ve kalitesini artırmak için sahada eğitimlerini iyileştirme gereğini vurgulamaktadır. Bulgular, daha genç ve erkek hastaların daha yüksek ön tanı doğruluğu oranlarına sahip olduğunu ve mesai saatlerinde doğrulukta belirgin bir azalma olduğunu, bu durumun hedeflenmiş eğitim ve protokol ayarlamaları için potansiyel alanlar olduğunu önermektedir. BACKGROUND: This study aims to evaluate the accuracy and quality of prehospital assessments and preliminary diagnoses made by Emergency Medical Services (EMS) providers compared to the final diagnoses given by Emergency Department physicians in a metropolitan area. METHODS: This retrospective observational study utilized records from the Yenimahalle EMS Command Center in Ankara, Türkiye, from January 1, 2021, to December 31, 2022. Data were recorded as cases rather than individual patients, with repeated EMS admissions counted separately. Cases were categorized by EMS call time, reasons for EMS requests, age, gender, nationality, and weekday of hospital arrival to assess socioeconomic impacts and congestion patterns. The study included 2.528 pediatric cases, excluding patients aged 18 and older, those who refused EMS transfer, and cases resolved at the scene. Data analysis was conducted using IBM SPSS 27.0, with statistical significance set at p<0.05. RESULTS: The study included 2.528 cases. The data revealed that EMS providers had an average of 9.9±4.7 years of experience. In 1.839 cases (72.7%), the EMS provider was female, and in 689 cases (27.3%), the EMS provider was male. Patients had an average age of 9.2±5.8 years, with 1.173 (46.4%) being female and 1.355 (53.6%) being male. Preliminary diagnosis accuracy was higher in cases involving younger and male patients. Additionally, a lower preliminary diagnosis accuracy rate was observed during office hours (08: 00-15: 59) compared to non-office hours (16: 00-23: 59). The majority of EMS calls were for medical reasons (1,783 cases, 70.5%), followed by trauma-related calls (745 cases, 29.5%). CONCLUSION: This study highlights the need for improved on-field training for EMS providers to enhance the accuracy and quality of prehospital assessments and preliminary diagnoses. The findings suggest that younger and male patients have higher preliminary diagnosis accuracy rates, and there is a noticeable decrease in accuracy during office hours, indicating potential areas for targeted training and protocol adjustments. |
7. | Effect of three different exercise trainings on functional capacity in early stage severe burn patients: A randomized controlled trial Murat Ali Çınar, Kezban Bayramlar, Ahmet Erkılıc, Ali Güneş, Yavuz Yakut PMID: 39092968 PMCID: PMC11372491 doi: 10.14744/tjtes.2024.59987 Pages 562 - 570 AMAÇ: Bu çalışma, erken dönem yanık hastalarında üç farklı egzersiz protokolünün fonksiyonel kapasite üzerine etkisini araştırmak amacıyla planlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Yanık Merkezinde (servis ve yoğun bakım ünitesinde) yatan toplam 25 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen bireyler yanık yüzdesi ve yanık tipine göre kovaryant adaptif randomizasyon yöntemi ile üç gruba ayrıldı: 1-standart tedavi, 2-standart tedavi + aerobik egzersiz eğitimi, 3-standart tedavi + hastanın metabolik durumuna göre belirlenen kombine egzersiz (aerobik ve dirençli egzersiz). Bireyler hastaneye yatışlarının ilk gününden itibaren altı hafta boyunca haftalık olarak değerlendirildi. Fonksiyonel kapasiteyi değerlendirmek için 6 dakikalık yürüme testi, fizyolojik tüketim indeksi ve Tıbbi Araştırma Konseyi kas gücü ölçümleri kullanıldı. Tüm hastaların metabolik durumlarını ölçmek için taşınabilir metabolizma takip cihazı kullanıldı. BULGULAR: Standart tedaviye ek olarak verilen aerobik egzersizler ve metabolik duruma göre belirlenen kombine egzersiz (aerobik ve direnç) fonksiyonel kapasite üzerinde standart tedaviye göre daha etkiliydi (p<0.05). Metabolik duruma göre belirlenen kombine egzersizi (aerobik ve direnç) yapan hastalarda fonksiyonel kapasitedeki iyileşme diğer iki gruba göre daha hızlıydı (p<0.05). SONUÇ: Standart tedaviye ek olarak verilen aerobik egzersizler ve metabolik duruma göre belirlenen kombine egzersiz (aerobik ve direnç), fonksiyonel kapasiteyi geliştirmede standart tedaviye göre daha etkilidir. Bu yaklaşımın potansiyel uzun vadeli faydasını belirlemek için daha fazla kontrollü çalışmaya ihtiyaç vardır. BACKGROUND: This study investigated the effects of three different exercise protocols on functional capacity in early-stage burn patients. METHODS: A total of 25 patients hospitalized in the Burn Center (wards and intensive care unit) were included in the study. The individuals were divided into three groups by covariate adaptive randomization according to burn percentage and type: 1 - standard treatment, 2 - standard treatment + aerobic exercise training, 3 - standard treatment + combined exercise (aerobic and resistance) determined by metabolic status. Individuals were evaluated weekly for six weeks from the first day of hospitalization using the 6-minute walk test, physiological cost index, and Medical Research Council muscle-strength measurements to assess functional capacity. A portable metabolism tracker device measured the metabolic status of all patients. RESULTS: Aerobic exercises and combined exercise (aerobic and resistance), when added to standard treatment and determined by metabolic status, were more effective in enhancing functional capacity than standard treatment alone (p<0.05). Patients performing the combined exercise (aerobic and resistance) showed faster improvement in functional capacity determined according to metabolic status than those in the other two groups (p<0.05). CONCLUSION: Aerobic exercises, when added to standard treatment and combined with aerobic and resistance exercises based on metabolic status, are more effective at improving functional capacity than standard treatment alone. Further controlled studies are required to explore the potential long-term benefits of this approach. |
8. | Factors associated with thirty-day mortality and intensive care unit admission in patients undergoing hip fracture surgery Elvan Tekir Yılmaz, Yiğit Şahin, Bilge Olgun Keleş, Ali Altınbaş PMID: 39092971 PMCID: PMC11372486 doi: 10.14744/tjtes.2024.24186 Pages 571 - 578 AMAÇ: Kalça kırığı ameliyatlarında mortalite ve morbidite gelişimine katkıda bulunan çeşitli faktörler vardır. Bu çalışmada anestezi tipi, anestezi yönetimi, cerrahi yöntem, ameliyatın zamanlaması gibi değiştirilebilir faktörlerin 30 günlük mortalite oranı, yoğun bakım ünitesine yatış ve komplikasyonlar üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2021 ile Aralık 2023 tarihleri arasında kalça kırığı nedeniyle ameliyat edilen toplam 400 hasta retrospektif olarak analiz edildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: serviste takip edilenler Grup 1 (n=304) ve yoğun bakım ünitesinde takip edilenler Grup 2 (n=96) olarak adlandırıldı. Demografik özellikler, Amerikan Anestezistler Derneği fiziksel durum skorları, komorbidite tipi, anestezi tipi, cerrahi yöntem, cerrahi gecikme süresi, cerrahi süre, kan transfüzyon gereksinimi ve komplikasyonlar kaydedildi. BULGULAR: Grup 2'deki hastaların yaş ortalaması, komorbidite ve mortalite oranları Grup 1'e göre daha yüksekti (p<0.001). Komorbidite türleri açısından, koroner arter hastalığı ve kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda yoğun bakım ünitesine yatış oranı daha yüksek bulundu (p<0.001). Ortalama cerrahi gecikme ve hastanede kalış süresi Grup 2'de daha yüksekti (p<0.001). Yapılan multivaryant lojistik regresyon analizinde; yaş (p<0.001, QR=1.91 Cl=1.046-1.137), ASA skoru (p<0.001 QR=3.872 Cl=1.913 - 7.838), cerrahi gecikme süresi (p<0.001, QR=2.029 Cl=1.365-3.017), cerrahi yöntem (p=0. 003, QR= 2.003 Cl=1.258-3.188) ve hastanede kalış süresi (p=0.006, QR=1.147 Cl: 1.04-1.266) 30 günlük mortalite için prediktif faktörler olarak belirlendi. SONUÇ: Bu çalışmada yaş, ASA sınıflandırması, hastanede kalış süresi, cerrahi yöntem ve cerrahi gecikmenin hem morbidite hem de mortalite için prediktif faktörler olduğu bulunmuştur. Bunlar arasında cerrahi gecikme süresi, tüm faktörler göz önünde bulundurulduğunda değiştirilebilir bir parametre olarak görülmektedir. BACKGROUND: Various factors contribute to the development of mortality and morbidity in hip fracture surgeries. This study aims to investigate the effects of modifiable factors such as the type of anesthesia, anesthesia management, surgical method, and timing of surgery on 30-day mortality rates, intensive care unit admissions, and complications. METHODS: A total of 400 patients who underwent hip fracture surgery between January 2021 and December 2023 at a Training and Research Hospital were retrospectively analyzed. Patients were divided into two groups: those followed in the ward, named Group 1 (n=304), and those in the intensive care unit, named Group 2 (n=96). Recorded data included demographic characteristics, American Society of Anesthesiologists (ASA) physical status scores, types of comorbidities, anesthesia type, surgical method, surgical delay time, duration of surgery, blood transfusion requirements, and complications. RESULTS: Patients in Group 2 had higher mean age, comorbidity, and mortality rates compared to Group 1 (p<0.001). In terms of types of comorbidities, the rate of intensive care unit admission was higher in patients with coronary artery disease and chronic renal failure (p<0.001). Mean surgical delay and length of hospital stay were also higher in Group 2 (p<0.001). In multivariate logistic regression analysis, age (p<0.001, Odds Ratio [OR]=1.91, Confidence Interval [CI]=1.046-1.137), ASA score (p<0.001, OR=3.872, CI=1.913-7.838), duration of surgical delay (p<0.001, OR=2.029, CI=1.365-3.017), surgical method (p=0.003, OR=2.003, C=1.258-3.188), and length of hospital stay (p=0.006, OR=1.147, CI=1.04-1.266) were determined as predictive factors for 30-day mortality. CONCLUSION: This study found that age, ASA classification, length of hospital stay, surgical method, and surgical delay were predictive factors for both morbidity and mortality. Among these, surgical delay time appears to be a modifiable parameter when all factors are considered. |
9. | Data analysis of patients admitted to the emergency medicine clinic of Mersin City Training and Research Hospital after the Kahramanmaraş earthquake Zikret Köseoğlu, Tamer Çolak, İnan Beydilli, Giray Altunok, Kemal Şener, Kaddafi Demir, Ahmet Uzan, Süleyman Söker PMID: 39092969 PMCID: PMC11372496 doi: 10.14744/tjtes.2024.68523 Pages 579 - 587 AMAÇ: Deprem ve diğer doğal afetlerde doğrudan travmaya bağlı olarak ciddi sayıda yaralanma meydana gelmektedir. Ayrıca afetin aşırı iş yükü yüklenen sağlık kurumlarını da etkilemesi nedeniyle sağlık çalışanları deprem sırasında önemli zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu bağlamda yakın çevrede sağlık hizmeti veren hastaneler önemli bir rol oynamaktadır. Ancak doğru planlamayla sağlık krizi en iyi şekilde yönetilebilir. GEREÇ VE YÖNTEM: 6 Şubat 2023'te Türkiye'nin güney ve ortadoğu bölgelerinde meydana gelen depreme bağlı yaralanma nedeniyle Mersin Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne başvuran hastalar üzerinde tek merkezli retrospektif bir çalışma yapıldı. Çalışma kriterlerini karşılayan toplam 2155 hasta analize dahil edildi. BULGULAR: Çalışmamıza dahil edilen 2155 hastanın %46.8'i (n=1009) erkek olup yaş ortalaması 45.86±17.68 yıl idi. Düşmeler (% 57.2, n=1233) en sık görülen yaralanma mekanizması olup, vakaların %71.9'u (n=1550) hastanemize kendi imkanları ile başvurmuştur. Kranial bölgede en sık görülen yaralanmalar yumuşak doku yaralanması ve cilt kesileri iken, torasik bölgede yumuşak doku yaralanması ve kaburga kırıkları en sık görülen yaralanmalardı. Abdominal yaralanmalar içindeen sık yumuşak doku yaralanması ve retroperitoneal kanama saptanırken, üst ve alt ekstremitede ise yumuşak doku yaralanması ve kırıkları en sık olarak saptandı. Olguların %11,1'inde (n=240) üst ekstremitede, %21.3'ünde (n=458) alt ekstremitede kırık tespit edildi.Rabdomiyoliz en sık görülen yaralanma türlerinden biriydi (n=443, %20,6). Vakaların %9.2'sinde (n=198)Crushsendromu ve akut böbrek hasarı saptandı; bu durum 40 (%1.8) hastada toplam 46 amputasyona ve 132 (%6.1) hastada 164 fasiyotomiye yol açtı. Ortopedi bölümü en sık cerrahi müdahale ve hastaneye yatışları gerçekleştirdi. Vakaların %3.0'ında (n=62) mortalite gözlendi. SONUÇ: Bu çalışma deprem sonrasında iş yükünde ve hasta hacminde önemli bir artış olduğunu ortaya koymuştur. Deprem gibi ciddi travma riski yüksek olan afetlerde kırık, ezilme sendromu, amputasyon, fasiyotomi gibi durumlara hızlı müdahale için çok sayıda sağlık profesyoneline ihtiyaç vardır. Afet planlaması ve olası sonuçlara karşı hazırlıklı olmak, hastaneleri ilgilendiren sağlık krizini hafifletecek ve mortalite ve morbiditede önemli azalmalara yol açacaktır. BACKGROUND: In earthquakes and other natural disasters, there is a significant number of injuries directly resulting from trauma. Additionally, due to the disaster’s impact on overloaded health institutions, healthcare providers face significant challenges during earthquakes. In this context, nearby hospitals providing health services play a crucial role. Nonetheless, with proper planning, the health crisis can be managed in the best possible way. METHODS: A single-center retrospective study was conducted on patients admitted to Mersin City Training and Research Hospital due to injuries attributed to the earthquake that occurred in the southern and mid-eastern regions of Türkiye on February 6, 2023. A total of 2,155 patients meeting the study criteria were included in the analysis. RESULTS: Of the 2,155 patients enrolled in the study, 46.8% (n=1009) were male, with a mean age of 45.86±17.68 years. Falls (57.2%, n=1233) were the most common mechanism of injury, and 71.9% (n=1550) of cases presented to the hospital on their own. Among the head injuries, the most common types were soft tissue injury and lacerations, while soft tissue injury and rib fractures were most common in the thoracic region. Soft tissue injury and retroperitoneal bleeding were the most commonly recorded types among abdominal injuries, whereas soft tissue injury and fractures were most common in the upper and lower extremities. Fractures were identified in 11.1% (n=240) of cases in the upper extremities and 21.3% (n=458) in the lower extremities. Rhabdomyolysis was one of the most frequently observed injury types (n=443, 20.6%). Crush syndrome and acute kidney injury were recorded in 9.2% (n=198) of cases, leading to a total of 46 amputations in 40 (1.8%) patients and 164 fasciotomies in 132 (6.1%) patients. The orthopedics department performed the most frequent surgical interventions and hospitalizations. Mortality was noted in 2.87% (n=62) of cases. CONCLUSION: This study demonstrated a significant increase in workload and patient volume following the earthquake. There is a need for a large number of healthcare professionals for expedient intervention in conditions such as fractures, crush syndrome, amputation, and fasciotomy in disasters with a high risk of serious trauma, such as earthquakes. Disaster planning and preparedness for possible consequences will mitigate the healthcare crisis involving the hospitals and lead to significant reductions in mortality and morbidity. |
10. | Mortality risk factors for crush syndrome after an earthquake in Türkiye: Do systemic inflammatory parameters play any role? Mediha Türktan, Ömer Doğan, Mehmet Gökhan Gök, Kaniye Aydın, Ersel Güleç, Zehra Hatipoğlu, Yusuf Kemal Arslan, Dilek Özcengiz PMID: 39092965 PMCID: PMC11372493 doi: 10.14744/tjtes.2024.09637 Pages 588 - 595 AMAÇ: Çalışmamızın amacı, Türkiye'de Kahramanmaraş depremi sonrası yoğun bakımda takip edilen crush sendromu tanılı hastalarda nötrofil-lenfosit oranı (NLR), lenfosit-monosit oranı (LMR) ve trombosit-lenfosit oranının (PLR) 28 günlük mortalite üzerindeki prognostik etkisini değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya deprem sonrası crush sendromu tanısıyla yoğun bakım ünitesine yatırılan toplam 63 yetişkin hasta dahil edildi. Hastaların tıbbi kayıtları takip formları ve hastane veri sistemi kullanılarak incelendi. BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 38.9±17.3 yıl ve enkaz altında geçen ortanca süre 31.5 saat idi. 28 günlük mortalite oranı %27 idi. Tek değişkenli genelleştirilmiş tahmin denklemleri (GEE) veya diğer analizlerde, 28 günlük mortalite grupları arasında anlamlı bulunan değişkenler (veya aday değişkenler) ve biyolojik bir faktör olarak yaş, çok değişkenli GEE modeline dahil edildi. Sürekli renal replasman tedavisi (CRRT), serum sodyum konsantrasyonu, sıralı organ yetmezliği değerlendirme (SOFA) skoru ve PLR'nin mortalite üzerindeki etkisi istatistiksel olarak anlamlıydı. SONUÇ: Yüksek SOFA skorları, CRRT gerekliliği, artmış serum sodyum seviyeleri, ve azalmış PLR değerleri deprem sonrası crush sendromu tanılı hastalarda 28 günlük mortaliteyi artırmaktadır. BACKGROUND: The aim of our study is to assess the prognostic impact of the neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR), lymphocyte-to-monocyte ratio (LMR), and platelet-to-lymphocyte ratio (PLR) on 28-day mortality in patients admitted to the intensive care unit with crush syndrome following the Kahramanmaraş earthquake in Türkiye. METHODS: A total of 63 adult patients with crush syndrome admitted to the intensive care unit after the earthquake were enrolled in this study. The medical records of the patients were examined using follow-up forms and the hospital data system. RESULTS: The mean age of the patients was 38.9±17.3 years, and the median time under debris was 31.5 hours. The 28-day mortality rate was 27%. In univariate generalized estimating equations (GEE) and other analyses, variables that are significant (or candidate variables) between 28-day mortality groups included age as a biological factor. These variables were included in the multivariate GEE model. The effects of continuous renal replacement therapy (CRRT), serum sodium concentration, Sequential Organ Failure Assessment (SOFA) score, and PLR on mortality were statistically significant. CONCLUSION: Elevated SOFA scores, the necessity for CRRT, increased serum sodium levels, and decreased PLR values are associated with increased 28-day mortality in patients with crush syndrome after an earthquake. |
11. | A challenging decision for emergency physicians: Routine repeat computed brain tomography of the brain in head trauma in infants and neonates Burak Katipoglu, Nurullah İshak Işık, Ömer Faruk Turan, Safa Dönmez, Yusuf Yavuz, Ensar Durmuş, Attila Bestemir, Dariusz Timler PMID: 39092976 PMCID: PMC11372490 doi: 10.14744/tjtes.2024.28368 Pages 596 - 602 AMAÇ: Kafa travması, ölüm ve sakatlığın önde gelen nedenleir. Ağır kafa travması için standart tedavi protokolleri mevcutken, bebeklerde ve yenidoğanlarda pozitif görüntüleme bulguları olan hafif kafa travmaları için net takip standartları bulunmamaktadır. Orta ve hafif kafa travması olan çocuklarda kontrol beyin BT görüntülemesi rutin olarak önerilmezken, bebekler ve yenidoğanlarda kontrol görüntüleme ihtiyacı belirsizliğini korumaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız retrospektif, gözlemsel ve tanımlayıcı bir çalışmadır. Ankara Etlik Şehir Hastanesi Etik Kurulu onayı ile acil servise izole kafa travması ile başvuran 1 yaş altı hastalar incelendi. Dahil edilme kriterleri arasında acil servise başvuru, birden fazla beyin BT çekilmesi ve hafif kafa travması (GKS >13) yer aldı. Eksik takip verileri veya çoklu travması olan hastalar hariç tutuldu. Yaş, cinsiyet, travma mekanizması, ilk ve kontrol beyin BT bulguları, hastaneye yatış ve cerrahi işlemler kaydedildi ve SPSS istatistik paketi kullanılarak analiz edildi. BULGULAR: Tarama sonucu bulunan 238 hastadan 154'ü çalışmaya dahil edildi. Bu 154 hastanın %66.9'u erkekti ve yaş ortalaması 5.99 aydı. En sık başvuru semptomu %79.2 ile travma bölgesinde şişlikti. En sık görülen travma mekanizması %85.1 ile düşme (<90 cm) idi. Kontrol BT'de patolojik ilerleme hastaların %5.2'sinde gözlendi ve yalnızca %1.9'unda cerrahi tedavi gerekti. Hastaların %34.4'ü hastaneye yatırıldı. Beyin parankimal patolojisi olan hastalar, kontrol BT'de daha yüksek oranda patolojik ilerleme ve daha uzun hastanede kalış gösterdi. SONUÇ: Hafif kafa travmalı bebeklerde kontrol beyin BT taramaları, beyin parankimal patolojisi olan vakalar dışında hasta sonuçlarını değiştirmemektedir. Çalışma verileri izole kafatası kırıklarında tekrar görüntülemenin faydası olmadığını gösterdi. Görüntüleme artefaktları, taramaların tekrarlanmasını gerektirmiş ve bu da radyasyona maruz kalmanın artmasına katkıda bulunmuştur. Gereksiz tekrarlanan görüntüleme, radyasyona maruz kalmayı ve maliyetleri artırmaktadır. Hastaların küçük bir yüzdesinde intrakraniyal patolojinin ilerlemesi gözlendi, bu da kontrol görüntüle-menin yalnızca beyin parankimal hasarı varlığında yapılmasını haklı göstermektedir. Bu bulguları doğrulamak için daha büyük örneklem büyüklüğüne sahip prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. BACKGROUND: Head trauma is a leading cause of death and disability. While standard treatment protocols exist for severe head trauma, no clear follow-up standards are available for mild head trauma with positive imaging findings in infants and newborns. Although routine follow-up brain computed tomography (CT) imaging is not recommended for children with moderate and mild head trauma, the necessity for follow-up imaging in infants and newborns remains uncertain. METHODS: Our study is a retrospective, observational, and descriptive study. Infants under 1 year old presenting to the emergency department with isolated head trauma were reviewed with the approval of the Ethics Committee of Ankara Etlik City Hospital. Inclusion criteria included presentation to the emergency department, undergoing more than one brain CT scan, and sustaining mild head trauma (Glasgow Coma Scale [GCS] >13). Patients with incomplete follow-up data or multiple traumas were excluded. Age, gender, mechanism of trauma, initial and follow-up brain CT findings, hospital admission, and surgical procedures were recorded and analyzed using the SPSS statistical package. RESULTS: Out of 238 screened patients, 154 were included in the study. Of these, 66.9% were male and the average age was 5.99 months. The most common presenting symptom was swelling at the trauma site, observed in 79.2% of cases. The most common mechanism of injury was falling from a height of less than 90 cm, accounting for 85.1% of cases. Pathological progression on follow-up CT was observed in 5.2% of the patients, and only 1.9% required surgical treatment. A total of 34.4% of the patients required hospitalization. Patients with parenchymal brain pathology had a higher rate of pathological progression on follow-up CT and a longer hospital stay. CONCLUSION: Follow-up CT scans in infants with mild head trauma do not alter patient outcomes except in cases with brain parenchymal pathology. Study data indicated that repeat imaging is not beneficial for isolated skull fractures. Imaging artifacts often necessitated repeated scans, contributing to increased radiation exposure. Unnecessary repeat imaging escalates radiation exposure and healthcare costs. Only a small percentage of patients exhibited progression of intracranial pathology, justifying follow-up imaging solely in the presence of brain parenchymal injury. Larger prospective studies are necessary to confirm these findings. |
12. | Early versus delayed lower extremity amputations caused by firearm injury: A minimum 2-year follow-up Mustafa Aydın, Ali Murat Başak, Ömer Levent Karadamar, Begüm Aslantaş, Ali Aydilek, Tolga Ege, Deniz Cankaya PMID: 39092975 PMCID: PMC11372485 doi: 10.14744/tjtes.2024.36276 Pages 603 - 609 AMAÇ: Ateşli silah yaralanmaları gibi yüksek enerjili yaralanmalar, alt ekstremitelerde aşırı yumuşak doku ve kemik kaybına neden olabilir.Bu tür yaralanmalarda öncelikli olarak ekstremitenin korunması hedeflense de,ekstremitenin kurtarılması ve fonksiyonun restorasyonu için tekrarlanan cerrahi işlemler hastaya hem fiziksel hem de psikolojik açıdan zarar verici sonuçlar doğurabilmektedir.Çalışmanın temel amacı ateşli silah yaralanması sonrası erken dönemde alt ekstremite amputasyonu yapılan hastaların fiziksel ve psikolojik bulguları ile geç dönemde amputasyon yapılan hastaların sonuçlarının değerlendirilmesidir. Ayrıca geç diz altı amputasyon uygulanan hastalarda prognozu etkileyen faktörleri de değerlendirilmiştir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif çalışmaya Mart 2017 ile Mart 2022 tarihleri arasında ateşli silahlara bağlı alt ekstremite yaralanması sonrası diz altı amputasyon uygulanan hastalar dahil edildi. Yaralanmanın hemen ardından götürüldükleri ilk merkezde acil diz altı amputasyon uygulanan hastalar erken amputasyon grubunu oluşturdu.Başka bir merkezde yapılan ilk müdahalenin ardından tedavilerinin devamı için üçüncü basamak sevk merkezimize nakledilen ve daha sonra diz altı amputasyon uygulanan hastalar geç amputasyon grubunu oluşturdu. Hastalar yaş, cinsiyet, amputasyon tarafı, fantom uzuv ağrısı varlığı ve travma sonrası stres bozukluğu açısından değerlendirildi. BULGULAR: Toplam 35 hastanın bilgileri hastane kayıtlarından elde edildi; Erken amputasyon grubunda 16, Geç amputasyon grubunda ise 19. Hastaların tamamı erkekti. Yaralanma anında ortalama yaş 25.5±5.3 yıl (aralık, 20-45 yıl) ve ortalama takip süresi 37±17 ay (aralık, 25-72 ay) idi. Yaşanan fantom uzuv ağrısı karşılaştırıldığında gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı; Erken amputasyon grubunda 1 (%10) hastanın, Geç amputasyon grubunda ise 9 (%90) hastanın fantom uzuv ağrısı yaşadığı görüldü (p=0.010). Erken amputasyon grubunda 3 (%23) hastada, Geç amputasyon grubunda ise 10 (%77) hastada Travma sonrası stres bozukluğu tanısı konuldu (p=0.039). SONUÇ: Geç diz altı amputasyon uygulanan hastaların Fantom uzuv ağrısı ve Travma sonrası stres bozukluğundan daha yüksek oranda etkilendikleri belirlendi. Alt ekstremitede ciddi açık yaralanması olan hastalarda ekstremite koruyucu cerrahiye karar verirken geç diz altı amputasyon ile ilişkili kötü sonuçların dikkate alınması çok önemlidir. Hastalar bu olumsuz sonuçlar konusunda iyice bilgilendirilmelidir. BACKGROUND: High-energy casualties such as firearm injuries may result in extensive loss of soft tissue and bone in the lower extremities. Although the primary aim in these types of injuries is the preservation of the extremity, repeated surgical procedures for extremity salvage and subsequent restoration of function could have detrimental effects on the patient both physically and psychologically. The main aim of this study is to evaluate the physical and psychological outcomes of patients who underwent lower extremity amputation in the early period after a firearm injury compared with the results of patients who underwent amputation in the late period. We also evaluated the factors affecting the prognosis in patients undergoing late below-knee amputation (BKA). METHODS: This retrospective study included patients who underwent BKA following a lower extremity injury caused by firearms between March 2017 and March 2022. Patients who underwent emergency BKA at the first center they were taken to immediately after the injury constituted the early amputation (EA) group. Patients who were transferred to our tertiary-level referral center for continuation of treatment after the first intervention at another center and later underwent BKA constituted the late amputation (LA) group. The patients were evaluated regarding age, gender, amputation side, presence of phantom limb pain (PLP), and post-traumatic stress disorder (PTSD). RESULTS: Information was available from hospital records for a total of 35 patients; 16 in the EA group and 19 in the LA group. All patients were male. The mean age at the time of injury was 25.5±5.3 years (range, 20-45 years), and the mean follow-up period was 37±17 months (range, 25-72 months). In the comparison of PLP experienced, the difference between the groups was statistically significant, with PLP experienced by 1 (10%) patient in the EA group and by 9 (90%) in the LA group (p=0.010). PTSD was diagnosed in 3 (23%) patients in the EA group and 10 (77%) patients in the LA group (p=0.039). CONCLUSION: Patients who underwent late BKA were found to be affected by PLP and PTSD at a higher rate. When deciding on extremity-preserving surgery for patients with severe open injuries to the lower extremity, it is crucial to consider the poor outcomes associated with late BKA. Patients should be thoroughly informed about these negative outcomes. |
13. | Violence and bullying at school: 10-year data from the Forensic Medicine Department of a University Hospital in Türkiye Çağdaş Savaş, Nazlıcan Aras, Gizem Gençoğlu, Mehmet Hakan Özdemir PMID: 39092972 PMCID: PMC11372489 doi: 10.14744/tjtes.2024.93955 Pages 610 - 618 AMAÇ: Okulda şiddet en geniş tanımıyla okulda, okul çevresinde, okula giderken veya okula ilişkin herhangi bir çevrede fiziksel, psikolojik, cinsel şiddet ve zorbalık içeren eylemler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Okul ortamını çocuğun günlük yaşamının büyük bir kısmını geçirdiği bir yer olarak düşündüğümüzde, çocuğun yaşamı üzerindeki etkisi azımsanamayacak kadar büyüktür. Bu çalışmada anabilim dalımızda adli raporları düzenlenen okulda şiddet ve zorbalık olgularının özellikleri paylaşılarak; okul içi şiddet ve zorbalık olgularının tespiti ve engellenmesine yönelik çözüm önerilerinin sunulması ile bu hususta literatüre katkı sağlamak amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: 01.01.2012-31.12.2022 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalınca düzenlenen toplam 14330 adli rapor incelendi ve toplam 125 olgunun okulda şiddet gördüğü tespit edildi. Öğrenci olmayan 5 olgu analiz dışı bırakılarak çalışmaya sadece öğrenci olan 120 olgu dahil edildi. Sosyodemografk veriler, şiddetin türü, olayın geçtiği yer, okul çağı, yaralanma orjini, ruhsal değerlendirme sonuçları vb. değerlendirildi. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 29.0 paket programı kullanılarak yapıldı. BULGULAR: Toplam 120 olgunun 90’nı (%75) erkek, 25’i (%25) kadındı. Olguların en sık ortaöğretim (n=73, %60.8), ikinci sıklıkta ise (n=36, %30) ilköğretim düzeyinde şiddete maruz kaldığı tespit edildi. Maruz kalınan şiddetin türü incelendiğinde; en sık (n=96, %80) fiziksel, ikinci sıklıkta cinsel (n=21, %17.5) şiddet olduğu görüldü. Erkeklerin %91.1’nin (n=82) fiziksel, kadınların ise %43.3’ünün (n=13) cinsel şiddete maruz kaldığı saptandı. Cinsiyete göre maruz kalınan şiddetin türü arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (p<0,001). Şiddet sonrası ruhsal değerlendirmesi yapılan olgulara en sık konulan tanının travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) (n=15, %45.5) olduğu görüldü. SONUÇ: Şiddet ve zorbalık eylemleri ile mücadelede, farklı kültürlerdeki okullarda zorbalık nedenlerinin analiz edilmesi, problem alanına ilişkin uygun girişimlerin planlanıp uygulanması ve sonuçlarının yaygınlaştırılması ile tekrar edebilir olayları önlemeye dayalı stratejilerin daha etkin sonuçlar vereceği kanaatindeyiz. BACKGROUND: Violence at school is broadly defined as a range of acts including physical, psychological, and sexual violence, as well as bullying. These can occur at school, in the school environment, on the way to school, or in any school-related environment. Considering the school environment as the place where a child spends most of their daily life, its impact on the child's life cannot be underestimated. This study aims to contribute to the literature by sharing characteristics of school violence and bullying cases with forensic reports prepared in our department, and by presenting solution suggestions for detecting and preventing these issues. METHODS: Between January 1, 2012 and December 31, 2022, a total of 14,330 forensic reports issued by the Dokuz Eylül University Faculty of Medicine, Department of Forensic Medicine, were analyzed. It was found that 125 cases involved school violence. Five cases involving non-students were excluded, leaving 120 student cases for inclusion in the study. Sociodemographic data, type of violence, incident location, educational stage, injury origin, and psychiatric assessment results were assessed. Statistical analysis of the data was performed using the SPSS 29.0 package. RESULTS: Of the 120 cases analyzed, 90 (75%) were male, and 30 (25%) were female. The cases were most frequently subjected to violence at the secondary education stage (n=73, 60.8%) and, secondarily, at the primary education stage (n=36, 30%). When the type of violence was analyzed, it was found that physical violence was the most common (n=96, 80%), followed by sexual violence (n=21, 17.5%). Among these, 91.1% (n=82) of males and 43.3% (n=13) of females were exposed to physical and sexual violence, respectively. A statistically significant relationship was found between the type of violence and gender (p<0.001). Post-traumatic stress disorder (PTSD) was the most common diagnosis among those who underwent psychiatric assessments after experiencing violence (n=15, 45.5%). CONCLUSION: To effectively combat violence and bullying, we believe that strategies based on analyzing the causes of bullying in schools across different cultures, planning and implementing appropriate interventions tailored to the problem area, and preventing recurrence by disseminating the results will yield more effective outcomes. |