p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 22 Sayı : 4 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 22 (4)
Cilt: 22  Sayı: 4 - Temmuz 2016
DENEYSEL ÇALIŞMA
1.
Ezilme yaralanması oluşturulan sıçanlarda asetaminofen ve mannitolün etkileri: Deneysel çalışma
Effects of acetaminophen and mannitol on crush injuries in rats: An experimental study
Mustafa Ferudun Çelikmen, Sezgin Sarıkaya, Doğaç Niyazi Özüçelik, Mehmet Şükrü Sever, Kurtuluş Açıksarı, Deniz Maktav Çelikmen, Mustafa Yazıcıoğlu, Ali Kandemir, Halil Doğan, Barış Murat Ayvacı, Derya Özaşır Abuşka, Sıla Sadıllıoğlu
PMID: 27598600  doi: 10.5505/tjtes.2015.76824  Sayfalar 305 - 314
AMAÇ: Bu çalışmada, mekanik ezilme yaralanması oluşturulan sıçanlarda, asetaminofen ve mannitolün böbrek fonksiyonu ve histopatolojisi üzerine etkileri araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 370–400 gram ağırlığında 36 sıçan kullanıldı. Kontrol amaçlı birinci gruba bir işlem uygulanmadı. Diğer beş gruba ikişer saat süresince her iki bacak gastroknemius kası bölgesine mekanik ezilme işlemi uygulandı. Sonra dördüncü gruba asetaminofen 100 mg/kg; beşinci gruba mannitol 1 gr/kg; altıncı gruba asetaminofen 100 mg/kg ve mannitol 1 gr/kg intraperitoneal verildi. Herhangi bir tedavi uygulanmayan ikinci grup iki saat sonra, üçüncü grup ve tedavi grupları ise 24 saat sonra sakrifiye edilerek kan ve doku örnekleri alındı.
BULGULAR: Sodyum, potasyum, alanin aminotranferaz, kreatinin, ortalama kreatinin klirensi değerleri açısından asetaminofen ve mannitol tedavi grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Histopatolojik olarak hidropik dejenerasyon, tübüler nekroz, enflamasyon, tubulus lümeninde immünoperoksidaz ve miyoglobin varlığı, tubulus epitel hücre dejenerasyonu, tubulus lümeninde PAS boyanan materyel varlığı bulgularının mannitol uygulanan grupta azaldığı, asetaminofen uygulanan grupta mannitol uygulanan gruptan daha fazla azaldığı, asetaminofenle mannitol birlikte uygulandığında ise bulguların tek başına mannitol uygulamasından daha iyi, ancak tek başına asetaminofen uygulamasından daha iyi olmadığı görüldü.
TARTIŞMA: Ezilme yaralanmalarında oluşan böbrek hasarında asetaminofen histopatolojik olarak mannitolden daha etkilidir. Asetamniofen mannitolle birlikte kullanıldığında ise karaciğere olan toksik etkisi daha az olmaktadır.
BACKGROUND: The present objective was to evaluate effects of acetaminophen and mannitol on renal function and histopathology in crush injuries.
METHODS: Thirty-six rats weighing 370–400 g each were used. No surgery was performed on the first (control) group. The gastrocnemius muscle regions of each rat in the remaining 5 groups were compressed for 2 or 24 hours. In the 4th group, 100 mg/ kg acetaminophen was intraperitoneally administered. In the 5th group, 1 g/kg mannitol was administered. In the 6th group, 100 mg/kg acetaminophen and 1 g/kg mannitol were administered.
RESULTS: No statistically significant differences were observed among the treatment groups in terms of sodium, potassium, alanine aminotransferase (ALT), and average creatinine clearance values. Hydropic degeneration, tubular necrosis, presence of immunoperoxidase and myoglobin, tubulus epithelial cell degeneration, and presence of PAS-dyed material in tubular lumen was more prominently decreased in the acetaminophen group than the mannitol group. Improvement was observed in the group that was administered both drugs, compared to the mannitol-only group, though findings were still worse than those of the group administered acetaminophen only.
CONCLUSION: In crush injuries, acetaminophen improves histopathological renal damage better than mannitol. When used in conjunction with mannitol, the toxic effect of acetaminophen on the liver is decreased.

2.
Deneysel sepsis modelinde melatoninin sitokin salınımı ve kolonik anastomoz iyileşmesi üzerine etkileri
Effects of melatonin on cytokine release and healing of colonic anastomoses in an experimental sepsis model
Ömer Faik Ersoy, Namık Özkan, Zeki Özsoy, Hüseyin Ayhan Kayaoğlu, Erdinç Yenidoğan, Alper Çelik, Aziz Fikret Özuğurlu, Ebru Arabacı Çakır, Neşe Lortlar
PMID: 27598601  doi: 10.5505/tjtes.2015.49465  Sayfalar 315 - 321
AMAÇ: Deneysel sepsis modelinde erken dönem melatonin uygulamasının anastomoz yara iyileşmesi ve enflamasyon üzerine olan etkilerini göstermeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Altmış Wistar-Albino sıçan iki gruba ayrıldı. Melatonin ve kontrol gruplarına çekal ligasyon ve puncture ile kolonik rezeksiyon ve anastomoz yapıldı. Her iki gruptan 10’ar sıçana 16. saat, üçüncü ve yedinci günlerde relaparotomi yapıldı. Erken dönem sepsiste melatonin tedavisinin etkilerini incelemek amacıyla interlökin-6, interlökin-10, interferon-gama, C-reaktif protein düzeyleri, patlama basınçları, anastomotik segmentlerdeki kollajen hidroksiprolin içeriği, histopatolojik iyileşme düzeyleri ve CD34 ve “transforming growth factor beta” immünhistokimyasal düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: Tedavi grubunda interlökin-6 ve interferon-gama düzeylerinin ameliyat sonrası 16. saatte anlamlı olarak azaldığı, üçüncü ve yedinci günlerde ise artmış olduğu bulundu. İnterlökin-10 düzeyleri ise kontrol grubunda ameliyat sonrası 16. saatte anlamlı olarak artmışken, üçüncü ve yedinci günlerde düşük bulundu (p<0.001). Aynı zamanda tedavi grubunda kapiller permeabilite, fibroblast proliferasyonu ve kollajen depositleri anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.001). CD34 ekspresyonu tedavi grubunda ameliyat sonrası yedinci günde anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.005).
TARTIŞMA: Sıçan modelinde erken sepsis döneminde melatonin uygulamasının kolonik anastomoz iyileşmesini anlamlı olarak artırdığını düşünüyoruz.
BACKGROUND: The present objective was to identify effects of early melatonin application on healing of anastomotic wound and inflammation in an experimental sepsis model.
METHODS: A total of 60 Wistar albino rats were divided into 2 groups. Cecal ligation puncture (CLP) and colonic resection anastomosis were performed on both the control group and the melatonin treatment group. Both groups were divided into 3 subgroups consisting of 10 rats each. One subgroup from each group underwent re-laparotomy at the 16th hour, the next on the 3rd day, and the final subgroup on the 7th day. Presently evaluated were effects of melatonin treatment of early sepsis on interleukin-6 (IL-6), interleukin-10 (IL-10), interferon gamma (INF-γ), and C-reactive protein (CRP) levels, as well as burst pressures (BPs), collagen and hydroxyproline (OHP) content of the anastomotic segments, histopathologic healing, immunohistochemical expressions, CD34, and transforming growth factor beta (TGF-β).
RESULTS: IL-6 and INF-γ levels of the treatment group showed a significant decrease at the 16th hour and an increase on the 3rd and 7th postoperative days. IL-10 levels were significantly higher at the 16th hour and significantly lower on the 3rd and 7th postoperative days in the control group (p<0.001 for each). The treatment group also showed significantly higher capillary permeability, fibroblast proliferation, and collagen deposits (p<0.001 for each). CD34 expression was significantly increased in the treatment group on the 7th postoperative day (p=0.005).
CONCLUSION: Application of melatonin in early sepsis significantly improved colonic anastomotic healing in a rat model.

3.
Künt göğüs travmasıyla oluşturulan pulmoner kontüzyon sıçan modelinde eritropoietin düzeyleri ve eksojen eritropoietinin etkileri
Endogenous erythropoietin level and effects of exogenous erythropoietin in a rat model of blunt chest trauma-induced pulmonary contusion
Vedat Bakan, Ergül Belge Kurutaş, Harun Çıralık, Mustafa Gül, Ahmet Çelik
PMID: 27598602  doi: 10.5505/tjtes.2015.09483  Sayfalar 322 - 327
AMAÇ: Sıçanlarda oluşturulan künt göğüs travmasına bağlı akciğer kontüzyon modelinde, ilk 24 saat içinde endojen eritropoetin düzeylerinin oksidatif stresle ilişkisi ve ekzojen eritropoietinin etkilerini araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Otuz beş sıçan üç gruba ayrıldı: Grup BC (bazal kontrolü, n=7), herhangi bir işlem yapılmadı; Grup PC (pozitif kontrol, n=21), sıçanlarda kontüzyon oluşturuldu fakat tedavi verilmedi; Grup EPO-24 (eritropoietin tedavi, n=7), sıçanlarda kontüzyon oluşturuldu ve künt göğüs travmasından hemen sonra intraperitonal (5000 lU/kg) tek bir doz eritropoietin verildi. Pozitif kontrol grubu her grupta yedişer sıçan olacak şekilde üç alt gruba ayrıldı (PC-6, PC-12, PC-24). PC-6, PC-12, PC-24 grubundaki sıçanlar, künt travmadan 6, 12 ve 24 saat sonra, EPO-24 ve BC grubundaki sıçanlar ise travmadan 24 saat sonra öldürüldü. Akciğer dokusunda malondialdehit (MDA) ve EPO düzeyleri, süperoksit dismutaz (SOD) ve katalaz (CAT) aktiviteleri ölçüldü. BC, PC-24 ve EPO-24 gruplarında histopatolojik incelemeyle total doku hasarı saptandı.
BULGULAR: Ortalama MDA düzeyleri, SOD ve CAT aktiviteleri BC ve EPO-24 gruplarında PC grubuna göre düşüktü (p<0.005). PC-6, PC-12 ve PC-24 grubunun ortalama EPO konsantrasyonu BC grubuna göre daha yüksek bulundu (p<0.005). Akciğer doku hasarı skorları EPO-24 grubunda PC-24 grubuna göre daha düşüktü (p<0.005).
TARTIŞMA: Eritropoietin konsantrasyonları, SOD ve CAT düzeyleri pulmoner kontüzyon sonrası ilk 24 saatte akciğer dokusunda yüksek olduğu saptandı. Göğüs travması sonrası akut dönemde uygulanan tek doz intraperitoneal eritropoetin (5000 IU/kg), travmanın erken döneminde oksidatif hasarı ve doku zedelenmesini azaltmaktadır.
BACKGROUND: The present objective was to investigate endogen erythropoietin (EPO) level and relationship to oxidative stress within the first 24 hours of blunt chest trauma-induced pulmo-nary contusion (PCn) in a rat model.
METHODS: Thirty-five rats were divided into 3 groups. In the baseline control group (BC, n=7), rats were uninjured and untreated. In the positive control group (PC, n=21) rats were injured but untreated. In the EPO-24 group (n=7), rats were injured and a single dose of intra-peritoneal EPO (5000 IU/kg) was administered immediately after lung injury. The PC group was divided into 3 subgroups: PC-6 (n=7), PC-12 (n=7), and PC-24 (n=7). The BC group was subjected to thoracotomy, and the right lung was harvested. The PC subgroups were eu-thanized at 6, 12, and 24 hours after injury, respectively. The EPO-24 group was euthanized at the 24th hour after injury. Lung samples were obtained, levels of malondialdehyde (MDA) and EPO were analyzed, and activities of superoxide dismutase (SOD) and catalase (CAT) were then measured in homogenized lung tissue samples. Histologic damage to lung tissue in the BC group, the EPO-24 group, and PC subgroup euthanized at the 24th hour after injury were scored by a single pathologist blinded to group assignation.
RESULTS: Mean MDA levels, as well as SOD and CAT activities, of the BC and EPO-24 groups were significantly lower than those of the PC group (p<0.005). Mean EPO concentra-tion of the PC group was significantly higher than that of the BC group (p<0.005). Lung tis-sue damage scores measured at 24 hours after injury were significantly lower in the EPO-24 group than in the PC group (p<0.005).
CONCLUSION: In the present PCn rat model, EPO concentrations, as well as SOD and CAT levels, were high in lung tissue, when measured at 24 hours after PCn. When administered early after chest trauma, EPO significantly attenuated oxidative damage and tissue damage in the early phase, as assessed by biochemical markers and histologic scoring.

KLINIK ÇALIŞMA
4.
Travma geçirmiş çocuklarda mortalite öngörüsünde Pediyatrik Travma, Glasgow Koma Ölçeği ve Comparing Pediatric Trauma, Travma Şiddet Derecesi skorlarının karşılaştırması
Comparing Pediatric Trauma, Glasgow Coma Scale and Injury Severity scores for mortality prediction in traumatic children
Shahrokh Yousefzadeh-chabok, Ehsan Kazemnejad-leili, Leila Kouchakinejad-eramsadati, Marieh Hosseinpour, Fatemeh Ranjbar, Reza Malekpouri, Zahra Mohtasham-amiri
PMID: 27598603  doi: 10.5505/tjtes.2015.83930  Sayfalar 328 - 332
AMAÇ: Dünya ölçeğinde özellikle gelişmiş ülkelerdeki çocuklar arasında travma sakatlık ve ölümün önemli bir nedenidir. Burada amaç travma sonucu yaralanmış çocuklarda mortaliteyi öngörmede Pediyatrik Travma skoru (PTS), Glasgow Koma Ölçeği skoru (GKS) ve Travma Şiddet Derecesi skorunun etkililiklerini karşılaştırmaktı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Poursina Tıp ve Eğitim Merkezi’nin Acil Servisi’ne 2010-2011 yılı arasında toplam 588 travmalı çocuk kabul edilmiştir. Hastaların hepsi için PTS, GCS ve ISS hesaplandı. Alıcı işletim karakteristik (ROC) eğrisi kullanılarak %95 güven aralığıyla bu skorların öngördürücü etkililiği karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hasta popülasyonunun %62.1’i erkek ve %37.9’u kız çocuklarından ibaretti. Yaş ortalaması 7.31±3.8 yıl idi. Yaralanmanın en sık görülen nedeni trafik kazasıydı (%42.2). Genelde katılımcıların % 2.4’ü ölmüştü. Mortalitenin öngörüsü açısından GKS için en iyi kestirme değeri ≤8 olup %98.4 duyarlılık ve %92.3 özgüllüğe sahipti. PTS için kestirme değer ≤0.5 olup %100 duyarlılık ve %31’lik özgüllüğe sahipti. ISS için bu değer ≥16.5 olup %92.5 duyarlılık ve %62’lik özgüllüğe sahipti. Mortalite öngörüsüne dayalı tüm değişkenler istatistiksel açıdan anlamlıydı (p<0.0001).
TARTIŞMA: Çocukluk çağı travma olgularında PTS ve ISS ile karşılaştırıldığında GKS daha iyi bir öngördürücü faktör olabilir.
BACKGROUND: Trauma is a major cause of disability and death among children worldwide, particularly in developed countries. The present aim was to compare efficacies of the Pediatric Trauma score (PTS), the Glasgow Coma Scale score (GCS), and the Injury Severity Score (ISS) in the prediction of mortality in children injured by trauma.
METHODS: A total of 588 children admitted to the emergency ward of the Poursina Medical and Educational Center from 2010–2011 with trauma were included. The PTS, GCS, and ISS were calculated for all patients. Predictive efficacy of these scores was compared using receiver operating characteristic (ROC) curve with 95% confidence interval.
RESULTS: Of the patient population, 62.1% were male and 37.9% female, with a mean age of 7.31±3.8 years. Road accident (42.2%) was the most common cause of injury. Overall, 2.4% of participants died. Regarding the prediction of mortality, the best cut-off point for the GCS was ≤8, with 98.4% sensitivity and 92.3% specificity. The same point for the PTS was ≤0.5, with 100% sensitivity and 31% specificity. For the ISS it was ≥16.5, with 92.5% sensitivity and 62% specificity. All variables based on mortality prediction were statistically significant (p<0.0001).
CONCLUSION: When compared to the PTS and ISS, the GCS may be a better predictor of mortality in cases of childhood trauma.

5.
Acil servise başvuran yılan ısırması olgularının değerlendirilmesi: 132 olgu
Evaluation of patients with snakebite who presented to the emergency department: 132 cases
Mustafa Şahan, Veyis Taşın, Ali Karakuş, Oguzhan Özcan, Umut Eryiğit, Güven Kuvandık
PMID: 27598604  doi: 10.5505/tjtes.2016.03392  Sayfalar 333 - 337
AMAÇ: Bu çalışmada, yılan ısırması nedeni ile acil servise getirilen hastaların klinik evreleri, gelişen komplikasyonlar, yapılan tedaviler ve sonuçları değerlendirildi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu amaçla acil servise yılan ısırması nedeni ile getirilen 132 olgu hastane kayıtlarından geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Hastaların %42.9’u (n=57) Evre 0 düzeyindeydi. En sık görülen lokal komplikasyon ağrı (n=56; %42.4) iken sistemik komplikasyon International Normalized Ratio (INR) değerinde uzama %5.3 (n=7) idi. Lokal komplikasyonlar her evrede görülebilirken sistemik komplikasyonlar ileri evrelerde görüldü. Yılan antivenomu %46.4 (n=61) hastaya uygulandı. Altmış dokuz hasta (%52.2) hastaneye yatırılırken, 63 hasta (%47.7) acil servisteki 6–12 saatlik gözlem sonrası şifa ile taburcu edildi. Ölüm olgusu görülmedi. Olgulardan altı aylık ve bir yıllık sürede olumsuz geri bildirim alınmadı.
TARTIŞMA: Yılan ısırması olgularında yılan zehirinde bulunan toksinlere göre oluşabilecek komplikasyonlar değerlendirilmeli ve uygun tedavi evrelere göre zamanında başlanmalıdır. Bu yaklaşım komplikasyonların gelişimini engeller veya azaltır.
BACKGROUND: The present objective was to evaluate clinical stages, complications, treatment modalities, and termination of treatment in patients who presented to the emergency department with snakebite.
METHODS: A total of 132 snakebite cases were retrospectively examined using emergency department records.
RESULTS: The majority of patients, 42.9% (n=57), had grade 0 snakebite. The local complication most frequently observed was pain (42.4%, n=56); the most common systemic complication was prolonged international normalized ratio (INR) level (5.3%, n=7). Local complications were observed in patients at all stages, while systemic complications were observed only in patients at advanced stages. Antivenom was administered in 46.4% (n=61) of patients, 52.2% (n=69) of patients were hospitalized, and 47.7% (n=63) of patients were discharged after 6–12 hours of monitoring. No negative outcome was observed during 6-month or year-long follow-up.
CONCLUSION: Complications should be evaluated based on type of toxin, and appropriate treatment should be initiated efficiently, according to clinical stage. This approach reduces or prevents the development of complications.

6.
Akut apandisitte endotelial nitrik oksit sentaz sisteminin rolü
Role of endothelial nitric oxide synthases system on acute appendicitis
Bahadır Taslidere, M.D., Elif Funda Sener, MSc, PhD, Elif Taslidere, M.D., Nahide Ekici Gunay, M.D., Oguzhan Bol, M.D., Emre Bülbül, M.D., Ramazan Sami Aktas, M.D., Nurullah Gunay, M.D.
PMID: 27598605  doi: 10.5505/tjtes.2016.38202  Sayfalar 338 - 343
AMAÇ: Akut apandisit etiyolojisinde en önemli fizyopatolojik sürecin apandiks lümeninin bir nedenle obstrüksiyonu ve enflamasyonu olduğu bilinmesine rağmen, bu enflamasyon ile endotelial nitrikoksit sentaz (eNOS) gen polimorfizmi arasında yapılan bir araştırma bulunmamaktadır. Oysaki enflamasyon ile endotelial nitrikoksit sentaz ilişkisi birçok çalışmada gösterilmiştir. Literatürdeki eksik yerini hala koruyan akut apandisit ve endotelial nitrikoksit sentaz gen polimorfizmi muhtemel ilişkisi hipotezi araştırılmağa değer bulunmuştur.
GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırma için 201 akut apandisitli ve 201 kontrol grubu olmak üzere 402 birey incelemeye alındı. Acil servise başvuran akut apandisitli hastalardan çalışma grubu oluşturulurken, yakınlarından da kontrol grubu belirlendi. Çalışmada eNOS gen polimorfizmine ait genotipleri analiz edildi.
BULGULAR: İntron 4b/4a’nin 119 bireyde pozitif olduğu görüldü. Genotiplerden G894T-GT’nin 71 ve nitrikoksit sentaz 786-1’in 71 akut apandisitli olguda pozitif olduğu saptanarak, bu sonuçlar ile AA hastaları ve kontrol grubu eNOS 4a/b, G894-GT ve 786-1 genotipleri arasında anlamlı bir fark bulunmadı.
TARTIŞMA: Akut apandisit ve eNOS gen polimorfizmi muhtemel ilişkisi olarak hipotezi kurulan bu çalışmadan elde edilen sonuçlarda eNOS ile akut apandisit arasında istatistikî bir ilişki kurulmamıştır. Ancak, böyle bir ilişkinin olmadığını bu çalışma ile iddia etmek mümkün gözükmemektedir. Metodolojik açıdan elde edilen veriler önem taşımakta ve yapılacak daha geniş çalışmalar ile bu konu hakkında daha detaylı bilgiler elde edilebilecektir.
BACKGROUND: Obstruction and inflammation of the appendix lumen is the leading physiopathological process during acute appendicitis (AA). Although the relationship between inflammation and endothelial nitric oxide synthases (eNOS) has been well described, no recent data describing the relationship between inflammation during AA and polymorphism of the eNOS gene has been reported. Given the limited data available, we believed that defining the relationship between AA and eNOS would be a beneficial contribution.
METHODS: A total of 201 patients admitted to the emergency department with AA and 201 healthy volunteers selected from among the relatives of patients were included. Polymorphism of the eNOS was assessed.
RESULTS: Intron 4a/4a was positive in 119 participants, genotype G894T GT was positive in 71 patients with AA, and 786-1 was positive in 71 patients with AA. These results suggest that no statistically significant correlation exists between genotypes of AA patients and control subjects regarding 4a/b, G894-GT, and 786-1 eNOS polymorphisms.
CONCLUSION: Though the present results suggest that no statistically significant correlation exists between AA and eNOS gene polymorphism, to claim otherwise is also impractical. We believe that the present results will lay the groundwork for future, larger studies.

7.
Akut mezenterik iskemili hastalarda nötrofil-lenfosit oranının tanısal yararı: Geriye dönük kohort çalışma
Diagnostic utility of the neutrophil-lymphocyte ratio in patients with acute mesenteric ischemia: A retrospective cohort study
Yusuf Tanrıkulu, Ceren Şen Tanrıkulu, Mehmet Zafer Sabuncuoğlu, Ayetullah Temiz, Furuzan Köktürk, Boran Yalçın
PMID: 27598606  doi: 10.5505/tjtes.2015.28235  Sayfalar 344 - 349
AMAÇ: Akut mezenterik iskemi (AMI) olgularının %50–70’i ölümcül olup, hızlı ve etkili bir klinik değerlendirme ve tedavi gerektiren bir vasküler acil olarak kabul edilmektedir. Mevcut geriye dönük çalışmada, biz AMI erken tanısında nötrofil/lenfosit oranının (NLR) olası yararını ve bu oranın AMI ile non-vasküler bağırsak nekrozu (NVBN) ayırıcı tanısında etkili olup olmadığını araştırdık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 1 Mayıs 2010–30 Nisan 2015 tarihleri arasında 58 AMI, 62 NVBN ve 62 kontrol hastası incelendi. Akut mezenterik iskemi tanısıyla laparotomi ve/veya bağırsak rezeksiyonu yapılan hastalar çalışma grubuna alındı. İnkarsere ve strangüle herni nedeniyle segmenter bağırsak rezeksiyonu yapılan hastalar NVBN grubuna alındı. Kontrol grubu hastaları non-spesifik karın ağrısı nedeniyle acil servise başvuran hastalarda oluşturuldu.
BULGULAR: Mortalite oranı AMI grubunda %51.7, NVBN grubunda %4.8 idi. Akut mezenterik iskemi grubunda lökosit (WBC) sayısı, C-reaktif protein (CRP) ve eritrosit dağılım aralığı diğer gruplardan daha yüksekti. Nötrofil/lenfosit oranı, AMI ve NVBN grubunda kontrol grubundan daha yüksekti (p<0.001), ancak AMI ve NVBN grupları arasında fark yoktu. Ayrıca, NVBN grubunda WBC sayısı ve CRP control grubundan daha yüksekti (p<0.001).
TARTIŞMA: Ameliyat öncesi NLR düzeyinin AMI tanısında yardımcı olacağını ve AMI ile bağırsak nekrozu ile seyreden NVBN gibi durumlarla ayrıcı tanıda kullanabileceğini düşünmekteyiz. Bundan dolayı, bu tür hastalarda NLR klinik muayeneye ek olarak hesaplanmalıdır.
BACKGROUND: Acute mesenteric ischemia (AMI) remains fatal in 50–70% of cases. AMI is recognized as a vascular emergency, requiring rapid and efficient clinical evaluation and treatment. In the present retrospective study, the possible utility of the neutrophillymphocyte ratio (NLR) in the early diagnosis of AMI was explored. The potential use of this ratio to distinguish AMI from non-vascular bowel necrosis (NVBN) was investigated.
METHODS: A total of 58 AMI, 62 NVBN, and 62 control patients were enrolled between May 1, 2010 and April 30, 2015. Patients who underwent laparotomies and/or bowel resections to treat AMI were included, as were NVBN patients who underwent segmental bowel resection to treat incarcerated and strangulated hernias. Controls were patients who presented to the emergency room with non-specific abdominal pain.
RESULTS: Mortality rate was 51.7% in the AMI and 4.8% in the NVBN groups. White blood cell (WBC) count, C-reactive protein (CRP) level, and red cell distribution width (RDW) were highest in the AMI group. NLR was higher in the AMI and NVBN groups than in the control group (p<0.001), though no difference in NLR was found between the AMI and NVBN groups. In addition, WBC count, CRP level, and NLR were higher in the NVBN group than in the controls (p<0.001).
CONCLUSION: We suggest that preoperative NLR aids in the diagnosis of AMI, and can be used to distinguish this condition from NVBN. NLR should be calculated, in addition to clinical examination.

8.
Çocuk tip III suprakondiler humerus kırıklarında medial mini açık teknikle perkütan tekniğin karşılaştırlması
Medial mini-open versus percutaneous pin fixation for type III supracondylar fractures in children
Ersin Erçin, Mustafa Gökhan Bilgili, Emre Baca, Serdar Hakan Başaran, Alkan Bayrak, Cemal Kural, Mustafa Cevdet Avkan
PMID: 27598607  doi: 10.5505/tjtes.2015.20268  Sayfalar 350 - 354
AMAÇ: Bu çalışmada, çocukluk çağında görülen suprakondiler humerus kırıklarında medial mini açık teknikle perkütan tekniği karşılaştırıldı, floroskopi zamanı, cerrahi süre ve iyatrojenik ulnar sinir hasarı araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2011 ve 2013 yılları arasında ameliyat edilen 104 adet Gartland tip III suprakondiler humerus kırığı ileriye yönelik olarak incelendi. Birinci gruptaki (Grup A) 41 hastaya medial mini açık insizyonla medialden bir ve lateralden iki adet pin ile fiksasyonu yapıldı. İkinci gruptaki (Grup B) 63 hastaya tüm pinler perkütan yerleştirildi. Ortalama takip süresi Grup A’da 14.1±1.2 ay ve Grup B’de 14.6±2.1 aydır. Cerrahi sonrası hastalar sinir yaralanması açısından motor ve duyu muayeneleri yapıldı. Cerrahinin süresi, toplam floroskopi süresi, medial pin için floroskopi süresi, Baumann açısı, humerokapitallar açı, son taşıma açısı ve eklem hareket açıklığı değerlendirildi.
BULGULAR: Duyu incelemesinde Grup A’da üç kötü ve bir orta sonuç, Grup B’de iki kötü ve bir orta sonuç elde edildi. İstatististiksel olarak fark saptanmadı. Gruplar arasında cerrahi süre ve toplam floroskopi süresi açısından fark saptanmadı. Medial mini açık yapılan grupta medial pin fiksasyonu sırasında floroskopi süresi daha kısa saptandı.
TARTIŞMA: Medial mini açık teknik ve perkütan tekniğin her ikisin dede iyatrojenik ulnar sinir yaralanma riski mevcuttur. Medial mini açık teknikte medial pin yerleştirme işlemi daha kısa süre floroskopi kullanımı açısından avantajlıdır.
BACKGROUND: The present objective was to compare medial mini-open and percutaneous treatment of pediatric supracondylar fractures according to fluoroscopy time, duration of surgery, and iatrogenic ulnar nerve injury.
METHODS: A total of 104 Gartland type III supracondylar humerus fractures were prospectively evaluated between 2011 and 2013. Patients were divided into 2 groups according to type of fixation. In Group A (41 patients), medial pin was inserted with mini-open incision with 2 lateral pins inserted percutaneously. In Group B (63 patients), all pins were inserted percutaneously. Mean follow-up time was 14.1±1.2 months in Group A, and 14.6±2.1 months in Group B. All patients were postoperatively evaluated for nerve injury with both motor and sensory function assessment. Length of surgery, total fluoroscopy time, fluoroscopy time for medial pin insertion, Baumann’s angle, humeral capitellum angle, final carrying angle, and range of motion were recorded.
RESULTS: Sensorial evaluation showed that Group A had 3 poor, and 1 fair results, and Group B had 2 poor, and 1 fair results. No statistically significant differences were observed, including no differences in either surgery or total fluoroscopy times between groups. However, fluoroscopy time during medial pin placement was significantly lower in the mini-open group.
CONCLUSION: In conclusion, similar results of both techniques were observed, and both carry risk of iatrogenic ulnar nerve injury. Medial pin placement is easier and less demanding when used with mini-open technique.

9.
Lineer kırık varlığı, geç gelişen posterior fossa epidural hematomu açısından bir risk faktörümüdür?
Is the presence of linear fracture a predictor of delayed posterior fossa epidural hematoma?
Atilla Kircelli, Ömer Özel, Halil Can, Ramazan Sarı, Tufan Cansever, İlhan Elmacı
PMID: 27598608  doi: 10.5505/tjtes.2015.52563  Sayfalar 355 - 360
AMAÇ: Travmatik posterior fossa epidural hematomları ender görülmelerine karşın mortalite ve morbiditesi suratentorial yerleşimli epidural hematomlardan daha yüksektir. Belirti ve bulguları silik ve belirsiz olmalarının yanında hızlı bir kötüleşme göstererek bilinç bozukluğundan komaya ve sonuçta ölüme yol açabilir. Bilgisayarlı tomografinin (BT) kullanımının posterior fossa travması geçirmiş kranium kırığı bulunan olgularda yaygınlaşması ile erken tanı konulabilmektedir. Ancak ilk çekilen tomografide görülmeyip seri çekimlerde yakalanan hematomlara geç gelişen epidural hematom’lar denmektedir. Çalışmamızda supratentorial-infratentorial kompartmanlarda gelişmiş epidural hematomların (EDH) lineer kırık varlığı ile ilişkisi ve geç dönemde gelişen epidural hematomlarla ilişkisi incelendi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 1995–2005 yıllarında kliniğimizde 212 supratentorial epidural hematom (SEDH) ve 22 posterior fossa epidural hematomu (PFEDH) tanısı ile tedavi edilen olgular sunuldu. PFEDH olgularından 21’i ameliyat edildi, 1 olgu konservatif takip edildi, bu grubun içinden 4 olgu ise gecikmiş posterior fossa epidural hematomu (GPFEDH) nedeniyle ameliyat edildi.
BULGULAR: Posterior fossa epidural hematomu nedeniyle tedavi ettiğimiz hastaların yaş ortalamaları 12, SEDH nedeniyle tedavi ettiğimiz hastaların yaş ortalamaları 18 idi. Hematomlar, parietal bölgede %27, temporal bölgede %16 ve posterior fossada %8 oranlarında görülmekteydi. Supratentorial epidural hematom olan 212 hastanın %48’inde, PFEDH olgularının %68’inde lineer kırık mevcuttu. Posterior fossada geç gelişen eipdural hematom görülme sıklığı %2 idi. İnfratentorial kompartmanda geç gelişen epidural hematom görülme olasılığı ileri derecede supratentorial kompartmana nazaran anlamlıydı (p=0.007). Çalışmamızda lineer kırığı olupta posterior fossada EDH gelişme oranı 10.27 kat daha bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA: Geç gelişen posterior fossa epidural hematomları klinik detoryantasyonla beraber hastayı ölümcül sonuçlara götürebilmektedir. Gecikmiş posterior fossa epidural hematomlarının tanısı ve cerrahi modalite hayat kurtarıcı olmakla beraber posterior fossa direkt grafilerinde kırık hattı tespit edilen hastalarda yüksek oranda EDH gelişebileceği göz önünde bulundurulmalı, bu tarzda olan hastaları yakın gözlem altında tutmalı gerektiğinde seri BT çekimleri yapılmalıdır.
BACKGROUND: Though traumatic posterior fossa epidural hematoma (PFEDH) is rare, the associated rates of morbidity and mortality are higher than those of supratentorial epidural hematoma (SEDH). Signs and symptoms may be silent and slow, but rapid deterioration may set in, resulting in death. With the more frequent use of computed tomography (CT), early diagnosis can be achieved in patients with cranial fractures who have suffered traumatic injury to the posterior fossa. However, some hematomas appear insignificant or are absent on initial tomography scans, and can only be detected by serial CT scans. These are called delayed epidural hematomas (EDHs). The association of EDHs in the supratentorial-infratentorial compartments with linear fracture and delayed EDH (DEDH) was presently investigated.
METHODS: A total of 212 patients with SEDH and 22 with PFEDH diagnosed and treated in Göztepe Training and Research Hospital Neurosurgery Clinic between 1995 and 2005 were included. Of the PFEDH patients, 21 underwent surgery, and 1 was followed with conservative treatment. In this group, 4 patients underwent surgery for delayed posterior fossa epidural hematoma (DPFEDH).
RESULTS: Mean age of patients with PFEDH was 12 years, and that of the patients with SEDH was 18 years. Classification made according to localization on cranial CT, in order of increasing frequency, revealed of EDHs that were parietal (27%), temporal (16%), and located in the posterior fossa regions (approximately 8%). Fracture line was detected on direct radiographs in 48% of SEDHs and 68% of PFEDHs. Incidence of DPFEDH in the infratentorial compartment was statistically significantly higher than incidence in the supratentorial compartment (p=0.007). Review of the entire EDH series revealed that the likelihood of DEDH development in the infratentorial compartment was 10.27 times higher in patients with linear fractures than in patients with supratentorial fractures (p<0.05).
CONCLUSION: DPFEDH, combined with clinical deterioration, can be fatal. Accurate diagnosis and selection of surgery modality can be lifesaving. The high risk of EDH development in patients with a fracture line in the posterior fossa on direct radiographs should be kept in mind. These patients should be kept under close observation, and serial CT scans should be conducted when necessary.

10.
Ottawa ayak bileği kurallarının ülkemizde devlet hastanesi acil servisinde görevli pratisyen hekimler tarafınca kullanımı
Implementation of the Ottawa ankle rules by general practitioners in the emergency department of a Turkish district hospital
Murat Daş, Aytun Temiz, Yunsur Çevik
PMID: 27598609  doi: 10.5505/tjtes.2016.72662  Sayfalar 361 - 364
AMAÇ: Ottawa ayak bileği kurallarının ülkemizde devlet hastanesinde görevli pratisyen hekimler tarafınca kullanılmasının etkinliğini araştırmak.
GEREÇ VE YÖNTEM: İki yüz yataklı devlet hastanesi ikinci basamak acil servise, ayak-ayakbileği travması ile müracaat eden 405 hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalar pratisyen hekim tarafınca muayene edilerek Ottawa pozitif veya negatif olarak sınıflandırıldı. Tüm hastalara ön-arka ve yan, ayak ve ayak bileği grafisi çekildi. Grafiler, hastanın Ottawa grubunu bilmeyen ortopedi ve radyoloji uzmanlarınca değerlendirilerek klinik olarak anlamlı kırık olup olmadığı saptandı. Takiben sonuca göre Ottawa ayakbileği kuralı için duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif kestirim değerleri hesaplandı.
BULGULAR: İki yüz elli bir (%61.97) hasta Ottawa (+), 154 hasta (%38.02) Ottawa (–) olarak saptandı. Altmış iki (%15.3) hastada klinik olarak anlamlı kırık tespit edildi. Kırık olan 62 hastanın 61’inde (%98.4) Ottawa (+) idi. Deplase olmamış birinci metatars kırığı tespit edilen bir (%1.6) hastada Ottawa (–) idi. Bununla birlikte kırık saptanmayan 190 (%55.4) hasta Ottawa (+), 153 (%44.6) hasta Ottawa (–) idi (p<0.001). Duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif kestirim değerleri sırasıyla %98.39, %44.61, %24.30 ve %99.35 idi. Eğri altında kalan alan 0.71 olarak hesaplandı. Bu sonuçlara göre Ottawa ayakbileği kurallarının olası radyolojik tetkik azaltma oranı %38.02 olarak tespit edildi.
TARTIŞMA: Ottawa ayak bileği kuralları (OAR) akut ayak bileği ve ayak orta bölüm yaralanmaları geçiren hastalarda yüksek derecede duyarlı tarama testidir. İyi eğitimli pratisyen hekimlerin OAR’yi uygulaması çekilen radyogramların sayısının anlamlı derecede azalmasını sağlayarak, hasta ve personelin zamandan tasarruf sağlamasına ek olarak tedavi maliyetini ve radyasyona maruziyeti de azaltır.
BACKGROUND: The present objective was to assess implementation of the Ottawa ankle rules (OAR) as a method of fracture prediction in the emergency department (ED) of a Turkish state hospital.
METHODS: Patients who presented to the ED of our hospital with acute ankle injury were evaluated. All were examined by a general practitioner, after which a series of ankle and foot x-rays (anteroposterior and lateral) were performed. Radiography was examined by a radiologist and an orthopedic surgeon, both of whom were blinded to OAR results. Radiographic results were compared to results of OAR implementation. Sensitivity and specificity of the OAR in the diagnosis of fracture was calculated.
RESULTS: A total of 251 (61.97%) patients were diagnosed as positive (+) for fracture after OAR implementation, 154 (38.02%) as negative (–). Clinically significant fracture was detected in 62 (15.3%) patients. A total of 61 (98.4%) patients with significant fracture were OAR (+); 1 (1.6%) was OAR (–). However, 190 (55.4%) patients without fracture were OAR (+); 153 (44.6%) were OAR (–) (p<0.001). Sensitivity, specificity, and positive and negative predictive values of OAR implementation in the prediction of fracture were 98.39%, 44.61%, 24.30%, and 99.35%, respectively. Area under the curve (AUC) was 0.71. According to these results, it was determined that use of radiography could be reduced by 38.02% if the OAR were implemented.
CONCLUSION: The OAR are a highly sensitive means of screening of patients with acute ankle and mid-foot injuries. Application of the OAR by well-trained general practitioners can lead to significant reduction in the number of x-rays performed, thereby reducing cost of treatment and radiation exposure, in addition to saving time for patients and staff.

11.
Ölümle sonuçlanan acil ve elektif genel cerrahi olgularında tıbbi uygulama hatasının değerlendirilmesi
Evaluation of medical malpractice in emergency and elective general surgery cases resulting in death
İbrahim Üzün, Erdinç Özdemir, İpek Esen Melez, Deniz Oğuzhan Melez, Adem Akçakaya
PMID: 27598610  doi: 10.5505/tjtes.2015.26543  Sayfalar 365 - 373
AMAÇ: Genel cerrahi, komplikasyon ile hata karşılaştırmasında karar vermenin zor olduğu dallardan biridir. Çalışmamızda tıbbi uygulamada hata iddiası bulunan genel cerrahi ölüm olgularında, tıbbi uygulama hatasının değerlendirilmesi için göz önüne alınan temel adli tıbbi parametrelerin sunulması ve bu kavramların literatür üzerinden tartışılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: 01.01.2012–31.12.2013 tarihleri arasında, genel cerrahi branşı hekimleri hakkında tıbbi uygulamada hata iddiası nedeniyle Adli Tıp Kurumu Birinci Adli Tıp İhtisas Kurulu’na gönderilmiş ve tıbbi uygulama ile ölümün illiyetli olduğu belirlenmiş olgular geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Toplam 105 olgunun %21.9’unda (n=23) tıbbi uygulama hatası olduğu ve en sık primer hastalık tanılarının sırasıyla travma–yaralanma (n=32, %30.5), kolesistit (n=25, %23.8) ve apandisit (n=8, %7.6) olduğu görüldü. Tedavi şekilleri, tıbbi uygulamada hata kararı açısından karşılaştırıldığında, sadece medikal tedavi olan olgularda hata gözlenme oranı, cerrahi+medikal tedavi gören olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0.003; p<0.01). Ancak, acil ve elektif cerrahi tedaviler, tıbbi uygulamada hata kararı açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). Klinik tanı ile otopside belirlenen tanı arasındaki ilişkinin tıbbi uygulamada hata kararı üzerindeki etkisi değerlendirildiğinde; klinik tanı ve -otopsi var olduğunda- otopsi tanısının uyum durumu ile tıbbi uygulamada hata kararı arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edildi (p=0.031; p<0.05). Klinik tanının otopsi ile doğrulandığı olgularda, hata olduğu yönünde karar verilme oranı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olarak bulundu (p=0.028; p<0.05).
SONUÇ: Elde edilen sonuçlar yorumlandığında, Adli Tıp Kurumu’nun tıbbi uygulama hatası değerlendirmesinde otopsi verileri kadar klinik takip verilerini de dikkate aldığı, genel cerrahide medikal tedavinin doğru uygulanmasına önem verilmesi gerektiği ve hekimlerin acil şartlarda elektif şartlar kadar başarılı oldukları unsurları dikkat çekici bulunmuştur.
BACKGROUND: General surgery is one of the branches in which the distinction between complication and malpractice is difficult to distinguish. In this study, presentation of the main forensic medical parameters considered for the evaluation of medical malpractice in cases of general surgery deaths in which medical malpractice has been alleged and discussing related concepts through the literature are aimed.
METHODS: Allegations of medical malpractice against general surgery physicians sent to the First Forensic Expertise Board of the Council of Forensic Medicine between January 1, 2012 and December 31, 2013 for which the relation of casuality between medical malpractice and death had been determined were retrospectively evaluated.
RESULTS: Medical malpractice was ruled in 21.9% (n=23) of 105 cases. The most common primary disease diagnoses were trauma-injury (n=32, 30.5%), cholecystitis (n=25, 23.8%) and appendicitis (n=8, 7.6%). When treatment types were compared according to malpractice decision, rate of malpractice in medicine-only treatment was found to be significantly higher compared to surgery + medical treatment (p=0.003, p<0.01). No statistically significant difference was found regarding the rate of malpractice between cases of emergency and elective surgery (p>0.05). When incidence of medical malpractice was compared between cases with clinical diagnosis and diagnosis determined by autopsy, a statistically significant difference was found (p=0.031, p<0.05). Malpractice was ruled at a significantly lower rate in cases in which diagnosis was confirmed with autopsy (p=0.028, p<0.05).
DISCUSSION: It can be concluded that physicians are as successful in emergency conditions as in elective conditions and correct administration of medical treatment is of vital importance. Moreover, the Council of Forensic Medicine considers the clinical follow-up data as well as the autopsy data in medical malpractice evaluation.

12.
Çocuklarda vasküler olmayan dördüncü derece böbrek yaralanmalarında minimal invaziv tedavi yaklaşımları
Minimally invasive theurapeutic approaches in pediatric nonvascular fourth-grade renal trauma
Ayşe Başak Uçan, Zehra Günyüz Temir, Arzu şencan, Aytaç karkıner, Hüseyin evciler
PMID: 27598611  doi: 10.5505/tjtes.2016.09514  Sayfalar 374 - 378
AMAÇ: Çocukluk çağında düşük dereceli künt böbrek yaralanmalarında konservatif tedavi yöntemleri kullanılır. Ancak dördüncü derece yaralanmalarda tedavi protokolleri tam olarak belirlenememiştir. Çalışmamızın amacı, kliniğimize ürinom ile başvuran veya üriner ekstravazasyon saptanan hastalarda tedavi yöntemlerini tartışmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimize 2003–2012 yılları arasında başvurmuş olan ve dördüncü derece renal travma saptanmış olan sekiz olgu (K/E=1/7, ortalama yaş: 6 yaş) uygulanan tedavi yöntemleri açısından geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Dört olguda yüksekten düşme, üç olguda batına künt travma ve bir olguda kereste makinesine sıkışma nedeniyle renal yaralanma vardı. Dört olguda sağ, dört olguda sol renal travma saptandı. Hiçbir olguda hemodinamik instabilite nedeniyle acil eksplorasyon gerekmedi. Bir olgunun ilk incelemelerinde üriner ekstravazasyon gösterilmiş olmasına rağmen izlemde ürinom saptanmadı. Ürinom gelişen yedi olgunun beşi drenaj yöntemleri ile (üç olguda JJ kateter, bir olguda perkütan drenaj (PD) kateteri, bir olguda PD sonrasında JJ kateter yerleştirilerek) tedavi edildi. Geri kalan iki olguda ilk tedavi olarak PD uygulanmasına rağmen üriner sistem bütünlüğünün bozulmuş olması nedeniyle alt pol nefrektomi ve pelviplasti uygulandı. Bir olguya bulguları geriledikten sonra üreteropelvik darlık nedeniyle piyeloplasti uygulandı. Tüm kateterler üriner sistemde ekstravasyon olmadığı gösteridikten sonra çekildi. JJ kateter çekilme süresi ortalama dört ay, PD kateter çekilme süresi 1.5 ay idi.
SONUÇ: Çocukluk çağındaki dördüncü derece renal yaralanmalar minimal invaziv yöntemlerle başarıyla tedavi edilebilmektedir. Cerrahi uygulanan olgularda bile öncelikle minimal invaziv yöntemlerin seçilmesi böbreğin korunma şansını artırmaktadır.
BACKGROUND: Conservative management procedures are implemented in cases of low-grade pediatric blunt renal trauma, but procedures for grade 4 injuries are not clearly defined. The present objective was to discuss treatment procedures in patients who presented with or developed urinoma during follow-up.
METHODS: Treatment procedures implemented in 8 patients (female: male ratio=1: 7; average age: 6) with grade 4 renal trauma who presented to the clinic between 2003 and 2012 were retrospectively analyzed.
RESULTS: Cause of renal injury was fall in 4 cases, blunt abdominal trauma in 3 cases, and being trapped in a harvesting machine in 1 case. Right renal trauma was diagnosed in 4 cases, left renal trauma in 4. Emergent exploration due to hemodynamic instability was not necessary. Although urinary extravasation was observed upon investigation in 1 patient, urinoma did not form during follow-up. Five of the 7 patients with urinoma were treated with drainage procedures (double-J catheter ( JJ) in 3, percutaneous drainage (PD) in 1, followed by JJ catheter placement). In spite of initial PD, inferior pole nephrectomy and pyeloplasty were performed in the remaining 2 cases due to decomposition of the integrity of the urinary system. In 1 patient, pyeloplasty was performed following regression of symptoms due to ureteropelvic obstruction. Catheters were removed when extravasation was not detected in the urinary system. Average time of removal was 4 months for JJ catheters and 1.5 months for PD catheters.
DISCUSSION: Pediatric grade 4 renal trauma can be successfully treated with minimally invasive procedures. Initial implementation of these procedures increases the chance of kidney salvage, even when surgical intervention is eventually performed.

13.
Proksimal humerus çok parçalı kırıklarında plak osteosentez ve hemiartroplasti sonuçlarının orta dönem takip ile değerlendirilmesi
Mid-term follow-up evaluation of plate osteosynthesis and hemiarthroplasty results in multipart fractures of the proximal humerus
Cem Çelik, Seyit Ali Gümüştaş, Gültekin Sıtkı Çeçen, Güven Bulut, Halil İbrahim Bekler
PMID: 27598612  doi: 10.5505/tjtes.2016.90402  Sayfalar 379 - 385
AMAÇ: Bu çalışmada, fiksasyon veya hemiartroplasti ile tedavi edilmiş olan parçalı proksimal humerus kırıklarında hastaların fonksiyonel sonucuna etki eden faktörleri geriye dönük olarak değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamıza 2007–2012 yılları arasında kliniğimizde Neer tip 3 ve 4 proksimal humerus kırığı nedeniyle ameliyat edilen ve ameliyat sonrası en az iki yıl takibi sürdürülen 58 (19 kadın, 39 erkek; ort. yaş; 51.04 yıl; dağılım 22–78 yıl) hasta dahil edildi. Hastaların 35’ine açık redüksiyon ve anatomik plak fiksasyon, 23’üne parsiyel omuz protezi uygulandı. Hastalar son kontrollerinde Constant-Murley’in omuz skorlamasına göre değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, ASA skoru, travma enerjisi, kırık tipi ve ameliyat öncesi sürenin fonksiyonel sonuçlar üzerine etkisi incelendi.
BULGULAR: Hastalar ortalama 47.25±13.29 (25–76) ay takip edildi. Hastaların tümünde ortalama Constant-Murley puanı 58.65±18.62 olarak tespit edildi. Fonksiyonel puan fiksasyon grubunda 65.77±18.67 iken, hemiartroplasti grubunda 47.82±12.52 olarak saptandı (p=0.001). Bağımsız değişkenlerin birden fazlasının fonksiyonel sonuçlara etkisi incelendiğinde, fiksasyon grubunda ASA skoru ve kırık tipi, hemiartroplasti grubunda ise travma enerjisi ile fonksiyonel sonuçları anlamlı düzeyde etkilediği tespit edildi. Son takipte 20 hastada (%34.5) komplikasyon saptandı ve bunların 14’ü (%70) rotator cuff yetmezliğiydi.
SONUÇ: Çok parçalı proksimal humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde plak fiksasyonu ile daha yüksek fonksiyonel sonuç elde edilebilirken her iki cerrahi yöntemde rotator cuff yetmezlik oranının yüksek oluşu göz önünde bulundurulmalıdır.
BACKGROUND: The present objective was to retrospectively evaluate factors affecting functional outcome of multipart proximal humeral fracture treated with fixation or hemiarthroplasty.
METHODS: Included were 58 patients (19 women, 39 men; average age: 51.04 years; range 22–78 years) who underwent surgery for Neer type III or IV proximal humeral fractures between 2007 and 2012. All participants attended follow-up of at least 2 years. A total of 35 patients underwent open reduction and anatomical plate fixation; 23 underwent partial shoulder replacement. Patients were evaluated according to Constant-Murley shoulder scoring at final follow-up examination. Evaluated impacts on functional outcome included age, gender, American Society of Anesthesiologists (ASA) Physical Status classification, trauma energy, type of fracture, and time to surgery.
RESULTS: Mean follow-up duration was 47.25±13.29 (25–76) months. Mean Constant-Murley score was 58.65±18.62 (65.77±18.67 for the fixation group, 47.82±12.52 for the hemiarthroplasty group; p=0.001). When impact of independent variables on functional scores was assessed, ASA score and type of fracture were found to significantly affect functional outcome in the fixation group, and trauma energy was found to significantly affect functional outcome in the hemiarthroplasty group. Complications were detected in 20 patients (34.5%) upon final examination, 14 of whom (70%) had rotator cuff deficiency.
DISCUSSION: Though improved functional results may be obtained using plate fixation in the surgical treatment of multipart proximal humeral fractures, the high rates of rotator cuff failure associated with both surgical methods should be considered.

14.
Erişkin humerus alt uç eklem içi parçalı kırıklarda 90° ve 180° plak uygulamalarının karşılaştırılması ve klinik sonuçlar üzerine etkisi
Comparison of 90° and 180° plate constructions for comminuted distal humerus fractures in adults, and effects on clinical results
Volkan Eryuva, Taşkın Altay, Cemil Kayalı, Zafer Kement, Caner Çıtak
PMID: 27598613  doi: 10.5505/tjtes.2016.18827  Sayfalar 386 - 390
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı humerus alt uç eklemi ilgilendiren parçalı kırıklı hastalara uyguladığımız cerrahi tedavilerdeki 90° ve 180° açılı çift plak uygulamalarının sonuçları değerlendirilerek birbirlerine olan üstünlüklerini saptamaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde 2009 Ocak ile 2013 Ocak tarihleri arasında AO sınıflandırmasına göre tip C erişkin distal humerus parçalı kırığı tanısıyla cerrahi tedavi uygulanan, en az 6 ay izleme süresi olan 17 hasta, geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların poliklinik kontrollerinde ön-arka ve yan grafiler ile radyolojik değerlendirmeleri ve Mayo Dirsek Performans Skorlama sistemi kullanılarak dirsek işlevleri gözden geçirildi.
BULGULAR: Olguların 14’ü (%82.3) erkek, üçü (%17.7) kadın olup yaş ortalaması (22–65) 40.5 yıl idi. AO/ASIF humerus distal uç kırık sınıflandırmasına göre; kırıkların üçü (%17.7) tip C1, dokuzu (%52.9) tip C2, beşi (%29.4) tip C3 kırık şeklindeydi. Bu kırıkların altısı (%35.3) açık olup, bunlarda Gustillo-Anderson’a göre dördü (%23.5) tip 1, ikisi (%11.7) tip 2 idi. Onbir hastada (%64.7) 90°, altı hastada ise (%36.3) 180° açılarla çift plak kullanıldı. Tüm hastalara chevron osteotomisi uygulandı. Hastalar ortalama (6–52) 25.6 ay takip edildi. Hastalarımızın en son kontrollerinde yapılan değerlendirmelerinde ortalama dirsek fleksiyonunun 105º (dağılım 85º–130º), ortalama ekstansiyon kaybının 10º (dağılım 0º–20º) olduğu saptandı. Mayo dirsek performans skorlama sistemine göre; 12 (%70.5) çok iyi, beş (%29.5) iyi sonuç elde edildiği görüldü. Doksan ve 180 derece plak yerleştirilen olguların klinik sonuçları arasında istatistiksel fark saptanmadı (p=0.169).
SONUÇ: Erişkin distal humerus C tipi kırıklarda plakların hangi açılarla yerleştirileceğine ameliyat öncesi dönemde çekilen grafiler ve operasyon sırasında cerrahın seçimi neticesinde karar verilmelidir. Özellikle lateral kolondaki parçalanmanın plakların hangi açıyla uygulanacağını belirtmesi açısından önemi vardır. Lateral kolonda parçalanma yoksa 90° açıyla uygulanan çift plak eğer parçalanma varsa 180° açıyla uygulanan plaklama sonuçlar açısından yeterli olmaktadır.
BACKGROUND: The present objective was to compare 90° and 180° double-plate constructions for complex distal humerus fractures, as well as to evaluate superiority of construction type.
METHODS: Retrospectively evaluated were 17 patients treated for type C distal humerus fracture according to AO/ASIF classification between January 2009 and January 2013. All attended minimum 6-month follow-up. Elbow function was assessed with anteroposterior and lateral x-ray, and Mayo elbow performance score evaluation at outpatient clinics.
RESULTS: Patient population included 14 males (82.3%) and 3 females (17.7%). Mean patient age was 40.5 years. According to AO/ASIF distal humerus classification, 3 (17.7%) type C1, 9 (52.9%) type C2, and 5 (29.4%) type C3 fractures were included. Six were open fractures (35.3%). According to Gustilo-Anderson classification, 4 (23.5%) fractures were type 1, and 2 (11.7%) were type 2. Construction performed was 90° in 11 cases (64.7%) and 180° in 6 cases (36.3%). Chevron osteotomy was performed in all cases. Mean follow-up period was 25.6 (6–52) months. Upon final examination, mean elbow flexion was 105º (85º–130º), and mean extension loss was 10º (0º–20º). According to Mayo elbow performance scoring system, 12 (70.5%) results were excellent, and 5 (29.5%) were good. No statistically significant clinical difference was found between 90° and 180° plate construction groups (p=0.169).
DISCUSSION: Surgeons should determine the construction type appropriate to individual cases of adult distal humerus type C fractures using preoperative x-rays and intraoperative means. Choice of construction type has particular importance in cases of lateral columnar fracture complexity. If no comminution is present in the lateral column, 90º double-plating leads to satisfactory outcome, while 180º plating leads to satisfactory outcome when comminution is present in the lateral column.

OLGU SUNUMU
15.
Omentum majus torsiyonunun neden olduğu akut batın: Olgu raporu ve literatürün gözden geçirilmesi
Acute abdomen caused by greater omentum torsion: A case report and review of the literature
Camilla Cremonini, Andrea Bertolucci, Dario Tartaglia, Francesca Menonna, Christian Galatioto, Massimo Chiarugi
PMID: 27598614  doi: 10.5505/tjtes.2015.74944  Sayfalar 391 - 394
Omentum majusun torsiyonu akut karının nadir bir nedenidir. Etiyopatogenezine dayanarak primer ve sekonder olarak sınıflandırılabilir. Ancak, sonuçta nedene bağlı olmaksızın segmenter veya yaygın omentum nekrozu oluşacaktır. Ameliyat öncesi tanı kolay olmamasına rağmen karının ultrason ve bilgisayarlı tomografi (BT) taramaları omentum torsiyonunu düşündüren özgün özellikleri gösterebilir. Seçilecek tedavi etkilenmiş omentumun laparoskopik rezeksiyonudur. Bu olgu sunumunda, kapsamlı literatür derlemesine ilaveten primer omentum torsiyonu bildirilmiştir.
Torsion of the greater omentum is a rare cause of acute abdomen. Based on etiopathogenesis, it can be classified as primary or secondary. However, regardless of the cause, segmentary or diffuse omental necrosis will follow. Preoperative diagnosis is not easy, though abdominal ultrasound and computed tomography (CT) scans may show peculiar features suggestive of omental torsion. Laparoscopic resection of the affected omentum is the treatment of choice. Presently reported was a case of primary omental torsion, in addition to a comprehensive literature review.

16.
Ateşli silah yaralanması sonrası saçma embolisi: Karaciğerden sağ ventriküle
Embolism of a pellet after shotgun injury: From liver to right ventricle
Selim Bakan, Bora Korkmazer, Ahmet Baş, Osman Şimşek, Hasan Ali Barman, Deniz Çebi Olgun
PMID: 27598615  doi: 10.5505/tjtes.2015.32470  Sayfalar 395 - 398
Kardiyak saçma embolisi penetran travmalardan sonra görülen nadir ancak ciddi bir komplikasyondur. Ateşli silah yaralanması sonrası yabancı cisimlerin vasküler sistem aracılığı ile uzak migrasyonu dikkate alınmalıdır. Gecikmiş tanının sebep olabileceği yetersiz tedavi ve takip eden komplikasyonlar, kötü prognoz nedeni olabilir. Bu yazıda, konservatif olarak yaklaşılan semptomsuz kardiyak saçma embolisi olgusunu sunduk. Bu olgu sunumu penetran ateşli silah yaralanması sonrası saçma taneciğinin uzak migrasyon olasılığını ve semptomsuz hastalarda konservatif yaklaşımın önemini vurgulamaktadır.
Bullet embolism to the heart is a rare but serious complication of penetrating trauma. Distant migration of foreign bodies via the vascular system must be taken into consideration following penetrating gunshot trauma. Delays in diagnosis may result in poor management and subsequent complications that may lead to grave prognosis. Presently described was a conservatively managed case of asymptomatic intracardiac pellet embolization. Highlighted was the importance of serial scanning for intravascular migration of pellet following penetrating gunshot injury, in addition to conservative management in asymptomatic patients.

17.
Sağ psoas kasına saplanan yutulmuş çivi
A swallowed metal nail entrapped in the right psoas muscle
İhsan Yıldız, Yavuz Savaş Koca, İbrahim Barut
PMID: 27598616  doi: 10.5505/tjtes.2015.66814  Sayfalar 399 - 401
Yabancı cisim yutulması bilinçsiz ya da bilinçli olabilmektedir. Bilinçsiz olanların çoğu, üç ay–altı yaş arası çocuklarda, çok ileri yaşlarda, kazayla veya mental problemli kişilerde halüsinasyon gibi bir nedenle olabilmektedir. Bu cismlerin çoğu doğal yoldan atılmaktadır. İki gündür sağ lomber bölgede hareketle artan ağrı şikayeti ile acil servise getirilen, 29 yaşındaki mental retarde kadın hastanın fizik incelemesinde palpasyonla sağ lomber hassasiyet dışında bir özellik yoktu. Yapılan radyolojik değerlendirmede sağ üst kadranda retroperitona oblik olarak uzanım gösteren ve endoskopik olarak çıkartılamayan metal çivi laparotomi yapılarak çıkarıldı. Yabancı cisim yutulması birçok nedenle olabilmektedir. Mental retarde hastalarda halüsinasyonla yabancı cisim yutulması bildirilmekte ve aynı şekilde bizim hastamız da mental retarde idi. Ancak yutulan cisimin akut karın oluşturmadan sağ yan ağrısına neden olması olası bir komplikasyon olarak akılda tutulmalıdır. Özellikle mental retarde hastalarda olmak üzere sağ yan ağrısı ile gelen hastalarda yabancı cisim yutulması akılda tutulmalıdır.
Foreign body ingestion can be caused by many factors, including hallucination in patients with mental retardation. Most ingested foreign bodies are naturally discharged, though surgical intervention is necessary in some cases. Endoscopic intervention often leads to successful outcome, though open surgery may be required in certain instances. A 29-year-old mentally retarded woman presented to emergency services with a 2-day history of right lumbar pain that increased with movement. Physical examination revealed no specific sign beyond palpable tenderness in the right lumbar region. Radiological examination revealed a metal nail in the upper right quadrant, stretching obliquely toward the retroperitoneum. Endoscopy failed, and the nail was extracted via laparotomy. Foreign body ingestion may occur in patients of any age, but is more common in the pediatric population and in patients with mental retardation. Commonly ingested foreign bodies include daily objects, toys, and dentures, though they may differ in patients with mental retardation. The treatment of such cases requires a diversity of methods and experience. Foreign body ingestion should be kept in mind when a patient presents with pain in the right lumbar region, particularly in patients with mental retardation.

18.
Farinkste kalem: Delici bir yaralanmanın olgu sunumu
Pencil in the pharynx: Case report of a penetrating foreign body
İrfan Kara, Halil Ulutabanca, Kerem Kökoğlu, Murat Salih Güneş, Sedat Çağlı
PMID: 27598617  doi: 10.5505/tjtes.2015.84790  Sayfalar 402 - 404
Faringeal yabancı cisimlere kulak burun boğaz hastalıkları pratiğinde sık rastlanılır. Ancak özellikle delici yabancı cisimlerde büyük damar yaralanmasına yol açarak ciddi morbidite ve mortalite sebebi olabilirler. Bu hastaların yönetimi havayolunun korunması, kanamanın kontrolü, büyük damar yaralanmasının görüntülenmesi ve profilaktik antibiyotiği içerir. Yazıda, iki yaşında bir delici faringeal yabancı cisim olgusu ve eşliğinde bu olgulara yaklaşım sunulmuştur.
Pharyngeal foreign bodies are commonly encountered in otolaryngological practice. However, in certain instances, particularly in cases of penetrating injuries, major vascular damage leads to severe morbidity and mortality. Management of these cases includes airway protection, bleeding control, imaging of major vascular injury, and prophylactic antibiotics. The case of a 2-year-old patient with penetrating pharyngeal foreign body is described in the present report.