p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 28 Sayı : 9 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 28 (9)
Cilt: 28  Sayı: 9 - Eylül 2022
DIĞER
1.
Ön Sayfalar
Frontmatters

Sayfalar I - V

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Capparis ovata tohumu yağının travmatik cilt yaralarının iyileşmesi üzerine etkisi
The effects of Capparis ovata seed oil on the healing of traumatic skin wounds
Salih Celepli, Bayram Çolak, Ümran Aydemir Sezer, Pınar Celepli, Irem Bigat, Mehmet Esat Duymuş, Muslu Kazım Körez, Sema Hücümenoğlu, Kemal Kismet, mustafa şahin
PMID: 36043919  PMCID: PMC10315948  doi: 10.14744/tjtes.2021.31526  Sayfalar 1205 - 1213
AMAÇ: Capparis ovata, alkaloidler, lipitler, polifenoller ve flavonoidler içerir. Ayrıca antioksidanlar bakımından da zengindir. Türkiye’de geleneksel olarak Capparis ovata’nın çiçek tomurcukları, kökü, kabuğu ve meyveleri; analjezik, anti-enflamatuvar, anti-romatizmal, tonik ve idrar söktürücü etkileri için kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, antioksidan, anti-enflamatuvar ve antibakteriyel özelliklere sahip olduğu bilinen Capparis ovata tohumu yağının yara iyileşmesi üzerindeki etkisini incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 20 adet Wistar-Albino dişi sıçan rastgele olarak 10’ar hayvanlık iki gruba ayrıldı. Sıçanların arka bölgesinde stan-dart bir tam kalınlıkta deri defekti oluşturuldu. Her iki grupta da yaralar günlük olarak serum fizyolojik ile temizlendikten sonra kontrol grubuna serum fizyolojik dışında etken madde uygulanmazken, çalışma grubundaki sıçanların yaralarına 1 cc/gün Capparis ovata tohumu yağı uygulandı. Ameliyat sonrası 14. günde sıçanlara tekrar anestezi uygulandı ve yara alanı ölçümleri yapıldı. Daha sonra iyileşmeden kalan yara ve çevresindeki bir santimetrelik sağlam dokuyu içerecek şekilde eksizyon yapıldı ve histopatolojik inceleme için örnekler alındı.
BULGULAR: Yara alanlarındaki değişiklikler, 14 gün sonra kapari yağı ile tedavi edilen gruptaki iyileşmenin (32.78; %95 güven aralığı, 17.21–48.36) kontrol grubuna (65.41; %95 güven aralığı, 49.84–80.98) göre belirgin olarak daha iyi olduğu saptandı (p=0.009). Histopatolojik skorlar, epitel oluşumu, enflamasyon ve fibrozis gelişimi açısından gruplar arasında anlamlı farklılık gösterdi. Kontrol grubunda epitel dokusu oluşumu görülmez-ken (%90), tedavi grubunda daha fazla re-epitelizasyon ve fokal epidermal hiperplazi (%60) gözlendi. Tedavi grubunda az sayıda lenfosit, plazma hücresi ve dermiste dev hücre enflamasyonu gelişimi (%60), kontrol grubunda ise vasküler proliferasyon, plazma hücreleri, eozinofiller, nötrofiller ve dev hücre enflamasyonu tespit edilmiştir (%50). Kontrol grubunda fibrozis gelişimi hafif ve zayıf (%70), tedavi grubunda ise şiddetli ve yoğun (%60) olarak değerlendirildi. Tedavi grubunda perivasküler ödemin hafif derecede olduğu (%50) ve neovaskülarizasyon göstergesi olarak immatür vaskülarite (%60) bulunduğu gözlendi. Bu histopatolojik sonuçlar, kontrol grubuna göre tedavi grubunda enflamasyon aşamasının tamamlandığını ve proliferasyon aşamasının başladığını göstermesinin yanı sıra kapari yağı kullanımının yara iyileşmesinin değerlendirilmesinde önemli histopatolojik parametreler olan epitelizasyon, anjiyogenez ve fibrozis üzerinde olan etkinliğini kanıtlamıştır.
TARTIŞMA: Bu çalışmanın sonuçlarından, Caparis ovata tohumu yağının tam kalınlıktaki deri yaralarının iyileşmesini önemli ölçüde artırdığı ve bu etkinin öncelikle anti-enflamatuvar etkisiyle ilişkili olduğu sonucuna varıldı.
BACKGROUND: Capparis ovata contains alkaloids, lipids, polyphenols, flavonoids, and also is rich in antioxidants. Conventionally, in Turkey, the flower buds, root, bark, and fruits of C. ovata are used for their analgesic, anti-inflammatory, anti-rheumatism, tonic, and diuretic effects. The aim of this study was to examine the effect on wound healing of C. ovata seed oil (COSO), which is known to have antioxidant, anti-inflammatory, and antibacterial properties.
METHODS: In the study, 20 Wistar albino female rats were randomly divided into two groups of 10 animals each. A standard full-thick-ness skin defect was created on the back area of the rats. In both groups, after cleaning the wounds with saline daily, no active substance other than saline was applied to the control group, while 1 cc/day COSO was applied to the wounds of the rats in the study group. On the post-operative 14th day, the rats were reanesthetized and wound area measurements were made. Then, excision was performed to include 1 cm of intact tissue around the wound, which remained unhealed, and samples were taken for histopathological examination.
RESULTS: The changes in wound areas showed that after 14 days, the improvement in the group treated with caper oil (32.78; 95% confidence interval, 17.21–48.36) was significantly higher than that of the control group (65.41; 95% confidence interval, 49.84–80.98) (p=0.009). The histopathological scores showed a significant difference between the groups in respect of epithelial formation, inflam-mation, and fibrosis development. No epithelial tissue formation was observed in the control group (90%), and more incomplete re-epithelization and focal epidermal hyperplasia were observed in the treatment group (60%). Fibrosis development was mild and weak (70%) in the control group and was evaluated as severe and intense (60%) in the treatment group. Perivascular edema was mild (50%) and vascularity was immature (60% – an indicator of neovascularization) in the treatment group. These histopathological results showed that the treatment group inflammation phase was completed and the proliferation phase started, as well as the effectiveness of the use of caper oil on epithelization, angiogenesis, and fibrosis, which are important histopathological parameters in the evaluation of wound healing compared to the control group.
CONCLUSION: From the results of this study, it was concluded that COSO significantly enhances the healing of full-thickness skin wounds and this effect is primarily related to its anti-inflammatory effect.

3.
Sıçanlarda ameliyat sonrası intraperitoneal, oral ve rektal fenitoin uygulamasının kolorektal anastomoz üzerine etkilerinin araştırılması
Investigation of the effects of post-operative intraperitoneal, oral, and rectal phenytoin administration on colorectal anastomosis in rats
Ali Duran, Ferhat Çay, Nelin Hacıoğlu, Esra Tokay, Feray Köçkar, Eren Altun, Murat Başbuğ, Azad Gazi Şahin, Hasan Yaşar, Uğur Mengeneci, Hüseyin Pülat
PMID: 36043935  PMCID: PMC10315947  doi: 10.14744/tjtes.2022.03704  Sayfalar 1214 - 1222
AMAÇ: Anastomoz kaçağı kolon anastomozlarından sonra en korkulan komplikasyondur. Bu çalışmanın amacı, farklı uygulama yollarıyla uygulanan fenitoinin kolorektal anastomozların iyileşme sürecine etkisini belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Wistar Albino sıçanlar, İntraperitoneal Fenitoin Grubu (İAP), Oral Fenitoin Grubu (OAP), Rektal Fenitoin Grubu (RAP) ve kontrol gruplarına ayrıldı. Fenitoinin VEGF, TGF-β, FGF2 ve p53 genlerinin ekspresyonu üzerindeki moleküler etkisi mRNA ve protein düzeyinde değerlendirildi. Fenitoinin anastomoz patlama basıncı analizi üzerindeki etkilerinin yanı sıra patohistolojik incelemeler de ölçülmüştür. BULGULAR: Kontrol ve uygulama grupları arasında anastomoz patlama basıncı değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı artış vardır. Enflamatuvar hücre infiltrasyonu tüm gruplarda kontrole göre bağırsak anastomoz bölgesinde artmıştır. Kollajen skorları OAP ve RAP gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu. TGF-ß’nin mRNA’sı ve FGF2 ekspresyonu, fenitoin uygulamalarının tüm yollarında artmıştır.
TARTIŞMA: Üç farklı uygulama yolu, patlama basıncında önemli bir artış göstermektedir. FGF2, TGF-β, p53 ve VEGF genlerinin ekspresyon sonuçları ile ilgili olarak, çoğu uygulama yolunda mRNA ve protein seviyesinde FGF2 ve TGF-β’de önemli bir artış vardır.
BACKGROUND: Anastomotic leakage is the most feared complication after colonic anastomosis. The purpose of the study is to determine the effects of phenytoin applied by different application routes, on the healing process of colorectal anastomoses.
METHODS: Wistar Albino rats were divided into Intraperitoneal Phenytoin Group, Oral Phenytoin Group (OAP), Rectal Phenytoin Group (RAP), and control groups. The molecular effect of phenytoin on the expression of vascular endothelial growth factor (VEGF), transforming growth factor-beta (TGF-β), fibroblast growth factor 2 (FGF2), and p53 genes was evaluated at mRNA and protein level. The effects of phenytoin on anastomotic bursting pressure analysis measured as well as pathohistological examinations.
RESULTS: There are statistically significant increase in anastomotic bursting pressure values between control and application groups. Inflammatory cell infiltration of all groups increased in the intestinal anastomosis region compared to control. Collagen scores were found to be significantly higher in the OAP and RAP groups compared to the control group. mRNA of TGF-ß and FGF2 expression increased in all routes of phenytoin applications.
CONCLUSION: Three different administration routes show considerably increase on the bursting pressure. Regarding the results of the expression of FGF2, TGF-β, p53, and VEGF genes, there is a significant increase FGF2 and TGF-β at mRNA and protein level in most administration routes.

KLINIK ÇALIŞMA
4.
Genel cerrahlar akut taşlı kolesistiti COVID-19 döneminde nasıl tedavi ettiler? Online anket sonuçları
How did the general surgeons intend to treat acute calculous cholecystitis during COVID-19 era?Results of online survey
Ali Cihat Yıldırım, Sezgin Zeren, Mehmet Fatih Ekici, Mustafa Cem Algın, Özlem Arık
PMID: 36043921  PMCID: PMC10315950  doi: 10.14744/tjtes.2022.33472  Sayfalar 1223 - 1228
AMAÇ: Akut taşlı kolesistit en sık karşılaşılan cerrahi patolojilerden biridir. Akut taşlı kolesistit tanısıyla ilk yatış sırasında erken kolesistektomi ilk tedavi seçeneği iken, hastane kaynaklarının kısıtlı olduğu ve sağlık personelinin pandemi zorluklarının üstesinden gelmeye çalıştığı COVID-19 döne-minde yaklaşım değişebilir. Bu ankette amacımız, COVID-19 pandemisi sırasında akut taşlı kolesistit tedavisi için genel cerrahların tercihlerini ve olası değişen paradigmayı araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Cerrahlara özel kapalı bir sosyal medya grubunda paylaşılan anket linki üzerinden online anket yapılmıştır. Genel cerrahların mesleki deneyimi, çalıştıkları kurum özellikleri ile birlikte COVID-19 dönemindeki akut taşlı kolesistit hastalığına yönelik tedavi tutumları 13 soruluk anket aracılığıyla çoktan seçmeli sorularla sorgulandı. Üç aylık veri toplama dönemi sonrası elde edilen cevaplar istatistiksel olarak analiz edildi. BULGULAR: Çalışmaya katılan 82 genel cerrahın %56’sı COVID-19 pandemisi sırasında tedavi stratejilerinin kısmen veya tamamen değiştiğini ifade etmiştir. Cerrahların %48.8’i COVID-19 döneminden önce akut taşlı kolesistitli olgularda erken kolesistektomiyi tercih ederken; COVID-19 döneminde cerrahların sadece %23.2’si erken cerrahi yaklaşımı tercih ettiklerini ifade ettiler. Ancak birincil tıbbi tedavi olarak antibiyotik başlanan hastalarda tıbbi tedavi başarısızlığı %40.2 olarak tespit edildi. Anket sonuçlarımıza göre perkütan kolesistostomi uygulaması COVID öncesi dönemde %4.9 iken, pandemi döneminde %20.7’ye yükseltilmiştir.
TARTIŞMA: Cerrahların %96.3’ü COVID-19 hastalığına bağlı bir komplikasyon görmemesine rağmen; COVID-19 pandemisi öncesi erken kolesis-tektomiyi tercih eden cerrahların yarısından fazlası COVID-19 pandemisi sırasında tedavi stratejilerini değiştirmiştir. Anket sonuçlarına göre tıbbi tedavi başarısızlık oranı yüksek olmasına rağmen, cerrahların %48.8’i pandemi sonrasında da bu non-operatif yaklaşıma devam edebileceklerini ifade etmiştir.
BACKGROUND: Acute calculous cholecystitis is one of the most encountered surgical pathologies. While early cholecystectomy is the first treatment choice during the first index hospitalization, it may change during COVID-19 era when hospital resources are re-stricted, and health-care personnel try to overcome pandemic difficulties. In this survey, our aim is to investigate surgeons’ preferences and possible changing paradigms for acute cholecystitis therapy during COVID-19 pandemic.
METHODS: An online survey was conducted on an internet site through private invitation by social media sent to general surgeons. The survey consisted of 13 questions, including surgeons’ hospital properties, and it questioned treatment preferences against acute calculous cholecystitis during the pandemic. After 3 months of data collection, responded answers were analyzed statistically.
RESULTS: About 56% of the surgeons stated that their treatment strategy changed during the COVID-19 pandemic partially or totally. About 48.8% of surgeons preferred early cholecystectomy for cases with acute cholecystitis before COVID-19 era; when only 23.2% of the surgeons preferred early surgery during COVID-19 era. However, patients who had received antibiotics as primary medical therapy had medical therapy failure with a range of 40.2%. Percutaneous cholecystostomy rate was raised to 20.7% from 4.9% before the COVID era.
CONCLUSION: Although 96.3% of the surgeons did not have seen any unusual complication related to the COVID-19 disease, more than half of the surgeons who preferred early cholecystectomy changed their treatment strategy during the COVID-19 pandemic. According to the survey results, although the medical therapy failure rate is high, 48.8% of the surgeons may persist in this non-operative approach after the pandemic.

5.
Yoğun bakımda takip edilen COVID-19 hastalarında mortiliteyi etkileyen faktörler
Factors affecting mortality in COVID-19 patients in intensive care
Döndü Genç Moralar, Aygen Ülkü Turkmen, Hüseyin Gökçenoğlu, Natavan Alcı
PMID: 36043922  PMCID: PMC10315946  doi: 10.14744/tjtes.2021.37468  Sayfalar 1229 - 1237
AMAÇ: COVID-19 pandemisi tüm dünyayı etkisi altına almakta ve yüksek mortaliteye neden olmaktadır. Mortalitenin engellenmesi için takipte bazı parametreler kullanılmakta ancak optimum takip parametreleri ve cut-off değerleri hakkında daha fazla bilgiye ihtiyaç bulunmamaktadır. Bizim çalışmamızda ölen ve sağkalan hastalar karşılaştırılarak, takipte kullanılan paremetrelerin güvenilirliğinin araştırması amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastalar hayatta kalan ve ölen hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı. COVID-19 hastalığının prognozunda izlenen parametreler değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamızda değerlendirilen 144 hastadan 57’si öldü (%39.7). Ölen hastaların yaş ortalması 67.8 idi ve sağkalan hastalardan daha yüksekti. Ölen hastaların %59.6’sı erkekti. Erkek cinsiyetin, hastalık ve ölüm oranı açısından yüksek risk olduğu görüldü. En sık eşlik eden hastalıklar hipertansiyon, diabetes mellitus, kalp hastalığı, kronik obstrüktif akciğer hastalığı idi. Çalışmamızda lenfosit, troponin, D-dimer, ferritin ve laktat dehidrojenaz değerlerinin mortalite tahmininde önemli prognostik belirleyiciler olduğu bulundu.
TARTIŞMA: Mortaliteyi tahmin etmek için prognostik belirteçlerin kullanılması daha faydalı görünmektedir.
BACKGROUND: The COVID-19 pandemic affects the whole world, causing high mortality. Some clinical parameters have already been implemented to be followed up to prevent mortality, but there is still a need for further information about optimum follow-up parameters and cutoff values. We aimed to investigate the reliability of the parameters used in patient follow-up by comparing sur-vivors and non-survivors.
METHODS: Patients were divided into two groups as survivors and non-survivors.The parameters used in the follow-up of patients were evaluated for their prognostic value in the course of COVID-19.
RESULTS: Of the 144 patients evaluated in our study, 57 patients were non-survivors (39.7%). Non-survivors were older with an average age of 67.8 years. Of the non-survivors, 59.6% were men. Male gender was found out to be associated with an increased risk concerning prognosis and mortality. The most common accompanying diseases were hypertension, diabetes mellitus, cardiac disease, and chronic obstructive pulmonary disease. In our study, it has been found that lymphocyte counts and levels of troponin, D-dimer, ferritin, and lactate dehydrogenase are important prognostic predictors in estimating mortality risk.
CONCLUSION: The use of prognostic markers appears to provide benefitsin estimating mortality in COVID-19 patients.

6.
Benign intestinal obstrüksiyonlarda nötrofil-lenfosit oranının hastalığın progresyonunu ve acil cerrahi endikasyonu belirlemedeki rolü
The role of neutrophil-to-lymphocyte ratio in predicting disease progression and emergency surgery indication in benign intestinal obstructions
Halil İbrahim Taşcı
PMID: 36043932  PMCID: PMC10315961  doi: 10.14744/tjtes.2022.46944  Sayfalar 1238 - 1247
AMAÇ: Çeşitli stres faktörlerine bağlı immün sistemin gösterdiği fizyolojik yanıt nötrofil sayısında artış, lenfosit sayısında ise azalma şeklinde olmaktadır. Bu bilginin ışığında bazı çalışmalar bu iki parametrenin oranını bir enfeksiyon belirteci olarak kullanmayı önermişlerdir. Yaptığımız bu çalışma ile maliyeti oldukça düşük ve hızlı bir şekilde çalışılabilen tam kan sayımı sonucu elde edilen nötrofil/lenfosit oranının benign sebeplere bağlı gelişmiş intestinal obstrüksiyonlarda cerrahi endikasyonun aciliyetini ve hastalığın progresyonunu belirlemedeki rolünün incelenmesi amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Konya Uygulama ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2010 ve Ocak 2021 tarihleri arasında, benign sebeplere bağlı intestinal obstrüksiyon tanısı ile yatırılmış ve cerrahi müdahale gerekliliği olmuş hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Kriterlere uyan ve çalışmaya dahil edilen 109 hastanın verileri istatistiksel olarak analiz edildi. Başvuru anın-daki nötrofil/lenfosit oranının ameliyatta saptanan iskemi, perforasyon, rezeksiyon gerekliliği, postoperatif morbidite ve mortalite, hastanede yatış süresi gibi hastalığın ciddiyetini gösteren faktörlerle ilişkisi incelendi. Ayrıca bu parametrenin diğer enfeksiyon belirteçlerine (CRP, lökosit gibi) bir üstünlüğünün olup olmadığına bakıldı.
BULGULAR: Benign sebeplere bağlı intestinal obstrüksiyon nedeni ile hastaneye başvuru esnasında bakılan nötrofil/lenfosit orandaki yüksekli-ğin ameliyat esnasında iskemi saptanması, rezeksiyon gerekliliği, postoperatif komplikasyon ve mortalite riskini anlamlı derecede artırdığı görüldü (p<0.05). Ayrıca artmış nötrofil/lenfosit oranı uzamış hastane yatışı ile ilişkili bulundu. Yapılan korelasyon analizlerinde de literatür ile uyumlu olarak nötrofil/lenfosit oranı ile hastane yatış süresi (p=0.03), CRP değeri (p<0.001), iskemi (p<0.001), perforasyon (p=0.007), postop komplikasyon varlığı (p=0.009) ve mortalite (p=0.002) arasında pozitif yönlü korelasyon olduğu saptandı.
TARTIŞMA: Bulgularımız nötrofil-lenfosit oranının benign sebeplere bağlı instestinal obstrüksiyonlarda hastalığın gidişatını öngörmede oldukça önemli role sahip olduğunu göstermiştir. Çalışmamızın verileri doğrultusunda benign sebeplere bağlı intestinal obstrüksiyonlarda nötrofil/lenfosit oranının hastalığın seyrini öngörmede ve bazı durumlarda cerrahi endikasyonu koymada önemli bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz.
BACKGROUND: The physiological response of the immune system to various stress factors results in an increase in neutrophil count and a decrease in lymphocyte count. In the light of this information, some studies have suggested using the ratio of these two parameters as an infection marker. The aim of this study was to investigate the role of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) derived from complete blood count, a very cost-effective and rapidly measurable parameter, in predicting the urgency of the surgical indication and disease progression in intestinal obstructions secondary to benign causes.
METHODS: The data of patients who were admitted with the diagnosis of intestinal obstruction secondary to benign causes and underwent surgical intervention between January 2010 and January 2021 in Başkent University, Faculty of Medicine, Department of General Surgery, Konya Practice and Research Hospital were retrospectively analyzed. The data of 109 patients who met the study criteria and were included in the study were statistically analyzed. The correlation of admission NLR with factors indicating the severity of the disease such as intraoperatively detected ischemia, perforation, resection requirement, post-operative morbidity and mortality, and length of hospital stay was examined. Moreover, the diagnostic value of the NLR was compared with that of other infection mark-ers (such as C-reactive protein [CRP] and leukocyte).
RESULTS: It was observed that the high NLR during admission to the hospital due to benign intestinal obstruction causes significantly increased the risk of ischemia, resection requirement, post-operative complications, and mortality during surgery (p<0.05). Furthermore, increased NLR was found to be associated with prolonged hospitalization. In correlation analysis, consistent with the literature, a positive correlation was found between NLR and hospitalization time (p=0.03), CRP value (p<0.001), ischemia (p<0.001), perforation (p=0.007), presence of post-operative complications (p=0.009), and mortality (p=0.002).
CONCLUSION: Our results show that the NLR has a very important role in predicting the course of the disease and surgical indication in benign intestinal obstructions.

7.
Akut obstrüktif sol kolon tümörü nedeniyle Hartman prosedürü uygulanan hastalarda yeni bir prognostik belirteç
A new prognostic marker in patients undergoing Hartmann’s procedure for acute tumoral obstruction of the left colon
Ali Kemal Kayapinar, Bulent Calik, Hilal Sahin, Korhan Tuncer, Koray Bas, Omer Engin, Gokhan Akbulut
PMID: 36043931  PMCID: PMC10315949  doi: 10.14744/tjtes.2021.67792  Sayfalar 1248 - 1257
AMAÇ: Akut obstrüktif sol kolorektal kanserlerde (AOSKRK), tümörün proksimalindeki kolon segmentlerinin distansiyonu sonucu kolon duvarında hasar meydana gelebilir. Amacımız Hartmann prosedürü (HP) uygulanan hastalarda, ameliyat öncesi abdominal bilgisayarlı tomografi (BT) tarama-sında dilate kolon çapının lomber vertebra korpus çapına oranı ile ameliyat sonrası komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Tümör grubu, acil şartlarda AOSKRC nedeniyle HP uygulanan 49 hastadan oluşturuldu. Kontrol grubu, gastrointestinal sistem dışındaki patolojiler nedeniyle abdominal BT’si olan, batın ameliyatı öyküsü olmayan, tümör grubu ile yaş ve cinsiyet bakımından uyumlu 49 kişiden oluşturuldu. Her iki grupta, her hastanın aksiyel BT görüntülerinde kolon çapının (KÇ) ilk lomber vertebra korpusunun çapına (L1-VÇ) oranı ölçüldü. Ameliyat sonrası komplikasyonlar (Clavien-Dindo sınıflaması -major (grade ≥III), minor (grade <III)) ile demografik özellikler, ameliyat öncesi biyokimyasal değerler, komorbid hastalıklar, tümör patolojik evresi, operasyon süresi ve kolon segmentlerinin KÇ/L1-VÇ oranları arasındaki ilişki değerlendirildi.
BULGULAR: Tümör grubunda KÇ/L1-VÇ oranı, kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.001). Tümör grubunda ameliyat öncesi transvers ve inen kolon KÇ/L1-VÇ oranında artış, majör ameliyat sonrası komplikasyonlar için prognostik parametre olarak bulundu (sırasıyla p<0.001, p=0.015). KÇ/L1-VÇ oranlarının cut-off değerleri sırasıyla 1.52 ve 1.21 (p=0.013, p=0.042) tespit edildi. Ameliyat öncesi transvers kolon KÇ/L1-VÇ oranındaki artış da kan üre düzeyindeki artışla ilişkili bulundu (p=0.044). Ameliyat öncesi kan üre düzeyleri ile ameliyat sonrası komplikasyonlar arasında pozitif korelasyon gözlendi (p=0.015).
TARTIŞMA: AOSKRK’de ameliyat öncesi transvers ve inen kolon KÇ/L1-VÇ oranları, majör ameliyat sonrası komplikasyonlar için umut verici prognostik parametrelerdir.
BACKGROUND: In acute obstructive left-sided colorectal cancers (AOLCRC), damage to the colon wall may occur as a result of distension of the colon segments proximal to the tumor. In this study, we aimed to evaluate the relationship between the ratio of dilated colon diameter (CD) to lumbar vertebral corpus diameter on preoperative abdominal computed tomography (CT) scan in patients undergoing Hartmann’s Procedure (HP) and post-operative complications.
METHODS: The tumor group consisted of 49 patients who underwent HP for AOLCRC under emergency conditions. The control group consisted of 49 age-and gender-matched individuals (compatible with tumor group) that had an abdominal CT due to pathologies outside the gastrointestinal tract and without a history of abdominal surgery. In both group, the ratios of the CD to the diameter of the first lumbar vertebra corpus (L1-VD) measured on axial CT images of each patient. These ratios were compared between groups. In the tumor group, the relationship between post-operative complications (Clavien-Dindo classification-major (grade ≥III), minor (grade <III)) and demographic characteristics, pre-operative biochemical values, comorbid diseases, tumor pathological stage, opera-tion time, and colon segments’ CD/L1-VD ratios was evaluated.
RESULTS: The CD/L1-VD ratio in the tumor group was significantly higher than that of the control group (p<0.001). An increase in the pre-operative transverse and descending colon CD/L1-VD ratios in the tumor group were found to be a prognostic parameter for the development of major post-operative complications (p<0.001 and p=0.015, respectively), with the cut-off values as 1.52 and 1.21 (p=0.013 and p=0.042), respectively. The increase in the pre-operative transverse colon CD/L1-VD ratio was also associated with the increase in the blood urea level (p=0.044). A positive correlation was observed between the pre-operative blood urea levels and post-operative complications (p=0.015).
CONCLUSION: Pre-operative transverse and descending colon CD/L1-VD ratios in AOLCRC are promising prognostic parameters for major postoperative complications.

8.
İş kazasına bağlı yaralanma ve ölümlerin travma skorları ile analizi
Analysis of injuries and deaths by trauma scores due to occupational accidents
Erdem Hösükler, Tolga Turan, Zehra Zerrin Erkol
PMID: 36043915  PMCID: PMC10315944  doi: 10.14744/tjtes.2022.22796  Sayfalar 1258 - 1269
AMAÇ: Çalışmamızda travma skorları kullanılarak adli makamlara yansıyan iş kazası olgularında yaralanma özellikleri, nedenleri, sonuçları ve hastane maliyetinin travma skorları kullanılarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma adli makamlardan izin ve yerel etik kurulundan onay alındıktan sonra yapıldı. 2015–2019 yılları arasında Bolu ilinde adli makamlara yansıyan tüm iş kazası olguları çalışmaya dahil edildi. Gruplar Ki-Kare testi, Mann-Whitney U Testi ve the Kruskal-Wallis Testi ile karşılaştırılmıştır. P değeri <0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 3599 olgu dahil edildi. Olguların büyük çoğunluğu (%74.70) erkek olup yaş ortalaması 34.90±10.50’dir. İş kazası en sık 8–16 saatleri (n=1982; %55.10) arasında, cuma günü (n=595, %16.53), Nisan (n=356; %9.89) ayında ve ilkbahar (n=971; %26.98) mevsiminde meydana gelmiştir. İş kazasına bağlı ölüm 29 olguda (%0.80) gerçekleşmiştir. En sık yaralanma gıda sektöründe (n=1256, %34.90) meydana gelmiş-ti. En sık iş kazası tipi künt cisim yaralanması (%30.90) olup, mağdurlar en sık üst ekstremiteden (%54.93) yaralanmıştır. Olguların AIS ortalaması 0.94±.74, ISS ortalaması 1.79±4.47 ve NISS ortalaması 2.11±5.28’dir. Erkeklerde, yaşamı tehdit eden yaralanmalarda, inşaat ve tarım-ormancılık sektörlerinde, yüksekten düşme, trafik kazası ve makineye sıkışma şeklindeki iş kazalarına ISS ve NISS ortalaması istatistiki olarak anlamlı derecede daha yüksektir. Toplam tedavi masrafı 1.351.339,10 TL olup, ortalamasının ise 380.30±2418.90 TL’dir. İnşaat ve tarım-orman sektöründe tedavi masrafları anlamlı derecede daha yüksektir.
TARTIŞMA: Adli makamlara yansıyan tüm iş kazalarının her il bazında ayrı olarak değerlendirilmesi, iş kazaları için alınacak önlemlerin belirlenmesinde yararlı olabilir. Travma skorlarının kullanımı, ağır travmalara neden olan sektörlerin ve yaralanma mekanizmalarının tespiti ve tedavi masraflarının belirlenmesinde önemli bir argüman niteliği taşımaktadır.
BACKGROUND: This study was aimed to evaluate the injury characteristics, causes, results, and hospital charges in cases of occu-pational accidents that were reported to judicial authorities using trauma scores.
METHODS: The study was performed after obtaining permission from the judicial authorities and approval from the local ethics committee. All occupational accident cases that were reported to the judicial authorities in Bolu Province between 2015 and 2019 were included in the study. The groups were compared with the Chi-Square test, Mann-Whitney U Test, and the Kruskal-Wallis Test. P<0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: This study included 3599 cases. The majority of the cases (74.70%) were male, with a mean age of 34.90±10.50 years. Occupational accidents occurred most frequently between 8 and 16 h (n=1982; 55.10%), on Friday (n=595, 16.53%), in April (n=356; 9.89%), and in spring (n=971; 26.98%). Occupational accident-related death occurred in 29 cases (0.8%). The most common injury due to occupational accidents occurred in the food industry (n=1256, 34.90%). Blunt object injury (n=1112, 30.90%) was the most com-mon type of occupational accident; and the upper extremity (n=2049, 54.93%) was the most common injury localization. The mean Abbreviated Injury Scale of the cases was 0.94±0.74, the mean Injury Severity Score (ISS) was 1.79±4.47, and the mean New-Injury Severity Score (NISS) was 2.11±5.28. The means of ISS and NISS were statistically significantly higher for males, life-threatening injuries, work accidents in the Construction and Agriculture-Forestry sectors, fall from height, traffic accidents, and caught-in-machinery. The total hospital charge was 1,351,339.10 TL and its average was 380.30±2418.90 TL. The mean of treatment costs was significantly higher in the agriculture-forestry and construction sectors.
CONCLUSION: The evaluation of all occupational accidents that are submitted to the jurisdiction on a provincial basis may provide more useful information in the prevention of work accidents. The use of trauma scores in the evaluation of occupational accidents is a useful argument for understanding the sectors and injury types that cause severe trauma. Furthermore, trauma scores may be an important predictor of hospital costs.

9.
Zor entübasyonla ilişkili endokrin, kas-iskelet hastalıkları ve intraoral kavitede kitle gibi risk faktörlerinin değerlendirilmesi: Kohort içinde olgu kontrol çalışması
The assessment of risk factors associated with difficult intubation as endocrine, musculoskeletal diseases and intraoral cavity mass: A nested case control study
Aslinur Sagün, Levent Ozdemir, Sema Bulut Melikogullari
PMID: 36043934  PMCID: PMC10315953  doi: 10.14744/tjtes.2022.49551  Sayfalar 1270 - 1276
AMAÇ: Zor havayolu saptanmasında kullanılan prediktif faktörler ile ilgili çalışmalar, özellikle beklenmeyen zor entübasyon insidansını azaltmak, hasta güvenliğini sağlamak ve kaynak israfını önlemek için yapılmaktadır. Bu çalışmada, sıklıkla kullanılan hava yolu değerlendirme testlerinin yanında, endokrin, kas-iskelet sistemi hastalıkları ve intraoral kavitede kitle varlığının zor havayolu değerlendirmesinde prediktif değerlerinin araştırılması amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma iç içe vaka kontrol (nested case-control) çalışması olarak tasarlanmıştır. Dahil edilme kriterlerine uyan, 92’si zor entübasyon, 920’si zor olmayan entübasyon hastası (1: 10 oranı) olmak üzere toplam 1012 hasta verisi toplandı. Hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksleri (VKİ), Mallampati, Cormack-Lehane Skoru (CLS), sternomental mesafe (SMM), kesici dişler arası boşluk (KDB), cerrahinin tipi, endokrin, kas-iskelet sistemi ve kardiyo-pulmoner hastalıklar ve ağız içi kitle varlığı gruplar arasında karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Yaş >52 yıl, erkek cinsiyet, ASA 3–4, yüksek VKİ, CLS 3–4, Mallampati 3–4, KDB <4 cm ve SMM <10 cm olması zor entübasyon açısından istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Ayrıca, ağız içi kitle varlığı (17.57 kat daha fazla, p<0.05), endokrin hastalıkları (3.51 kat daha sık, p<0.05) ve kas-iskelet sistemi hastalıkları (4.5 kat daha yüksek, p<0.05) varlığında grupların karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
TARTIŞMA: Bu çalışmada, diyabet ve endokrin bozuklukları gibi endokrin hastalıkların, kas-iskelet sistemi hastalıklarının ve ağız içi kitle varlığının yaygın olarak kullanılan hava yolu değerlendirme testleri ile birlikte zor entübasyon için prediktif faktör olarak kullanılabileceği gösterilmiştir.
BACKGROUND: The predictive factors of difficult airway have been studied to reduce especially the incidence of unanticipating difficult intubation, provide patient safety, and avoid wasting resources. In this study, it was aimed to investigate whether endocrine, musculoskeletal diseases, presence of intraoral mass, and demographic factors have predictive values in the evaluation of difficult air-way as well as frequently used airway assessment tests.
METHODS: This study was designed a nested-case control study. After eligibility criterions, totally 1012 patient data were collected, 92 of them were difficult intubation, 920 of them were non-difficult intubation patients (1: 10 ratio). Demographic characteristics of the patients (age, gender), body mass index (BMI), Mallampati, Cormack-Lehane Score (CLS), sternomental distance (SMD), inter incisor gap (IIG), type of surgery, endocrine, musculoskeletal and cardio-pulmonary diseases, and the presence of intraoral mass were compared between groups.
RESULTS: Age >52 years, male gender, ASA 3–4, higher BMI, CLS 3–4, Mallampati 3–4, IIG <4 cm, and SMD <10 cm were found statistically significant in terms of difficult intubation. Besides, a statistically significant relationship was found when the groups were compared in the presence of intraoral mass (17.57 times higher, p<0.05), endocrine diseases (3.51 times more common, p<0.05) and musculoskeletal system diseases (4.5 times higher, p<0.05).
CONCLUSION: In this study, it was demonstrated that endocrine disorders such as diabetes mellitus and thyroid disorders, musculoskeletal system diseases, and the presence of intraoral cavity mass should be used as predictors for difficult intubation with commonly used airway assessment tests.

10.
Zor havayolu tahmini ve korelasyonunda STOP-BANG anketinin ve diğer zor havayolu belirleyicilerinin kullanılması
The use of STOP-BANG questionnaire and other difficult airway determinants in difficult airway prediction and correlation
Ayşegül Bilge, Atilla Erol, Şule Arıcan, Sema Tuncer Uzun
PMID: 36043918  PMCID: PMC10315957  doi: 10.14744/tjtes.2021.25068  Sayfalar 1277 - 1284
AMAÇ: Bu çalışmadaki ilk amaç, zor hava yolunu tahmin etmede STOP-BANG anketinin kullanımını değerlendirmektir. Çalışmada ikincil olarak değerlendirmek istenen zor hava yolunu tahmin etmede anketin ve diğer zor hava yolu belirleyici testlerin korelasyonunu değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu ileriye yönelik randomize çalışmaya genel anestezi altında opere olacak iki yüz Amerikan Anesteziyologlar Derneği (ASA) skoru I, II ve III olan hastalar alındı. Hastaların yaşı, boyu, vücut ağırlığı, vücut kitle indeksi, boyun çevresi, ağız tam açıkken interinsizör mesafesi, sternomental ve tiromental mesafe, mandibular uzunluk, boyun uzunluğu, üst dudak ısırma testi, STOP-BANG skoru, mallampati ve Cormack Lehane derecesi notları kaydedildi. İlk olarak bulmak istediğimiz zor hava yolunun bir göstergesi olarak STOP-BANG anketinin kullanılabilirliğini tespit etmektir. Zor hava yolunu diğer parametrelerle karşılaştırmak ikincil hedefimizdi. Hastalar zor ve kolay yüz maskesi ventilasyonu ile zor ve kolay entübasyon olarak iki gruba ayrıldı. Veriler bir SPSS istatistik 16.0 programı kullanılarak analiz edildi. İstatistiksel analiz Ki-kare ve Spearman korelasyon analizi testi kullanılarak yapıldı.
BULGULAR: İki yüz hastadan 45’inin entübasyonda, yetmiş üçünün ise maske ventilasyonunda zorluk görüldü. Zor hava yolu ile yüksek STOP-BANG skoru arasında orta derecede pozitif korelasyon vardı (p<0.05). Ayrıca anormal diş yapısı, büyük kafa çevresi, büyük boyun çevresi, mallam-pati, Cormack Lehane sınıflandırması zor hava yolu ile anlamlı pozitif korelasyon gösterdi (p<0.05).
TARTIŞMA: Çalışmamızda, STOP-BANG anketinin zor hava yolunu tahmin etmede önemli olduğu görülmüştür ve bu test diğer zor hava yolu parametreleri gibi kullanılabilir olduğu tespit edilmiştir.
BACKGROUND: The primary objective of this study was to evaluate the use of STOP-BANG questionnaire in prediction of difficult airway. The secondary aim of this study is to evaluate the correlation of the questionnaire and other difficult airway determinant tests in predicting difficult airway.
METHODS: Two hundred American Society of Anesthesiologists’ Status I, II, and III patients under general anesthesia were enrolled in this prospective randomized study. Patients’ age, height, body weight, body mass index, neck circumference, inter-incisor distance when the mouth is fully open, sternomental and thyromental distance, mandibular length, neck length, biting the upper lip, STOP-BANG score, and Mallampati and Cormack–Lehane (C–L) grades were recorded. The first thing we want to find is to determine the usability of the STOP-BANG questionnaire as an indicator of the difficult airway. Comparing difficult airway with the other parameters was secondary objectives. The patients were divided into two groups as difficult and easy intubation with difficult and easy facial mask ventilation. The data were analyzed using an SPSS statistics 16.0 program. Statistical analysis was performed using, Chi-square and Spearman correlation analysis test.
RESULTS: Forty-five out of 200 patients had difficulty in intubation and 73 out of them had difficulty in mask ventilation. Between difficult airway and high STOP-BANG score was a moderate positive correlation (p<0.05). Furthermore, unnatural dental status, greater head circumference, greater neck circumference, Mallampati, and C–L classification were significantly positive correlated with a difficult airway (p<0.05).
CONCLUSION: In our study, the STOP-BANG questionnaire was found to be important in predicting the difficult airway and this test was found to be usable like other difficult airway parameters.

11.
Üçüncü basamak bir hastanede Fournier gangrenindeki deneyimlerimiz ve bunun kan sayımı parametreleri ile ilişkisinin analizi
Our experience on Fournier’s gangrene in a tertiary-stage care center and analysis of its relationship with blood count parameters
Bahadır Topuz, Selçuk Sarıkaya, Adem Emrah Coguplugil, Sercan Yılmaz, Turgay Ebiloğlu, Engin Kaya, Murat Zor, Mesut Gürdal
PMID: 36043926  PMCID: PMC10315955  doi: 10.14744/tjtes.2021.50245  Sayfalar 1285 - 1291
AMAÇ: Fournier gangreni, genital ve perineal bölgenin hızla ilerleyen ve yaşamı tehdit eden nekrotizan fasiitidir. Fournier gangreni ile ilgili deneyimlerimizi paylaşmak ve klinik verilerin tam kan sayımı parametreleri, enflamasyon hücreleri ve sistemik enflamasyon belirteçleri ile ilişkisini analiz etmek. GEREÇ VE YÖNTEM: Fournier gangreni tanısı ile Ocak 2016–Aralık 2020 arasında takip edilen ve tedavi edilen yetişkin hastaların dijital tıbbi kayıt-ları geriye dönük olarak analiz edildi. Veriler yaş, cinsiyet, toplam hastanede kalış süresi, predispozan faktörler, etiyolojik faktörler, toplam debridman sayısı, cerrahi işlemler ve antibiyotik olarak belirlendi. Hastaneye yatışın ilk günü ile debridman sonrası birinci ve yedinci günlerde ölçülen serum glikoz düzeyleri, tam kan sayım parametresi düzeyleri, serum inflamasyon göstergeleri ve C-reaktif protein düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: Yaş ortalaması 56.42 (22–86) yıl olan 36 erkek hasta alındı. En yaygın predispozan faktör diabetes mellitusdu (n=13; %36.1). En sık görülen etiyolojik neden skrotal apseydi (n=19; %52.8). Debridman öncesi, debridman sonrası birinci ve yedinci günlerde WBC sayısında, nötrofil seviyesinde, NLR değerinde ve CRP seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı azalma saptandı (p<0.05). İlk başvuru anındaki debridman sayısı ile yaş, NLO, PLO ve CRP değerleri arasında pozitif korelasyon vardı (p<0.05).
TARTIŞMA: Ürogenital bölge enfeksiyonları, Fournier gangreninin temel etiyolojik kökenidir. Nadir bir ürolojik acil durum olan Fournier gangreninde klinik verilerde ve kan sayımı parametrelerinde önemli değişiklikler gözlendi.
BACKGROUND: Fournier’s gangrene (FG) is rapidly progressing and life-threatening necrotizing fasciitis of genital and perineal regions. The aim of the study was to share our experience with FG and to analyze the relationship of clinical data with whole blood count parameters, inflammation cells, and systemic inflammation markers.
METHODS: The digital medical records of the adult patients followed-up and treated with diagnosis of FG between January 2016 to December 2020 were retrospectively analyzed. Data were as age, gender, total length of hospital stay, predisposing factors, etiological factors, total number of debridement’s, surgical procedures, and antibiotherapy were collected. Serum glucose levels, complete blood count parameter levels, serum inflammation indicators and C-reactive protein (CRP) levels measured at the initial day of hospital admission, post-debridement 1st and 7th days were measured.
RESULTS: Thirty-six male patients were included, with a mean age of 56.42 (22–86) years. The most common predisposing factor was diabetes mellitus (n=13; 36.1%). The most frequently seen etiological cause was scrotal abscess (n=19; 52.8%). A statistically significant decrease was found in White blood cell count, neutrophil level, neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) value and CRP level measured before debridement, post-debridement 1st and 7th days (p<0.05). There was a positive correlation between the number of debridement’s and age, NLR, platelet-to-lymphocyte ratio, and CRP values at the initial admission time (p<0.05).
CONCLUSION: The infections of urogenital region are the essential etiological origin of FG. As a rare urological emergency, significant changes were observed in clinical data and blood count parameters during the course of FG.

12.
Çocuk yoğun bakım ünitesindeki yüksek enerjili travma olgularında BIG skoru güçlü bir mortalite ve morbidite belirtecidir
BIG score is a strong predictor of mortality and morbidity for high-energy traumas in pediatric intensive care unit
Hasan Serdar Kıhtır, Ebru Atike Ongun
PMID: 36043936  PMCID: PMC10315943  doi: 10.14744/tjtes.2022.42347  Sayfa 1297
AMAÇ: Ciddi travmatik yaralanmalar çocuk yoğun bakım hasta popülasyonunun önemli bir parçası olduğu gibi mortalite ve morbiditenin de önemli nedenleri arasındadır. Çocuk yoğun bakım unitesinde mortalite riskinin değerlendirilmesi, hasta bazlı tedavi kararlarının alınması ve kalite değerlendirmesi açısından önemli bir konudur. BIG skor (Baz açığı+[2.5 x INR] + [15- GKS]) ve Pediatrik Travma Skoru pediatrik travma merkezlerinde travma ciddiyetinin değerlendirilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, pediatrik yüksek enerjili travma olgularında travma şiddeti skorları, pediatrik mortalite risk skoru (PRISM – 3) ve yatış laboratuvar verilerinin mortaliteyi belirlemedeki rollerini tespit etmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük çalışma 2018–2020 yılları arasında 3. basamak bir çocuk yoğun bakım ünitesinde yürütüldü. Yüksek enerjili çoklu travma olguları çalışmaya dahil edildi. Yeni gelişen mental ya da motor bozukluklar, posttravmatik epilepsi, trakeostomi ihtiyacı ve ekstremite kaybı olması morbidite olarak tanımlandı. Pediatrik travma skoru, BIG skor, PRISM – 3 skoru ve başvuru laboratuvar incelemeleri mortalite ve morbidite tahmininde kullanıldı.
BULGULAR: Ortanca yaşları 66 (25–134) ay olan 155 olgu çalışmaya dahil edildi. Altmış (%45.2) olgu yüksekten düşme nedeniyle 85 (%54.8) olgu ise motorlu taşıt kazası nedeniyle yatırılmıştı. On üç (%8.5) olguda taburculukta morbiditeler tespit edilirken beş (%3,2) olgu yatış sırasında hayatını kaybetti. Lojistik regresyon analizinde BIG skoru (p=0.01), pediatrik travma skoru (p=0.003), pediatrik mortalite risk skoru (p=0.02), yatış D-dimer değeri (p=0.01) ve yatış albumin değeri (p=0.001) mortaliteyle anlamlı olarak ilişkili bulundu. ROC analizinde ise BIG skoru (kestirim değeri >21.5, AUC: 0.984 %95 GA: 0.943–0.988), pediatrik mortalite risk skoru (kestirim değeri >18, AUC: 0.997 %95 GA: 0.970–1), pediatrik travma skoru (kestirim değeri ≤3, AUC: 0.969 &95 GA: 0.928–0.990,) başvuru albumin düzeyi (kestirim değeri ≤3 g/dL, AUC: 0.987 %95 CI: 0.953–0.998) ve başvuru D-dimer düzeylerinin (kestirim değeri >13100 mcg/L, AUC: 0.776 %95 GA: 0.689–0.849) mortalite açısında yüksek düzeyde prediktif olduğu görüldü.
TARTIŞMA: BIG skoru, pediatrik yüksek enerjili travma hastalarında güçlü bir mortalite ve morbidite prediktörü olarak görünmektedir. Pediatrik mortalite risk skoru, BIG skoruyla benzer prediktif değere sahip görünse de çok daha erken ve hızla değerlendirilebilir olması nedeniyle BIG skoru daha kullanışlı ve güçlü bir prediktör olarak ön plana geçmektedir.
BACKGROUND: Severe traumatic injuries not only constitute an important population of pediatric intensive care unit (PICU) but they also play a major role in mortality and morbidity. Mortality risk assessment of traumatic injuries in the PICU is a delicate issue as it influences the treatment decisions. BIG score (Base Deficit +[2.5 × INR] + [15-GCS]) and the Pediatric Trauma Score (PTS) are utilized in pediatric trauma centers for the assessment of trauma severity. In this research, we aimed to elucidate the predictivity of trauma severity scores, the PRISM-3 (pediatric risk of mortality), and admission laboratory parameters in pediatric patients with high-energy traumas.
METHODS: Children who had been exposed to high-energy polytraumas between 2018 and 2020 and treated in a tertiary care PICU were included in this retrospective analysis. Newly developed mental or motor disabilities, post-traumatic acquired epilepsy, requirement for tracheostomy, and/or extremity loss at PICU discharge were defined as morbidity. The PTS, the BIG score, PRISM-3 score, and admission laboratory parameters were utilized for mortality and morbidity prediction.
RESULTS: A total of 155 patients were included in the study. The median age of the participants were 66 months (25–134). The origin of trauma was fall from height in 45.2% (n=70) of the subjects and traffic accident 54.8% (n=85) of the cases. New morbidities had occurred in 8.7% (n=13) and 3.2% (n=5) of the patients deceased in the ICU. The results of logistic regression analysis indicated that BIG score (p=0.01), PTS (p=0.003), PRISM-3 (p=0.02), admission D-dimer (p=0.01), and albumin levels (p=0.001) were significantly associated with mortality. The receiver operating characteristics curve analysis denoted that BIG score (cutoff >21.5, area under the curve [AUC]: 0.984 95% CI: 0.943–0.988), PRISM-3 score (cutoff >18, AUC: 0.997 95% CI: 0.970–1), the PTS (cutoff ≤3, AUC: 0.969 95% CI: 0.928–0.990), admission albumin level (cutoff ≤3 g/dL, AUC: 0.987 95% CI: 0.953–0.998), and D-dimer level (cutoff >13,100 mcg/L, AUC: 0.776 95% CI: 0.689–0.849) all had high predictive values for mortality.
CONCLUSION: Regarding the results of this research, one can conclude that BIG score is a strong predictor of mortality and morbidity in high-energy pediatric traumas. Although PRISM-3 score has a similar predictive capability, the earlier and easier calculation as-sets of BIG score positions itself as a more useful and powerful predictor for mortality and morbidity in pediatric high-energy traumas.

13.
Acil akut aort diseksiyonu cerrahisi sonrası mortalite tahmininde sıralı organ yetmezliği değerlendirme skoru (SOFA) ve kardiyak cerrahi skor (CASUS) sistemlerinin karşılaştırılması
Comparison of sequential organ failure assessment score and cardiac surgery score systems for mortality prediction after emergency acute aortic dissection surgery
Mustafa Emre Gürcü, Seyhmus Külahcioglu, Pinar Karaca Baysal, Özge Altas, Serkan Çelik, Özgür Arslan, Atakan Erkılınç, Hacer Ceren Tokgoz, Ali Karagoz, Kaan Kirali
PMID: 36043914  PMCID: PMC10315962  doi: 10.14744/tjtes.2021.27845  Sayfalar 1298 - 1304
AMAÇ: Akut tip A aort diseksiyonu (ATAAD) en ölümcül kardiyovasküler hastalıklardan biridir ve acil tanı ve ameliyat gerektirir. Hastanın klinik bulguları, komplikasyonları ve hastalığın geçmişi ölüm oranları ile yakından ilişkilidir. CASUS, kalp cerrahisi geçiren hastaların özel patofizyolojik durumları dikkate alınarak hesaplanan ve ameliyat sonrası sonuçları yüksek doğrulukla öngören bir skorlama sistemidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kurumsal etik kurul (ID: 2021/7/496) onayı alındıktan sonra 1 Ocak 2019–31 Aralık 2020 tarihleri arasında hastanemizde acil cerrahi uygulanan 50 ATAAD hastasının verileri değerlendirildi. SOFA ve CASUS skorları hem acil servise başvuru hem de YBÜ takibi süresince günlük laboratuvar ve nörolojik durumun en kötü değerleri kullanılarak hesaplandı. Bu skorların ortalama ve toplam değerleri ameliyat öncesi, ameliyat sonrası ilk gün için kaydedildi ve kategorik veriler frekans ve yüzde olarak tanımlandı. Bağımsız sürekli veri karşılaştırmaları için Mann-Whitney U testini ve kategorik veri karşılaştırması için Pearson ki-kare veya Fisher kesin testini kullandık. Sürekli veriler medyan ve çeyrekler arası aralıklar (25–75) olarak sunuldu.
BULGULAR: Çalışma 50 hastadan oluşuyordu, ölüm oranı %34 (n=17) idi. Toplam grupta hipertansiyon (HT) %72 (n=36), diabetes mellitus %24 (n=12), başlangıç hemoglobin 12.5 g/dL (10.7–14.1, 25.–75.), kreatinin 1.09 mg/dL (0.85–1.33, 25.–75), bu hastaların %72’si (n=36) erkekti. CASUSortalama, SOFAortalama skoru hayatta kalan hastalara göre ölen hasta grubunda daha yüksekti (12.9 (9.5–13.8, 25.–75.), 3 (2–5, 25.–75.); 8 (6.1–9.2, 25.–75.), 2.6 (2–4.5, 25.–75.), p<0.001 sırasıyla). CASUSortalama, model 1’de bir aylık mortalite ile bağımsız olarak ilişkili bulundu (HR 1.25 (1.14–1.37) (p<0.001).
TARTIŞMA: Sonuç olarak, CASUSortalama’daki artış, bir aylık mortalitenin temel prediktörüdür. CASUSortalama değeri 8.3’ün üzerinde, hastalar ölüm dahil önemli istenmeyen olaylar açısından daha dikkatli izlenmelidir.
BACKGROUND: Acute type A aortic dissection (ATAAD) is one of the most mortal cardiovascular diseases and requires urgent diagnosis and surgery. The patient’s clinical findings, complications, and patient’s history are closely related to mortality rates. Cardiac surgery score (CASUS) is a scoring system which is calculated by considering the special pathophysiological conditions of patients undergoing cardiac surgery and predicts post-operative results with high accuracy.
METHODS: Following the ethical approval from institutional ethics committee (ID: 2021/7/496), the data of consecutive 50 ATAAD patients who underwent emergent surgery in our hospital between January 1, 2019, and December 31, 2020, were evaluated. The Se-quential Organ Failure Assessment and CASUS scores were calculated using the worst values of the daily laboratory and neurological status for both in admission to emergency department and during intensive care unit (ICU) follow-up period. The average and the total values of these scores were recorded for pre-operative, post-operative 1st day, and for the categorical data were defined as frequency and percentage. We used the Mann–Whitney U test for the independent continuous data comparisons and Pearson Chi-Square or Fisher ex-act test for categorical data comparison whole ICU period. Continuous data were presented as median and interquartile ranges (25–75th).
RESULTS: The study comprised 50 patients, the rate of death was 34% (n=17). In total group, there were hypertension 72% (n=36), diabetes mellitus 24% (n=12), initial hemoglobin 12.5 g/dL (10.7–14.1, 25–75th), creatinine 1.09 mg/dL (0.85–1.33, 25–75th), and 72% (n=36) of these patients were male. The CASUSmean and SOFAmean scores were higher in the death-group when compared with the group who survived (12.9 [9.5–13.8, 25–75th], 3 [2–5, 25–75th]; 8 [6.1–9.2, 25–75th], 2.6 (2–4.5, 25–75th], p<0.001, respectively]. CASUSmean was independently associated with the 1-month mortality in model 1 (HR 1.25 [1.14–1.37] (p<0.001).
CONCLUSION: According to our results increase in CASUS mean was the main predictor of 1 month mortality. When CASUS mean exceeds 8.3 the patient should be followed up more carefully for major adverse events including death.

14.
Akut kolesistit şiddeti (Tokyo 2018 kılavuzu) erken veya geç kolesistektomi kararını etkilemeli mi?
Should the severity of acute cholecystitis (Tokyo 2018 guideline) affect the decision of early or delayed cholecystectomy?
Yunus Dönder, Saliha Karagöz Eren
PMID: 36043925  PMCID: PMC10315959  doi: 10.14744/tjtes.2021.50241  Sayfalar 1305 - 1311
AMAÇ: Akut kolesistit nedeniyle başvuran hastalarda yatış anında yapılan (erken kolesisitektomi) ile gecikmiş kolesistektomi arasındaki komplikasyon oranlarını karşılaştırmak, aynı zamanda kolesistit şiddetinin kolesistektomi zamanlamasına etkisi olup olmadığını incelemeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma geriye dönük olarak planlandı ve hastanemiz etik kurul onayı alındı. Üçüncü basamak hastanemize akut kolesistit ile başvuran hastaların bilgileri hastane veri tabanından tarandı. Hastalar akut kolesistit nedeniyle acile başvuran, erken ve geç dönem kolesistektomi yapılan gruplar olarak ikiye ayrıldı. Akut kolesistit şiddetini belirlemek için Tokyo 2018 akut kolesistit rehberi kullanıldı. Hastaların ameliyat öncesi-sonrası verileri incelendi ve komplikasyonları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan 158 hastanın verileri geriye dönük olarak incelendi. Geç dönem kolesistektomi ile karşılaştırdığımızda, erken dönem kolesistektomi yaptığımız hastalarda komplikasyon oranları artmıştır (sırasıyla %8.1, %32.2 p<0.001). Tokyo 2018 rehberine göre akut kolesistit şiddeti Tokyo 1, 2 ve 3 olarak gruplandırıldığında Tokyo 1 olan hastalarda erken dönemde, geç dönem kolesistektomi yapılanlara göre daha fazla komplikasyon gözledi (sırasıyla, %22.6, %4.2, p=0.004). Komplikasyonlar incelendiğinde özellikle pulmoner emboli, pnömoni, intra abdominal apse gelişimi, sepsis ve yara yeri enfeksiyonunun erken dönem ameliyat edilenlerde anlamlı olarak daha yüksek olduğu görülmüştür. Komplikasyonlar üzerine etkili olan etkenler incelendiğinde Tokyo skorunun 2 ve üzeri olması (OR: 4.161), kreatin yüksekliği (OR: 5.496) ve ek hastalık varlığı (OR: 4.238) komplikasyon gelişim riskini arttırmaktadır.
TARTIŞMA: Tokyo 2 ve üzeri hastalar, Tokyo 1 olan hastalarla karşılatırıldığında kolesistektomi sonrası daha fazla komplikasyon gelişmektedir. Erken dönem ameliyat edilen hastalarda ise Tokyo 1 kolesistitli hastalarda daha fazla komplikasyon geliştiği görülmüştür. Kolesitektomi zamanlamasını belirlemede akut kolesistit şiddetinin etkisini belirlemek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardir.
BACKGROUND: In our study, we aimed to compare the complication rates of patients presenting with acute cholecystitis and undergoing surgery at the time of hospitalization (early cholecystectomy) and delayed cholecystectomy and also to examine whether the severity of cholecystitis has an effect on the timing of cholecystectomy.
METHODS: The study was planned retrospectively and the approval of the ethics committee of our hospital was obtained. The patient files of the patients who were admitted to our tertiary hospital with acute cholecystitis were accessed through the hospital archive system. The patients were divided into two groups, those who were admitted to the emergency department for acute chole-cystitis and who underwent early cholecystectomy and delayed cholecystectomy. The Tokyo 2018 acute cholecystitis guideline was used to determine the severity of acute cholecystitis. Pre-operative and post-operative data of the patients were examined and their complications were evaluated.
RESULTS: The data of 158 patients who met the inclusion criteria were retrospectively analyzed. Compared with delayed chole-cystectomy, complication rates increased in patients who underwent early cholecystectomy (8.1% and 32.2%, respectively, p<0.001). According to the Tokyo 2018 guideline, patients with acute cholecystitis were grouped as Tokyo 1, 2, and 3; and of Tokyo 1 patients, more complications were observed in those who underwent early cholecystectomy (22.6% and 4.2%, respectively, p=0.004). When the complications were examined, it was observed that pulmonary embolism, pneumonia, intra-abdominal abscess development, sepsis, and wound infection were significantly higher in those who were operated early. When the factors affecting complications are examined, having a Tokyo score of 2 and above (OR: 4.161), high creatinine levels (OR: 5.496), and presence of additional disease (OR: 4.238) increase the risk of developing complications.
CONCLUSION: More complications occur after cholecystectomy in patients with Tokyo 2 and above, when compared with patients with Tokyo 1. It was observed that more complications developed in patients with Tokyo 1 cholecystitis who were operated in the early period. Further studies are needed to determine the effect of acute cholecystitis severity in determining the timing of cholecystectomy.

15.
Hastalarda basit ev yapımı fantomların ultrason eşliğinde venöz erişimin güvenirliliğini ve girişimsel performansını arttırması
Homemade phantoms improve ultrasound-guided vein cannulation confidence and procedural performance on patients
Mustafa Sabak, Ameer Al-Hadidi, Luay Demashkieh, Suat Zengin, Wael Hakmeh
PMID: 36043933  PMCID: PMC10315958  doi: 10.14744/tjtes.2022.74712  Sayfalar 1312 - 1316
AMAÇ: Ultrason eşliğinde venöz erişim, acil tıpta önemli bir beceridir. Ticari ultrason fantomlarının fahiş fiyatları, asistanları yeterince eğitme yeteneğini sınırlamaktadır. Tıp eğitiminde basit ev yapımı fantomların klinik yararını araştırdık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Acil asistanlarının yarısı, toplam 14 penrose drenli, iki basit ev yapımı ultrason fantomu kullanılarak yapılan bir eğitim kursu öncesi ve diğer yarısı kurs sonrasında vasküler girişim yapmıştır, 18 acil tıp asistanının her biri hastalar üzerinde ultrason eşliğinde 10 IV girişimde bulunmuştur. Hastalar üzerinde IV girişimlerinin güven ve başarı oranlarını karşılaştıran eğitim öncesi ve sonrası anketleri kullanarak ileriye yönelik bir fizibilite çalışması yaptık.
BULGULAR: Asistanlar, ultrason eşliğinde başarılı periferik venöz kanülasyonlarında ilk beş denemede ortalama %47.8’den son 5 denemede %71.1’e kadar bir iyileşme gösterdiler. İlk ile beşinci denemelerden veya altı ila onuncu girişimlerden hiçbir yarar saptanmadı, bu da erken dönem deneyimden minimum fayda sağladığını göstermektedir. Asistanlar, hastalara ultrason eşliğinde venöz kanülasyon uygulanması, doğru probu belirleme, kuvvet ve derinliği ayarlama, damarları kısa ve uzun eksende görselleştirme, arterleri damarlardan ayırt etme ve fantom model üzerinde venöz kanülasyon gerçekleştirmesi konusunda artan güven bildirdiler.
TARTIŞMA: Basit ev yapımı ultrason fantomları uygun maliyetlidir, güveni artırır ve acil tıp asistanlarının ultrason eşliğinde venöz kanülasyonu yapma becerisini geliştirir.
BACKGROUND: Ultrasound-guided vein cannulation is an essential skill in emergency medicine. Prohibitive costs of commercial ultrasound phantoms limit the ability to adequately train residents. We assess the clinical utility of homemade phantoms for medical education.
METHODS: Eighteen emergency medicine residents each performed 10 ultrasound-guided IV attempts on patients, half of the attempts before and half after a training course using two homemade ultrasound phantoms with 14 total Penrose drains. We conducted a prospective feasibility study using pre- and post-training surveys comparing confidence and success rates of IV cannulation attempts on patients.
RESULTS: Residents demonstrated an improvement in successful ultrasound-guided peripheral vein cannulations from an average of 47.8% during the first five attempts to 71.1% in the last five attempts. No benefit was noted from the first to the fifth attempts, nor from the six to the tenth attempts, suggesting minimal benefit from experience early on. Residents reported increased confidence in performing ultrasound-guided venous cannulation on patients, identifying the correct probe, adjusting gain and depth, visualizing veins in short and long axis, differentiating arteries from veins, and vein cannulation on a phantom model.
CONCLUSION: Homemade ultrasound phantoms are cost effective, increase confidence, and improve emergency medicine resi-dents’ ability to perform ultrasound-guided vein cannulation.

16.
Tekrarlayan kronik invajinasyonlarda tedavi yaklaşımlarımız
Our treatment approaches in recurrent chronic intussusceptions
Mesut Demir, Melih Akin, Aydın Ünal, Meltem Kaba, Nihat Sever, Ali ihsan Dokucu
PMID: 36043927  PMCID: PMC10315964  doi: 10.14744/tjtes.2022.56954  Sayfalar 1317 - 1322
AMAÇ: İnvajinasyon, 6 ay ile 36 ay arasında en sık görülen intestinal obstrüksiyon nedenidir. Hastaların %75–90’ında tanımlanmış bir etiyoloji yoktur. Tüm invajinasyonların %5–16’sında tekrarlayan invajinasyon görülür ve bu hasta grubunda tedavi stratejisi tartışmalıdır. Tekrarlayan invajinasyonun tedavisi, herhangi bir lead point bulunamadığında zorlu bir problemdir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Tekrarlayan invajinasyondaki 10 yıllık deneyimimizi gözden geçirmeyi ve herhangi lead point olmayan tekrarlayan invajinasyon olguları için yeni bir ameliyat tekniği tanımlamayı amaçladık.
BULGULAR: 2007–2017 yılları arasında çocuk cerrahisi kliniğimizde tekrarlayan invajinasyonlu hastaların verilerini geriye dönük olarak inceledik. Tüm hastalara ultrason eşliğinde hidrostatik redüksiyon (UGHR) uygulandı. Akut karın ve tam bağırsak tıkanıklığı bulguları olan veya tanı amaçlı iki başarısız UGHR girişimi olan hastalara, bulgulara ve yaşına göre patolojik bir lead pointten şüpheleniliyorsa cerrahi uygulandı. Cerrahın tercihi ve tecrübesine göre laparoskopi veya laparotomi uygulandı. Toplam 87 UGHR gerçekleştirildi. Otuz üç hasta tekrarlayan invajinasyon nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yaş ortalaması 12.75±14.14 (6–84) ay olup, 19’u erkek, 14’ü kadındı. Karın ağrısı, ajitasyon ve kusma yaygın semptomlardı. Otuz üç hastanın tamamına en az iki farklı durumda UGHR uygulandı. Birinci ve ikinci UGHR tedavileri arasındaki süre 42.6±186.19 (0–899) gündü. İkinci UGHR’nin başarı oranı 33 hastadan 27’si (%81.8) idi. Tekrarlayan invajinasyonları olan bir hastaya laparoskopi yardımlı ileal katlama ve çekum duvarına fiksasyon uygulandı. Önce apendektomi, ardından 4/0 poliglaktin sütürlerle çekal fiksasyon ile ileal katlama yapıldı. Dikişler, komşu terminal ileal ansların serozal tabakaları ile çekal duvar arasına yerleştirildi.
TARTIŞMA: Tedaviye dirençli çoklu tekrarlayan invajinasyonları olan hastalarda kalıcı çözümler bulmaya çalışılmalıdır. Lead pointin cerrahi olarak çıkarılması, tekrarlayan invajinasyonu önlemeye yardımcı olacaktır. Yineleyen hastalarda bile ultrason eşliğinde hidrostatik redüksiyon ile tatmin edici sonuçlar elde edilebilir. Laparoskopi, tekrarlayan invajinasyonun tanısında, lead point saptanmasında ve tedavisinde yardımcıdır. Bu yeni ameliyat tekniği, herhangi bir lead point olmayan tekrarlayan invajinasyonlar için tatmin edici olabilir.
BACKGROUND: Intussusception is the most common cause of intestinal obstruction between 6 months and 36 months of age. There is no defined etiology in at least 75–90% of patients. Recurrent intussusception occurs in 5–16% of all intussusceptions and the treatment strategy is controversial in this patient group. The treatment of continued recurrent intussusception is a challenging problem when no lead point is revealed despite recurrence.
METHODS: We aimed to review our 10 years of experience in recurrent intussusception and describe a new operative technique for recurrent intussusception cases without any lead points.
RESULTS: We, retrospectively, reviewed the data of patients with recurrent intussusception in our referral pediatric surgery clinic between 2007 and 2017. Ultrasound-guided hydrostatic reduction (UGHR) was performed on all patients. Surgery was performed on those patients who had findings of acute abdomen and complete intestinal obstruction or two failed attempts of UGHR for diagnos-tic purposes if a pathologic lead point was suspected based on patient findings and age. Laparoscopy or laparotomy was performed according to surgeon preference and experience. A total of 87 UGHRs were performed. Thirty-three patients were admitted to our clinic due to recurrent intussusception. The mean age was 12.75±14.14 (6–84) months, and 19 were male and 14 were female. Abdominal pain, agitation, and vomiting were common symptoms. UGHR was performed on all 33 patients on at least two different occasions. The time between the first and second UGHR treatments was 42.6±186.19 (0–899) days. The success rate of the second UGHR was 27 out of 33 patients (81.8%). Surgery was performed on six patients. Laparoscopy-assisted ileal folding and fixation to the cecal wall was performed on one patient with recurrent intussusceptions. Appendectomy was performed first, and then, ileal folding with cecal fixation was performed using 4/0 polyglactin sutures. The sutures were placed between the serosal layers of the adjacent terminal ileal loops and the cecal wall.
CONCLUSION: Surgeons should try to find permanent solutions for patients with multiple recurrent intussusceptions that are resistant to treatment. Surgical excision of the lead point will help prevent recurrent intussusception. Satisfactory results can also be obtained by UGHR even in patients with recurrences. Laparoscopy is helpful in diagnosis, detection of lead points, and treatment of irreducible intussusception. This new operative technique can be satisfactory for recurrent intussusceptions without any lead points.

17.
Açık redüksiyon ve internal fiksasyonla tedavi edilen pelvis-asetabulum kırıklarında traneksamik asit kan transfüzyonu ve kanama miktarlarını nasıl etkiler?
How does tranexamic acid affect blood transfusion and bleeding amount in pelvis-acetabulum fractures treated with open reduction and internal fixation?
Sezgin Bahadır Tekin, Ibrahim Halil Demir, Bahri Bozgeyik, Ahmet Mert
PMID: 36043923  PMCID: PMC10315960  doi: 10.14744/tjtes.2021.45843  Sayfalar 1323 - 1327
AMAÇ: Bu çalışmada intravenöz traneksamik asidin açık redüksiyon ve internal fiksasyon ile tedavi edilen pelvis-asetabulum kırıklarında kan kaybı ve transfüzyon oranları üzerine etkisini araştırmak amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2017–Ocak 2019 tarihleri arasında pelvis-asetabulum kırığı nedeniyle açık redüksiyon ve internal fiksasyon yapılan hastalar bu çalışmanın hedef popülasyonunu oluşturdu. Dahil etme ve dışlama kriterleri uygulandıktan sonra hastalar iki gruba ayrıldı: perioperatif olarak 15 mg/kg traneksamik asit verilenler (Grup 1) ve verilmeyenler (Grup 2). Yaş, cinsiyet, yaralanma mekanizması, kırık tipi, ek yaralanmaların varlığı veya yokluğu, yatış ve ameliyat arasındaki zaman aralığı, insizyoni, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin seviyeleri, ameliyat sırasında tahmini kan kaybı (EBL), transfüze edilen kan ünitesi sayısı verileri ve komplikasyonlar kaydedildi. Bu parametreler açısından iki grup karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışma grubu 58 hastayı içeriyordu. Grup 1’de 30 hasta, Grup 2’de 28 hasta vardı. Analizimiz, Grup 2’de transfüzyon yapılan kan ünitesi sayısının Grup 1’e göre anlamlı olarak daha yüksek olduğunu ortaya koydu (p=0.016). Bununla birlikte, intraoperatif EBL, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin düzeyleri ve başvuru ile cerrahi arasındaki zaman aralığı açısından iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA: İntravenöz traneksamik asit uygulaması, açık redüksiyon ve internal fiksasyon ile tedavi edilen pelvis-asetabulum kırıklı hastalarda kan transfüzyonu ihtiyacını azaltmaktadır. Bu yaklaşım, kan nakline bağlı olası komplikasyonları önleyebilir.
BACKGROUND: This study aimed to investigate intravenous tranexamic acid’s (TA) effect on blood loss and transfusion ratios in pelvis-acetabulum fractures treated with open reduction and internal fixation.
METHODS: Patients who underwent open reduction and internal fixation due to pelvis-acetabulum fractures between January 2017 and January 2019 constituted this study’s target population. After applying inclusion and exclusion criteria, patients were divided into two groups: Those who were perioperatively given 15 mg/kg TA (i.e., Group 1) and those who were not (i.e., Group 2). Data including age, gender, mechanism of injury, fracture type, presence or absence of additional injuries, the time interval between admission and surgery, incision site, pre-operative and post-operative hemoglobin levels, intraoperative estimated blood loss (EBL), number of blood units transfused, and complications were recorded. Two groups were compared regarding these parameters.
RESULTS: The study cohort included 58 patients. There were 30 patients in Group 1 and 28 patients in Group 2. Our analysis re-vealed that the number of blood units transfused was significantly higher in Group 2 than Group 1 (p=0.016). However, there was no significant difference between the two groups regarding intraoperative EBL, pre-operative and post-operative hemoglobin levels, and the time interval between admission and surgery.
CONCLUSION: Administration of intravenous TA reduces blood transfusion requirement in patients with pelvis-acetabulum frac-tures treated with open reduction and internal fixation. This approach can prevent potential blood transfusion-related complications.

18.
İntertrokanterik femur kırıklarında anterior ve medial redüksiyonu sağlayan minimal invaziv basit bir teknik: Bir olgu kontrol çalışması
A simple minimally invasive technique providing anterior and medial reduction in intertrochanteric femur fractures: A case–control study
Serdar Kamil Çepni, Ali Şişman, Suat Batar
PMID: 36043924  PMCID: PMC10315945  doi: 10.14744/tjtes.2022.46706  Sayfalar 1328 - 1334
AMAÇ: İntertrokanterik kırıkların AO/OTA 31-A2.2/A2.3 kırık tiplerinde kullanılan Verbrugge minimal invaziv tekniğinin klinik ve radyolojik sonuç-larını, traksiyon masasında yapılan kapalı redüksiyon tekniği ile kıyaslamaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma geriye dönük olarak dizayn edildi. 2017–2020 yılları arasında kliniğimize intertrokanterik kırık nedeniyle başvuran 671 hasta değerlendirildi. Bu hastalardan; 70 yaş üzeri olan, bir yıldan uzun takipleri mevcut olan, kırık tipi AO/OTA 31-A2.2/A2.3 olan ve tarafımızca intramedüller çivileme uygulananlar çalışmaya dahil edildi. Bu kriterleri sağlamayan, patolojik kırığı olan, açık kırığı olan, geçirilmiş kalça operasyonu hikayesi olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Toplam 177 olgunun bu çalışmaya uygun olduğu tespit edildi. Hastalar; operasyonda Verbrugge minimal invaziv tekniği ile redüksiyon sağlananlar (Verbrugge reduction group, VRG) ve traksiyon masası ile kapalı redüksiyon sağlananlar (convantionel reduction group, CRG) olarak iki gruba ayrıldı. Radyolojik olarak redüksiyon kalitesi modifiye Chang yöntemi ile değerlendirildi, varus redüksiyon oranları karşılaştırıldı. Klinik sonuçlarda ise tam yük ile mobilizasyon zamanı, komplikasyon oranları, Harris Kalça Skoru (HHS) karşılaştırıldı. BULGULAR: Verbrugge minimal invaziv tekniği ile redüksiyon sağlanan olgularda, traksiyon masasında redüksiyon sağlanan gruba göre varus mal-redüksiyonunun daha az görüldüğü, daha başarılı redüksiyon kalitesi elde edildiği, hastaların daha erken dönemde mobilize edilebildiği ve HHS’nin daha yüksek olduğu tespit edildi. Ameliyat süresi ve komplikasyonlar arasında anlamlı fark tespit edilmedi.
TARTIŞMA: Verbrugge yönteminin, traksiyon masasi ile kapalı redüksiyonun yeterli görülmediği tüm AO/OTA 31-A2.2 /A2.3 intertrokanterik fe-mur kırıklarında kullanılabilecek; kırık redüksiyonunun kalitesini arttıran ve ameliyat boyunca korunmasını sağlayan, komplikasyon oranları açısından konvansiyonel redüksiyon yöntemi ile benzer, efektif bir teknik olduğu düşünülmektedir.
BACKGROUND: The aim of the study was to compare the clinical and radiological results of the Verbrugge minimally invasive technique used in AO/OTA 31–A2.2/A2.3 intertrochanteric fracture types with those of the closed reduction technique performed on a traction table.
METHODS: A retrospective evaluation was made of 671 patients treated in our clinic for intertrochanteric fracture between 2017 and 2020. The patients included in the study were those aged >70 years, applied with intramedullary nailing for an AO/OTA 31–A2.2/A2.3 fracture type, with >1 year of follow-up. Patients were excluded if they did not meet these criteria, if they had a pathological fracture, an open fracture, or a history of hip surgery. A total of 177 patients were accepted for analysis in the study. The patients were separated into two groups as those where reduction was provided with the Verbrugge minimal invasive technique Verbrugge reduction group (VRG) and those with closed reduction applied on a traction table Conventional reduction group (CRG). The reduction quality was evaluated radiologically with the modified Chang method and the varus reduction rates were compared. The clinical results of the groups were compared in respect of time to full weight-bearing mobilization, complication rates, and Harris Hip Scores (HHS).
RESULTS: Varus malreduction was seen less often in the VRG compared to the CRG, the reduction quality was more successful, the patients could be mobilized earlier and the HHSs were better. No significant difference was determined in terms of operating time and complications.
CONCLUSION: The Verbrugge method can be used in all AO/OTA 31–A2.2/A2.3 intertrochanteric fractures where closed re-duction applied on a traction table is not sufficient. This method can be considered to be an effective technique that increases the quality of the fracture reduction, provides protection throughout the operation, and has similar complication rates to those of the conventional reduction method.

19.
Hangisi daha tehlikeli, deprem mi yoksa panik mi? 24 Ocak 2020 Elazığ/Türkiye depremiyle ilişkili kas iskelet yaralanmalarının değerlendirilmesi
Which is more dangerous, earthquake, or the panic?Evaluation of the 24 January 2020 Elazig/Türkiye earthquake related musculoskeletal injuries
Emre Ergen, Oğuz Kaya, Özgür Yılmaz, Hüseyin Utku Özdeş, Ömer Cihan Batur, Serdar Karaman, İsmail Güzel, Okan Aslantürk, Mustafa Karakaplan
PMID: 36043928  PMCID: PMC10315942  doi: 10.14744/tjtes.2021.57606  Sayfalar 1335 - 1339
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, 24 Ocak 2020 Elazığ/Türkiye depremine bağlı kas-iskelet yaralanmaları ve tedavi protokollerini değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve Malatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil servislerine depremden sonraki ilk 48 saat içerisinde başvuran hastaların verileri geriye dönük olarak değerlendirildi. Yaş, cinsiyet, yumuşak doku yaralanmaları ve bölgeleri, kırık bölgeleri ve tipleri, kırık etiyolojisi ve tedavi yöntemleri değerlendirildi.
BULGULAR: İki yüz kırk yedi hasta değerlendirildi. Yüz on sekizi kadın, 139’u erkekti. Yirmi dört (%9.7) pediatrik hasta vardı. Ortalama yaş 37.3 (1–92) yıldı. Yaralanmaların çoğu basit yumuşak doku yaralanmalarıydı. Seksen altı hastada 103 kırık vardı. Otuz sekiz hastanın kırığı cerrahi olarak tedavi edildi.
TARTIŞMA: Her büyük afet, geçmişe dönük çalışmaları hakeder, böylece acil sağlık hizmetlerinin tüm seviyelerini nasıl iyileştireceğimizi öğrenebiliriz. Depremzedelerin büyük bir kısmında burkulma, yırtılma veya kontüzyon gibi sadece basit yumuşak doku yaralanmaları vardı. Depremin getirdiği yıkımla dolaylı olarak ilgili nedenlerle birçok hasta yaralandı. Depremin neden olduğu panik, getirdiği yıkımdan daha fazla yaralanmaya neden oldu.
BACKGROUND: The aim of this study is to evaluate the musculoskeletal injuries related with 24 January 2020 Elazig/Türkiye earthquake and their treatment protocols.
METHODS: Data of patients applied to İnönü University Medical Faculty Hospital, Elazığ Training and Research Hospital and Malatya Training and Research Hospital emergency departments within 48 h after the earthquake, were evaluated retrospectively. Age, gender, soft tissue injuries and sites, fracture sites and types, fracture etiology, and treatment methods were evaluated.
RESULTS: 247 patients were evaluated. 118 were women and 139 were men. There were 24 (9.7%) pediatric patients. Mean age was 37.3 (1–92) years. Waist majority of injuries were simple soft-tissue injuries. There were 103 fractures in 86 patients. Thirty-eight patients’ fractures were treated surgically.
CONCLUSION: Every major disaster warrants retrospective studies so we can learn how to improve all levels of Emergency Medical Services. Great proportion of Elazıg earthquake victims had only simple soft tissue injuries such as sprain, laceration, or contusion. Many patients were injured due to reasons indirectly related to the destruction brought by the earthquake. Panic caused by the earth-quake caused more injury than the destruction it brought.

20.
Non-operatif tedavi edilen Tip II suprakondiler humerus kırıklarında redüksiyon kaybı ile ilişkili risk faktörleri
Risk factors related reduction loss in nonoperatively treated Type II supracondylar humerus fractures
Timur Yıldırım, Muhammed Bilal Kürk, Evren Akpınar, Ahmet Sevencan
PMID: 36043929  PMCID: PMC10315956  doi: 10.14744/tjtes.2021.61350  Sayfalar 1340 - 1346
AMAÇ: Ekstansiyon Tip II suprakondiler humerus kırıkların optimal tedavi yöntemi seçimi üzerindeki tartışmalar sürmektedir. Çoğu hasta kapalı redüksiyon ve alçılama ile başarılı şekilde tedavi edilse de bir grup hastanın başlangıçta elde edilen redüksiyonu alçıda kaldığı süre boyunca kaybedilir. Bu çalışmanın amacı redüksiyon kaybına neden olan risk faktörlerinin tespitidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2012–2018 yılları arasında kapalı redüksiyon ve alçı tespiti ile tedavi ettiğimiz 103 Tip II ekstansiyon suprakondiler humerus kırığı hastasının verilerini geriye dönük olarak inceledik. Redüksiyon kaybına neden olan hasta değişkenleri, kırık oblisitesi ve metafiz parçalanması gibi kırık karakter özellikleri, tespit yöntemi ve alçıya ait parametreleri değerlendirdik.
BULGULAR: İncelenen 103 hastanın 62’si erkek, 41’i kız yaş ortalaması ise 5.4±2.5 (aralık, 2–11.6) yıl idi. Seksen bir hasta (%79) kapalı redüksiyon ve alçı tespiti ile başarılı şekilde tedavi edilirken, 22 (%21) hastada redüksiyon kaybı izlendi. Sagittal planda high oblique kırıkların redüksiyon kaybı oranı transvers olanlara göre 3.17 kat yüksekti (%95 CI: 0.99–10.03, p<0.05). Metafizer parçalanma olan kırıklarda redüksiyon kaybı riski 6.5 kat yüksek bulundu (%95 CI: 1.6–26.5, p<0.01). Redüksiyon kaybı ile Gartland subtipi, cinsiyet, yaş, başlangıçtaki rotasyon varlığı, alçı açısı ve yumuşak doku/alçı iç çap genişliği oranları arasında anlamlı ilişki bulunmadı.
TARTIŞMA: Çalışma grubumuzdan elde ettiğimiz sonuçlara göre ekstansiyon Tip II kırıklar kapalı redüksiyon ve alçılama ile %79 oranında başarılı şekilde tedavi edilebilir. Sagittal plan oblisitesi ve metafiz parçalanması redüksiyon kaybı için Gartland subtipinden bağımsız risk faktörleridir.
BACKGROUND: Controversies continue about the optimal treatment method for extension Type II supracondylar humerus fractures (SCHFs). Although most patients are successfully treated with closed reduction and plaster casting, in some patients, the reduction initially obtained is lost during the time in the plaster cast. The aim of this study was to determine the risk factors causing reduction loss.
METHODS: A retrospective examination was made of the data of 103 patients with Type II extension SCHF treated with closed reduction and plaster cast fixation between 2012 and 2018. Reduction loss was evaluated in respect of patient variables, fracture char-acteristics as obliquity and metaphyseal fragmentation, fixation method, and plaster cast parameters.
RESULTS: The 103 patients evaluated comprised 62 males and 41 females with a mean age of 5.4±2.5 years (2–11.6 years). Successful treatment was achieved with closed reduction and plaster cast fixation in 81 (79%) patients and reduction loss was observed in 22 (21%) patients. The reduction loss of fractures showing high oblique in the sagittal plane was 3.17-fold higher than low sagittal oblique fractures (95% CI: 0.99–10.03, p<0.05). The risk of reduction loss in fractures with metaphyseal fragmentation was found to be 6.5-fold higher (95% CI: 1.6–26.5, p<0.01). No statistically significant relationship was determined between reduction loss and Gartland subtype, age, gender, the presence of rotation initially, plaster cast angle, and the soft-tissue/inner cast width ratio.
CONCLUSION: According to our study group, 79% of extension Type II fractures can be successfully treated with closed reduction and plaster casting. Sagittal plane obliquity and metaphyseal fragmentation are risk factors for reduction loss independent of Gartland subtype.

OLGU SERISI
21.
Üst ekstremite inatçı kırık kaynamaması tedavisinde serbest periostal medial femoral kondil flebinin kullanılması
The free medial femoral condyle periosteal flaps for the treatment of recalcitrant upper limb long bones nonunion
Ali Özdemir, Egemen Odabaşı, Mehmet Ali Acar
PMID: 36043917  PMCID: PMC10315963  doi: 10.14744/tjtes.2021.25032  Sayfalar 1347 - 1352
AMAÇ: İnatçı kırık kaynamaması tedavisi zor, birden çok cerrahi gerektirebilen, bazen periost flepleriyle tedavi gerektirebilen bir durumdur. Periost flepleri kullanımı henüz yaygın olmayan kemik defekti bulunmayan kaynamalar için tercih edilebilen bir yöntemdir. Bu çalışmanın amacı, üst ekstremite uzun kemiklerin inatçı kaynamamalarının tedavisi için medial femoral kondil periost flebi ile ilgili deneyimimizi sunmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2015–2019 yılları arasında üst ekstremitede kemik kaynamaması olan serbest medial femoral kondil periosteal flep ile tedavi edilen yedi hasta geriye dönük değerlendirildi. Daha önce implant revizyonu ve nonvasküler greftleme işlemleri yapılmış ve başarısız olunmuş atrofik kaynamama görülen hastalardan oluşmaktadır. Bunların ikisi humerus, üçü ulna, biri radius ve biri klavikula daydı. Hastaların demografik verileri, kay-namama özellikleri, komplikasyonları ve radyografik bulguları değerlendirildi. Fonksiyonel sonuçlar kol, omuz ve el skorlarına göre değerlendirildi. BULGULAR: Ortalama yaş 41 (23–60), ortalama takip süresi 33 aydı (16–56). Kaynamama süresi 9–24 ay arasında değişiyordu. Ek cerrahi prose-düre gerek duyulmadı. Bir hastanın donör bölgesinde hematom gelişti ve cerrahi drenaj gerektirdi. Bir hastada diz medial kollateral bağ yaralanması meydana geldi. Hastaların hepsinde ortalama üç aylık bir sürede (2–7) kaynama görülmüştür. Ameliyat öncesi Q-DASH skoru 56 (33–95) ve ameliyat sonrası kontrol Q-DASH skoru 5 (0–33) idi ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.017). Tüm hastaların fonksiyonel sonuçları, kol, omuz ve eldeki engellerle doğrulandığı üzere iyileşmiştir.
TARTIŞMA: Medial femoral kondil periosteal flep inatçı kaynamama durumlarında tercih edilen bir tedavi seçeneği sunar. Bu flep, diğer fleplere göre komorbiditesi düşük, atrofik kaynamamalarda yeniden kanlanma ve kemik oluşumu için uygun bir seçenektir.
BACKGROUND: Recalcitrant fracture non-union is a condition that is difficult to treat and may require multiple surgeries, some-times requiring treatment with periosteal flaps. The use of periosteal flaps can be preferred for the treatment of non-unions that do not yet have extensive bone defects. This study aims to share our experience with medial femoral condyle periosteal flap for the treatment of recalcitrant non-union in long bones of the upper limb.
METHODS: Seven patients who underwent treatment for upper limb non-union with a free medial femoral condyle periosteal flap be-tween 2015 and 2019 were retrospectively evaluated. Patients who had previously underwent implant revision and non-vascular grafting procedures and with failed atrophic non-union were included in the study. Non-union was in the humerus in two patients, ulna in three, radius in one, and clavicula in one patient. Demographic data, non-union features, complications, and radiographic findings of the patients were evaluated. Functional results were evaluated according to Quick Disabilities of Arm, Shoulder, and Hand (Q-DASH) scores.
RESULTS: Mean patient age was 41 (23–60) years and the mean follow-up time was 33 months (16–56). Non-union time ranged from 9 to 24 months. Additional surgical procedures were not required. One patient developed a hematoma in the donor site and required surgical drainage. Medial collateral ligament injury of the knee occurred in one patient. Union was observed in all patients in an average of 3 (2–7) months. Mean pre-operative Quick Disabilities of Arm, Shoulder, and Hand (Q-DASH) score was 56 (33–95), while mean post-operative control Q-DASH score was 5 (0–33); the improvement was statistically significant (p=0.017). The functional outcomes of all patients improved, as confirmed by Q-DASH score.
CONCLUSION: The medial femoral condyle periosteal flap offers a viable treatment option for recalcitrant non-unions. This flap has low comorbidity compared to other flaps and is a feasible option for revascularization and bone formation in atrophic non-unions.

KLINIK ÇALIŞMA
22.
Ağır biliyer pankreatit olgularında lenfopeni varlığının geç dönem komplikasyon gelişimi ile ilişkisi
The relationship between lymphopenia and development of late complications in severe acute pancreatitis
Feyza Aşıkuzunoğlu, Adnan Özpek
PMID: 36043916  PMCID: PMC10315954  doi: 10.14744/tjtes.2021.23904  Sayfalar 1353 - 1358
AMAÇ: Bu çalışmada ağır akut pankreatit (AP) olgularında hangi hastaların geç dönem komplikasyon geliştireceğini ön görebilmek hedeflendi. Böylece bu hastalarda tartışmalı olan kolesistektomi zamanlaması ile ilgili karar alma sürecini kolaylaştırabiliriz. Diğer taraftan ağır AP hastalarında gelişen lenfopeninin mekanizması ve bunun prognoza etkisi aydınlatılmaya çalışıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2013 ve Ocak 2018 tarihleri arasında hastanemizde yatarak tedavi edilen ağır bilier pankreatit tanılı 163 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, geliş ve 48. saat lenfosit yüzdeleri kayıt edildi. Yatış tarihinden itibaren 7–10. günler arası çekilen İV-Oral kontrastlı bilgisayarlı batın tomografileri ile birinci ay ve takip tomografileri incelendi. Bu verilerden herhangi biri eksik olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar komplikasyon gelişen ve gelişmeyen olarak 2 gruba ayrıldı; Group 1 herhangi bir geç dönem komplikasyon bulgusu olmayan hastalar, grup 2 ise 1. ay BT’de WON (Walled of Necrosis) veya psödokist geliştiren hastalar olarak tanımlandı. Grup 1’de 134, grup 2’de 29 hasta yer aldı. Çalışmada yer alan hastaların 89’u kadın, 78’i erkekti.
BULGULAR: Gruplar arasında cinsiyet ve yaş açısından fark saptanmadı (p>0.05). Grup 2’nin hastane yatış sürelerinin grup 1’den anlamlı ölçüde uzun olduğu saptandı. Gruplar arasında geliş lenfosit değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmadı (p>0.05). Grup 2’in 48. saat lenfosit değerleri, Grup 1’den istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük bulundu (p=0.000; p<0.05). 48. saatte belirgenleşen lenfopeni geç dönem komplikasyon geliştirme riski ile ilişkili olarak değerlendirildi.
TARTIŞMA: Ağır biliyer pankreatitte ilk 48 saatte görülen lenfopeni ile geç dönem gelişen komplikasyonlar arasında anlamlı bir ilişki vardır. 48. saatte lenfopeni görülmüyor ise geç dönem komplikasyon gelişmeyeceğini ve bu hasta gurubunda da erken kolesistektominin güvenle yapılabileceğini söyleyebiliriz. Ağır pankreatitte 48. saatte görülen lenfopeni ile geç dönem komplikasyon gelişimi arasında anlamlı bir ilişki vardır.
BACKGROUND: In this study we aimed to predict patients who would develop late stage acute pancreatitis related complications. So we would be able to ease the decision making process about the timing of cholecycstectomy. On the other hand we also suggest a possible insight into the mechanisms which lead development of lyphopenia in severe acute pancreatitis and its possible effects on prognosis.
METHODS: In this study, 163 severe acute pancreatitis case who has been treated as inpatient between January 2013 and January 2018 has been involved. Patients charts and all documented data has been analysed retrospectively. According to the existence or ab-sence of late complications of severe acute pancreatitis, patients have been divided into two groups; Group 1 had no late complication, Group 2 had either pseudocyst or WON (Walled of Necrosis) at 1st month CT.
RESULTS: The difference between two groups in terms of 48th hour lymphocyte percentage was significant (p=0.000; p<0.05). Group 2 had remarkably longer duration of hospital stay (p=0.000; p<0.05). 48th hour CRP level of group 2 was significantly higher than of group 1 (p<0.000).
CONCLUSION: There is a statistically significant relation between the presence of lymphopenia, at 48th hour of presentation in severe biliary pancreatitis patients and development of delayed complications. We can strongly say that there would be no late term pancreatitis related complications if there was no lymphopenia at 48 hour and an early cholecystectomi can be performed in such cases. Lymphopenia seen around 48. hr of admission is highly related to development of late complications in severe acute pancreatitis.

OLGU SUNUMU
23.
Fizyel bar oluşumuna bağlı ayak bileği varus deformitesinin tedavisi: Olgu sunumu
Treatment of ankle varus deformity due to physeal bar formation: A case report
Mahmut Tunçez, Cemal Kazımoğlu
PMID: 36043930  PMCID: PMC10315952  doi: 10.14744/tjtes.2020.67179  Sayfalar 1359 - 1362
Kırık sekeli sonrası oluşan fizyel barın neden olduğu ayak bileği deformitelerinin tedavisi karmaşıktır. Her hasta, deformite ve bar konumunun şiddetine göre ayrı ayrı tedavi edilmelidir. Biz distal tibial epifizde geçirilmiş travmaya bağlı meydana gelen varus deformitesi ve bar oluşumu olan 11 yaşındaki erkek hastanın bar rezeksiyon tekniği ile başarılı tedavisini sunduk. Tibia distal açık kama osteotomi, fibula kapalı kama osteotomi, bar rezeksiyonu ve otojenik yağ dokusu interpozisyonu uygulandığımız hasta herhangi bir komplikasyon olmaksızın dördüncü yılını doldurdu. Bar rezek-siyon tekniğinin ciddi ayak bileği deformitesinde bile olumlu sonuçlar verdiğini düşünüyoruz.
Treatment of ankle deformities caused by the physeal bar after a fracture sequel is complicated. Each patient should be treated individually depending on of the severity of the deformity and bar location. We presented a case report of a successful treatment of an 11-year-old male patient with progressive varus deformity and bar formation due to trauma in the distal tibial physis. Tibia distal open wedge osteotomy, fibula closed wedge osteotomy, bar resection, and autogenic adipose tissue interposition were performed. The patient is at 4 year follow-up without any complication. We think that bar resection technique provides favorable results even in severe ankle deformity.

24.
Distal pankreas ile birlikte torsiyone olan gezici dalak
Wandering spleen, which is torsioned with the distal pancreas
Mustafa Sentürk, Yavuz Selim Kasikci
PMID: 36043920  PMCID: PMC10315951  doi: 10.14744/tjtes.2021.34288  Sayfalar 1363 - 1365
Akut karın ağrısının birçok nedeni vardır. Bunlardan birisi de dalak torsiyonudur. Distal pankreas ve dalağın birlikte torsiyone olduğu ve splenektomi uygulanan bir olguyu literatür ışığında tartışmayı amaçladık. On dokuz yaşında erkek hasta ani başlangıçlı karın ağrısı sonucu başvurusunun ardından fizik muayene ve görüntüleme sonucunda dalak torsiyonu saptanması üzerine hasta acil ameliyata alınarak splenektomi yapıldı. Dalak torsiyonu sonucu yaşamı tehdit eden komplikasyonlar gelişebileceğinden erken tanı önemlidir. Dalak iskemisi olan hastalarda acil cerrahi yapılmalıdır. Dalak ile birlikte pankreasın da torsiyone olabileceği unutulmamalıdır. Cerrahların pankreasın yaralanmasını önlemek için splenektomi sırasında dikkatli olmaları gerekir.
There are many causes of acute abdominal pain. One of them is wandering splenic torsion. We aimed to discuss a case in which the distal pancreas and spleen were torsion together and underwent splenectomy in the light of the literature. A 19-year-old male patient with sudden onset of abdominal pain underwent splenectomy after physical examination and imaging revealed splenic torsion. Early diagnosis is important as life-threatening complications may develop. Emergency surgery should be performed in patients with splenic ischemia. It should be kept in mind that the pancreas may be torsioned along with the spleen. Surgeons need to be careful during splenectomy to avoid injury to the pancreas.