p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 30 Sayı : 9 Yıl : 2024

Hızlı Arama




SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 30 (9)
Cilt: 30  Sayı: 9 - Eylül 2024
DIĞER
1.
Ön Sayfalar
Front Matters

Sayfalar I - IX

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Vanilik ve rosmarinik asidin kalp dokusu üzerindeki koruyucu etkilerinin karşılaştırılması: Sıçanlarda alt ekstremite iskemi-reperfüzyon modeli
Comparison of the protective effects of vanillic and rosmarinic acid on cardiac tissue: Lower limb ischemia-reperfusion model in rats
Serhat Huseyin, Adem Reyhancan, Umit Halici, Orkut Guclu, Salih Tuysuz, Burcak Oztorun, Suat Canbaz
PMID: 39222491  doi: 10.14744/tjtes.2024.12359  Sayfalar 619 - 625
AMAÇ: İskemi/reperfüzyon hasarı, hem uzun klemp süresi gerektiren elektif prosedürlerde hem de damar tıkanıklığı olan gecikmiş acil vakalarda damar cerrahisinde görülen en zorlu postoperatif durumlardan biridir. İskemi sırasında gelişen enflamatuvar yanıt ve reperfüzyon sırasında artan serbest oksijen radikallerinin beyin, kalp ve böbrekler üzerinde zararlı etkileri vardır. Bu çalışmada, sıçanlarda alt ekstremite iskemi/reperfüzyon modelinde vanilik ve rosmarinik asidin iskemi/reperfüzyon hasarını önlemedeki etkisini karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ağırlıkları 185-240 g olan, 32 adet dişi Sprague-Dawley ırkı sıçan, rastgele her biri 8 hayvandan oluşan 4 gruba ayrıldı. Grup 1 kontrol, grup 2 iskemi/reperfüzyon (I/R), grup 3 iskemi/reperfüzyon + vanilik asit (I/R + VA) ve grup 4 iskemi/reperfüzyon + rosmarinik asit (I/R +) olarak belirlendi. RA). Kontrol grubu dışındaki tüm gruplarda infrarenal abdominal aorta klemplenerek 60 dakika iskemi ve ardından 120 dakika reperfüzyon uygulandı. Reperfüzyon başlamadan 15 dakika önce Grup 3'e vanilik asit, grup 4'e ise rosmarinik asit intra-abdominal olarak uygulandı. Reperfüzyon fazının sonunda kan örnekleri ve kalp dokuları alınarak sıçanlar sakrifiye edildi. Histopatolojik olarak miyofibriler ödem, miyositoliz, fokal kanama ve kalp dokusunda polimorfonükleer lökosit (PMNL) infiltrasyonu incelendi. Kan örneklerinde total antioksidan kapasite (TAK), total oksidatif durum (TOD), oksidatif stres indeksi (OSİ), 8-OH-deoksiguanozin, laktonaz ve arilesteraz aktivitesi ölçüldü.
BULGULAR: Miyofibriler ödem en çok İ/R grubunda belirgindi ve İ/R + VA ve İ/R + RA gruplarında daha az belirgindi (sırasıyla, p=0.005 ve p=0.066). İskemi/reperfüzyon grupları arasında miyositoliz, fokal kanama ve PMNL infiltrasyonu açısından fark yoktu (p>0.99). Tüm gruplar arasında TOD ve OSİ kontrol grubunda en düşük, TAK ise en yüksekti. TAK, İ/R + VA ve İ/R + RA gruplarında benzer iken, bu iki grupta İ/R grubuna göre anlamlı olarak yüksekti. İ/R + VA grubundaki laktonaz aktivitesi kontrol grubuyla benzer iken İ/R ve İ/R + RA gruplarına göre anlamlı derecede yüksekti.
SONUÇ: Çalışmamız vanilik ve rosmarinik asitin alt ekstremite iskemisi sonrası kalpteki miyofibriler ödemi azalttığını ve TAK'ı arttırdığını göstermektedir. Bununla birlikte, vanilik asit, antioksidan etkisi ile bilinen laktonaz enziminin aktivitesini rosmarinik asite göre daha fazla arttırır.
BACKGROUND: Ischemia/reperfusion injury is one of the most challenging postoperative situations in vascular surgery, both in elective procedures with prolonged clamping time and in delayed emergency cases with vascular occlusion. The inflammatory response that develops during ischemia and the oxygen-free radicals that proliferate during reperfusion have detrimental effects on the brain, heart, and kidneys. In this study, we aimed to compare the effects of vanillic and rosmarinic acid in preventing ischemia/reperfusion injury in a lower limb ischemia-reperfusion model in rats.
METHODS: Thirty-two female Sprague-Dawley rats weighing 185-240 g were randomly divided into four groups of eight animals each. Group 1 was designated as the control, Group 2 as ischemia/reperfusion (I/R), Group 3 as ischemia/reperfusion + vanillic acid (I/R + VA), and Group 4 as ischemia/reperfusion + rosmarinic acid (I/R + RA). In all groups except the control, the infrarenal abdominal aorta was clamped, and 60 minutes of ischemia followed by 120 minutes of reperfusion was performed. Vanillic acid was administered intra-abdominally 15 minutes before the start of reperfusion in Group 3, and rosmarinic acid in Group 4. At the end of the reperfusion phase, blood samples and hearts were collected, and the rats were euthanized. Histopathologically, myofibrillar edema, myocytolysis, focal hemorrhages, and infiltration of polymorphonuclear leukocytes (PMNL) in cardiac tissue were examined. Total antioxidant capacity (TAC), total oxidative status (TOS), oxidative stress index (OSI), 8-OH-deoxyguanosine, lactonase, and arylesterase activity were measured in blood samples.
RESULTS: Myofibrillar edema was most pronounced in the I/R group and less pronounced in the I/R + VA and I/R + RA groups (p=0.005 and p=0.066, respectively). There was no difference between the ischemia/reperfusion groups regarding myocytolysis, focal hemorrhage, and PMNL infiltration (p>0.99). Among all groups, TOS and OSI were lowest in the control group, while TAC was highest. TAC was similar in the I/R + VA and I/R + RA groups but was significantly higher in these two groups than in the I/R group. The lactonase activity in the I/R + VA group was similar to that in the control group but was significantly higher compared to the I/R and I/R + RA groups.
CONCLUSION: Our study shows that vanillic and rosmarinic acids reduce myofibrillar edema in the heart after lower limb ischemia and increase TAC. However, vanillic acid increases the activity of lactonase, an enzyme known for its antioxidant effect, more than rosmarinic acid.

3.
Sıçan izojenik ve allojenik kas ve deri transplantasyon modellerinde iskemi-reperfüzyon hasarının etkilerinin değerlendirilmesi
Evaluation of the effects of ischemia-reperfusion injury in rat isogenic and allogeneic muscle and skin transplant models
Fatih Ceran, Salih Onur Basat, İdris Ersin, Deniz Filinte, Özgür Pilancı, Mehmet Bozkurt
PMID: 39222497  doi: 10.14744/tjtes.2024.77415  Sayfalar 626 - 634
AMAÇ: İskemi-reperfüzyon hasarı, transplantasyon başarısını etkileyen bir durumdur. Çalışmamızın amacı, uzun süreli sıcak iskemiye maruz kalan izojenik ve allojenik kas ve deri transplantasyon modellerinde iskemi-reperfüzyon hasarının etkilerini incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 48 Lewis ve 16 Brown-Norway sıçan dört grup oluşturmak üzere kullanıldı: IST: İzojenik inguinal flep transplantasyonu, IMT: İzojenik gastroknemius kas flebi transplantasyonu, AST: Allojenik inguinal flep transplantasyonu ve AMT: Allojenik gastroknemius kas flebi transplantasyonu. Tüm gruplarda postoperatif 1., 7., 21., 35., 63., 100. ve 120. günlerde malondialdehit (MDA) ve süperoksit dismutaz (SOD) değerleri ölçüldü. Allojenik gruplarda postoperatif 7., 21., 35., 63., 100. ve 120. günlerde periferik kanda donör spesifik kimerizm (DSC) değerlendirildi. Tüm gruplarda postoperatif 1., 7. ve 120. günlerde miRNA-21 ve miRNA-205 düzeyleri değerlendirildi. Çalışmanın sonunda histopatolojik çalışma yapıldı. BULGULAR: Gruplar arasında MDA ve SOD değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. AMT grubunda DSC tespit edildi. Özellikle AMT grubunda miRNA-205'te anlamlı artış gözlendi. Kas transplantasyon grupları arasında fonksiyonel kas ünitesi sayısı açısından anlamlı bir fark yoktu.
SONUÇ: AMT grubunda DSC varlığı ve IMT ve AMT gruplarında fonksiyonel kas ünitesi sayısı arasında anlamlı bir fark olmaması dikkat çekici bulgulardır.
BACKGROUND: Ischemia-reperfusion injury (IRI) is a phenomenon that affects transplant survival. The aim of our study was to examine the effects of IRI in isogenic and allogeneic muscle and skin transplantation models exposed to prolonged warm ischemia.
METHODS: Forty-eight Lewis rats and 16 Brown-Norway rats were used to create four groups: Isogenic Inguinal Flap Transplantation (IST), Isogenic Gastrocnemius Muscle Flap Transplantation (IMT), Allogeneic Inguinal Flap Transplantation (AST), and Allogeneic Gastrocnemius Muscle Flap Transplantation (AMT). Malonyldialdehyde (MDA) and superoxide dismutase (SOD) levels were measured on postoperative days 1, 7, 21, 35, 63, 100, and 120 in all groups. Donor-specific chimerism (DSC) in peripheral blood was evaluated in the allogeneic groups on postoperative days 7, 21, 35, 63, 100, and 120. The microRNA-21 and microRNA-205 levels were evaluated on postoperative days 1, 7, and 120 in all groups. At the end of the study, a histopathological examination was performed.
RESULTS: A statistically significant difference was found between the groups in terms of MDA and SOD levels. DSC was detected in the AMT group. A significant increase in microRNA-205 was observed, especially in the AMT group. There was no significant difference in the number of functional muscle units between the muscle transplantation groups.
CONCLUSION: The presence of DSC in the AMT group and the lack of a significant difference in the number of functional muscle units in the IMT and AMT groups are noteworthy findings.

KLINIK ÇALIŞMA
4.
Düzeltilmiş obstetrik erken uyarı sistemi ölçeğinin Türkçe versiyonunun doğrulanması
Validation of the Turkish version of the Modified Early Obstetric Warning System (MEOWS) chart
Hale Kefeli Çelik, Gökçen Başaranoğlu, Ahmet Haydar Peçe, Gökhan Ünver, Serkan Tulgar, Mustafa Süren
PMID: 39222490  doi: 10.14744/tjtes.2024.87099  Sayfalar 635 - 643
AMAÇ: Düzeltilmiş Obstetrik Erken Uyarı Sistemi Ölçeği (MEOWS), obstetrik hastalarda fizyolojik parametrelerdeki değişiklikleri tespit etmek ve kötüleşen hastaların daha erken tanınmasını ve yönetilmesini sağlamak için kullanılan puan tabanlı ya da renk kodlu bir sistemdir. Çalışmanın amacı, aracı olarak bu ölçeğin performansını değerlendirmek ve MEOWS'u Türkçeye kazandırarak ülkemizde kullanılabilirliğine katkıda bulunmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Yerel etik kurul izni alınan prospektif ve tanımlayıcı olan bu çalışmaya Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Çocuk Hastanesinde Nisan 2022-Ağustos 2022 tarihleri arasında, gebelik haftası 28 haftadan büyük ve postpartum 6. haftaya kadar olan ve yatarak tedavi edilen 350 doğum yapmış obstetrik hasta alındı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 28.9±5.9 (18-40) yıl olup %34.6'sında (n=121) uyarıcı (tetikleyici) değerleri ve %30.9’unda (n=108) morbidite saptandı. Bireysel fizyolojik parametreler arasında en sık tetikleyici yüksek sistolik kan basıncı (SKB) (%28.3) idi. MEOWS’un performansına bakıldığında tetikleyici ile morbidite arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir uyum olduğu görülmüştür (Kappa=0.605; p<0,001). MEOWS’un morbidite durumunu tahmin etmedeki duyarlılığı %77.78 (%95 GA 68.76-85.21%), özgüllüğü %84.71 (%95 GA 79.55-89.00%), PPV %69.42 (%95 GA 62.40-75.64%), NPV %89.52 (%95 GA 85.67-92.43%) ve doğruluk %82.57 (%95 GA 78.18-86.40%) olarak saptandı.
SONUÇ: Bu çalışma ile MEOWS'un morbiditeyi tahmin etmek için yararlı bir tarama aracı olduğu ve yeterli sensivite, spesifite ve doğruluk değerleri ile Türkçe dilinde kullanımında iyi bir performans gösterdiği saptanmıştır. Bununla birlikte, uzun vadeli sonuçların dahil edilmesi MEOWS'un etkinliğinin daha kapsamlı bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır.
BACKGROUND: The Modified Early Obstetric Warning System (MEOWS) is a score-based or color-coded system that detects changes in physiological parameters and enables earlier diagnosis and care of worsening obstetric patients. The aim of this study is to evaluate the tool's performance and contribute to its use in Türkiye by translating MEOWS into Turkish.
METHODS: This prospective and descriptive study, approved by the local ethics committee, included 350 obstetric in-patients who gave birth at Samsun Training and Research Hospital, Gynecology and Children's Hospital between April and August 2022. The study involved patients with a gestational week greater than 28 weeks and up to six weeks postpartum.
RESULTS: The average age of the patients was 28.9±5.9 (18-40) years, with trigger values occurring in 34.6% (n=121) and morbidity occurring in 30.9% (n=108) of the cases. The most common trigger among the individual physiological indicators was high systolic blood pressure (28.3%). When the performance of MEOWS was evaluated, a statistically significant correlation was found between trigger and morbidity (Kappa=0.605; p<0.001). The sensitivity of MEOWS in estimating morbidity was 77.78% (95% confidence interval [CI]: 68.76-85.21%), specificity was 84.71% (95% CI: 79.55-89.00%), Positive Predictive Value (PPV) was 69.42% (95% CI: 62.40-75.64%), Negative Predictive Value (NPV) was 89.52% (95% CI: 85.67-92.43%), and accuracy was 82.57% (95% CI: 78.18-86.40%).
CONCLUSION: MEOWS was found to be an effective screening tool for predicting morbidity in this study and performs well in Turkish with sufficient sensitivity, specificity, and accuracy. However, the inclusion of long-term results would provide a more comprehensive understanding of the effectiveness of MEOWS.

5.
Acil servise başvuran aort diseksiyonu hastalarında mortalitenin belirleyicisi olarak nötrofil/lenfosit oranı
Neutrophil/lymphocyte ratio as a predictor of mortality among aortic dissection patients in the emergency department
İzzet Ustaalioglu, Gülbin Aydoğdu Umaç
PMID: 39222496  doi: 10.14744/tjtes.2024.78241  Sayfalar 644 - 649
AMAÇ: Aort diseksiyonu (AD), yüksek mortalite oranlarıyla ilişkili ciddi bir kardiyovasküler durumdur. Sistemik enflamatuvar yanıt AD'nin prognozunu etkileyebilir ve bu bağlamda nötrofil-lenfosit oranı (NLR) basit ve hızlı bir enflamatuvar biyobelirteç olarak ortaya çıkmaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif kohort çalışmaya 2018-2023 yılları arasında AD tanısı konulan ve acil serviste tedavi gören 103 hasta alındı. Hastaların demografik özellikleri, klinik özellikleri ve laboratuvar sonuçları değerlendirildi. Yaş, ortalama sistolik kan basıncı, oksijen doygunluğu, hemoglobin, laktat değerleri ve koroner arter hastalığının varlığı gibi potansiyel karıştırıcıları ayarlamak için çok değişkenli lojistik regresyon analizi yapıldı. NLR'nin mortaliteyi tahmin etme yeteneği, alıcı işletim karakteristiği (ROC) analizi kullanılarak analiz edildi.
BULGULAR: Çalışma popülasyonu iki gruba ayrıldı: Hayatta kalmayanlar (%68 ölüm oranı) ve hayatta kalanlar (%32 hayatta kalma oranı). Hayatta kalmayan grup, hayatta kalan gruba kıyasla anlamlı derecede daha yüksek NLR değerlerine sahipti (medyan NLR 7.66'ya karşı 2.5, p<0.001). Çok değişkenli lojistik regresyon analizi, NLO'yu hastane içi mortalitenin bağımsız bir belirleyicisi olarak tanımladı (düzeltilmiş OR 2.33, %95 GA 1.42-3.82, p<0.001). NLR için ROC analizi, ROC eğrisi altındaki alan (AUROC) 0.851 (%95 GA 0.768-0.914) ile yüksek ayırt edici güç gösterdi. Belirlenen kesme noktası >5.08 olup duyarlılığı %77.14, özgüllüğü %81.82 idi.
SONUÇ: Bulgular, yüksek NLR'nin AD'li hastalarda artan mortalite riskiyle güçlü bir şekilde ilişkili olduğunu ve acil klinik ortamlarda mortaliteyi tahmin etmek için kullanılabileceğini göstermektedir.
BACKGROUND: Aortic dissection (AD) is a serious cardiovascular condition associated with high mortality rates. The systemic inflammatory response can influence the prognosis of AD, and in this context, the neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) emerges as a simple and rapid inflammatory biomarker.
METHODS: This retrospective cohort study included 103 patients diagnosed with AD and treated in the emergency department between 2018 and 2023. Patient demographics, clinical features, and laboratory results were evaluated. Multivariate logistic regression analysis was performed to adjust for potential confounders such as age, mean systolic blood pressure, oxygen saturation, hemoglobin, lactate values, and the presence of coronary artery disease. The ability of NLR to predict mortality was analyzed using receiver operating characteristic (ROC) analysis.
RESULTS: The study population was divided into two groups: non-survivors (68% mortality rate) and survivors (32% survival rate). The non-survivor group had significantly higher NLR values compared to the survivor group (median NLR 7.66 vs. 2.5, p<0.001). Multivariate logistic regression analysis identified NLR as an independent predictor of in-hospital mortality (adjusted odds ratio [OR] 2.33, 95% confidence interval [CI] 1.42-3.82, p<0.001). ROC analysis for NLR demonstrated high discriminative power with an area under the ROC curve (AUROC) of 0.851 (95% CI 0.768-0.914). The determined cut-off point was >5.08 with a sensitivity of 77.14% and specificity of 81.82%.
CONCLUSION: The findings indicate that high NLR is strongly associated with increased mortality risk in patients with AD and can be used in emergency clinical settings to predict mortality.

6.
Acil servise başvurup hospitalize edilen ateşli silah yaralanmalarında antimikrobiyal tedavi yönetimi: Tek merkez deneyimi
Management of antimicrobial therapy in emergency department admissions and hospitalizations for firearm injuries: A single-center experience
Yavuz Çekli, Elif Doğan, Şahin Kaymak, Tolga Ege, Mehmet Eryılmaz
PMID: 39222499  doi: 10.14744/tjtes.2024.25442  Sayfalar 650 - 656
AMAÇ: Ateşli silah yaralanmaları (ASY) küresel olarak halen önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Antibiyotik kullanımı, ASY olgularında yaralanma sonrası enfeksiyonların önlenmesi için kılavuz önerileri ile desteklenmektedir, ancak antimikrobiyal ajan seçimi ve bunlarla ilişkili sonuçlar belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmada acil servise başvuran ASY olgularının yaralanma şiddet skorları (ISS) ile ampirik ve kültür sonucuna göre revize edilen antimikrobiyal tedavi protokolleri ve mortalite arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırmada 2022 yılında acil servise başvurusu olan ve sonrasında klinik ve yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) yatarak tedavi gören 164 ASY olgusu değerlendirildi. Bu vakalar ISS’a göre 9'dan küçük olanlar hafif, 9-15 arası olanlar orta, 16-24 arası olanlar şiddetli, 25 ve üzeri olanlar derin şiddetli olmak üzere dört gruba ayrıldı. Olgularda hastane yatış süresi, hastaneye yaralanma sonrası kaçıncı günde başvurduğu, doku veya kan kültür üremesi, verilen ampirik tedavi seçeneği, kültür sonucuna göre yapılan antimikrobiyal revizyon durumu, hastanın YBÜ ihtiyacı olup olmaması ve mortalite durumu, ISS ile karşılaştırıldı. Araştırmanın verileri SPSS IBM 22,0 (SPSS Inc, Chicago, IL) istatistik programına aktarılarak veri kontrolü ve analizler bu programda yapıldı. Travma hastalarında değişkenler çeşitli gruplar arasında Pearson Chi-Square ile karşılaştırılmıştır. Binary logistic regression testleri ile analiz edilerek bağımsız risk faktörleri belirlenmiştir. İstatistiksel açıdan p<0,05 düzeyi anlamlı kabul edildi. BULGULAR: Çalışmaya alınan 164 hastanın tamamı erkekti. Ortalama yaş 28.9±4.51 yıl olarak hesaplandı. Ortalama hastane yatış süresi 25.54±21.81 gün olarak bulundu. Hastaların %96’sı (158/164) akut enfeksiyon ile hastaneye başvurmuştur. Hastaların 83’ünde (%50.6) yoğun bakım ihtiyacı gelişmiştir. Hastaların 79’undan (%48) doku kültürü alındı. Doku kültürü alınan 79 hastanın 45’inde (%57) bakteri üremesi olmuştur. Kültür üremelerinde en sık Acinetobacter baumannii ve Klebsiella pneumoniae görülmüştür. Ampirik tedavi verilen ve sonrasında kültür sonucuna göre antibiyotik duyarlılıklarına bakılan hastalar incelendiğinde uygun ampirik antibiyotik tedavi oranı %48,9 hesaplanmıştır. Ampirik antibiyotik rejimlerinin hafif grupta %80 olguda, derin şiddetli grupta ise %16.7 olguda uygun verildiği ve bu sonucun anlamlı olduğu görülmektedir (p=0.005). Hafif grupta hastanede kalış süresinin istatistiksel anlamlı şekilde daha kısa olduğu görülmüştür (p=0.003, p=0.000, p=0.000). ISS dört grupta sınıflandırılan hastalar YBU ihtiyacına göre değerlendirildiğinde anlamlı bir fark saptanmış olup (p=0.000) ISS skorunun yüksek olduğu gruplarda yoğun bakım ihtiyacı daha yüksek hesaplanmıştır.
SONUÇ: Sonuçta ASY olgularında ampirik antimikrobiyal tedavinin hafif grupta psödomonal etkinliği olmayan beta laktam+beta laktamaz inhibitörü veya üçüncü kuşak sefalosporin+nitroimidazol gibi dar spektrumlu olacak şekilde, şiddetli grupta ise gram negatif bakterileri de kapsayacak şekilde daha geniş spektrumlu olarak başlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Özellikle üçüncü basamak travma merkezlerinin bu hasta gruplarına yönelik sistematik tedavi protokolleri oluşturması gerekmektedir.
BACKGROUND: Firearm injuries (FI) remain a significant cause of morbidity and mortality globally. Antibiotic use, supported by guideline recommendations for preventing post-injury infections in FI cases, encounters uncertainties regarding the selection of anti-microbial agents and associated outcomes. This study aimed to investigate the relationship between Injury Severity Scores (ISS) for FI cases presented to the emergency department.
METHODS: We empirically revised antimicrobial treatment protocols based on culture results and mortality rates. In the study, 164 firearm injury cases, admitted to the emergency department in 2022 and subsequently hospitalized in clinics and intensive care units (ICU), were evaluated. Cases included in the study were categorized into four groups based on ISS: mild, moderate, severe, and profound injury severity. The study compared the timing of hospital presentation following the injury, hospital length of stay, tissue or blood culture positivity, empirical treatment administered, antimicrobial revision based on culture results, need for ICU admission, mortality status, and ISS among the cases. Data were analyzed using IBM SPSS Statistics 22.0 (SPSS Inc., Chicago, IL). Variables in trauma patients were compared among various groups using Pearson Chi-Square tests. Binary logistic regression tests were performed to identify independent risk factors. A significance level of p<0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: The study included 164 patients, all of whom were male. The mean age was calculated as 28.9±4.51 years. The average hospital length of stay was 25.54±21.81 days. Eighty-three patients (50.6%) required intensive care. Tissue cultures were obtained from 79 patients (48%). Bacterial growth was observed in 45 of these 79 patients (57%). The appropriate empirical antibiotic treatment rate, assessed among patients who received empirical treatment followed by culture-based antibiotic sensitivity testing, was 48.9%. It was observed that empirical antibiotic regimens were appropriate in 80% of cases in the mild group and 16.7% in the profound severe group (p=0.005). Our study compared the relationship between hospitalization duration and ISS groups. It was observed that hospitalization duration was significantly shorter in the mild group compared to the other groups (p=0.003, p=0.000, p=0.000). It was also observed that the need for ICU admission was higher in groups with higher ISS, indicating a correlation between higher ISS and increased ICU requirements (p=0.000).
CONCLUSION: In conclusion, for cases of firearm injuries, we believe empirical antimicrobial therapy should be initiated with narrow-spectrum agents such as beta-lactam + beta-lactamase inhibitor or third-generation cephalosporin + nitroimidazole in the mild group, considering the lack of Pseudomonal activity.

7.
Perfore kolesistit olgularını öngörmede biyobelirteçlerin rolü: C- reaktif protein albumin oranı yol gösterici olabilir mi?
The role of biomarkers in predicting perforated cholecystitis cases: Can the c-reactive protein albumin ratio be a guide?
Metin Yalcin, Mehmet Tercan, Erhan Ozyurt, Aysen Baysan
PMID: 39222488  doi: 10.14744/tjtes.2024.24189  Sayfalar 657 - 663
AMAÇ: Safra kesesi perforasyonu (SKP), akut kolesistitin nadir fakat yaşamı tehdit eden bir komplikasyonudur. Ancak teknolojik görüntülemeler ve biyokimyasal analizlere rağmen bazı olgularda perforasyon tanısı halen operasyon esnasında konulmaktadır. Bu durum perforasyon tanısında yeni belirteçler ihtiyacı olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmayla perfore kolesistit olgularının tanısında biyobelirteçlerin rolünü analiz etmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif çalışmada acil serviste akut kolesistit tanısı konularak ameliyat edilen hastalarda çalışılan kan örnekleri (beyaz kan hücresi, hemoglobin, trombosit sayımı, C-reaktif protein (CRP), albümin, CRP /Albümin oranı (CAR), nötrofil lenfosit oranı (NLR), üre, kreatinin, glukoz, amilaz, lipaz, AST, ALT, ALP, GGT, total bilirubin, direk bilirubin) analiz edildi.
BULGULAR: 170 hasta safra kesesi perforasyonu olup olmamasına göre iki gruba ayrıldı. Hastaların 63'ünde (%37.1) perforasyon mevcut idi. Perforasyon tespit edilen grupta laparoskopiden açık operasyona geçiş, yoğun bakıma yatış, hastanede yatış süresi ve mortalite perfore olmayan gruba göre yüksekti. Hastaları laboratuvar bulgularına göre incelediğimizde; gruplar arasında beyaz kan hücresi, NLR, CRP, albümin ve CAR parametreleri açısından fark tespit edilmiştir. Regresyon analizinde ize CRP ve CAR daha iyi performans gösterdi.
SONUÇ: Çalışmamız CRP ve CAR’nın akut kolesistit tanılı hastalarda SKP’u öngörmede özgüllük ve duyarlılığı düşük olmasına rağmen tanıya yardımcı bir biyobelirteç olabileceğini göstermiştir. Bu belirteç klinisyenlerin yüksek morbidite ve mortaliteye sahip bu tabloya erken tanı koyarak uygun tedaviyi planlamalarına yardımcı olabilecek düşük maliyetli ve kolay ulaşılabilen bir parametredir.
BACKGROUND: Gallbladder perforation (GBP) is a rare but life-threatening complication of acute cholecystitis. Despite advancements in imaging technology and biochemical analysis, perforations are still diagnosed intraoperatively in some cases. This situation has revealed the need for new markers in the diagnosis of perforation. In this study, we aimed to analyze the role of biomarkers in the diagnosis of perforated cholecystitis cases.
METHODS: In this retrospective study, blood samples (white blood cells (WBC), hemoglobin, platelet count, C-reactive protein (CRP), albumin, CRP/albumin ratio (CAR), neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), urea, creatinine, glucose, amylase, lipase, aspartate ami-notransferase (AST), alanine aminotransferase (ALT), alkaline phosphatase (ALP), gamma-glutamyl transferase (GGT), total bilirubin, direct bilirubin) were analyzed in patients who were diagnosed with acute cholecystitis in the emergency department.
RESULTS: One hundred seventy patients were divided into two groups according to the presence or absence of gallbladder perforation. Sixty-three (37.1%) patients had perforation. Transition from laparoscopy to open operation, intensive care unit admission, length of hospital stay, and mortality were higher in the perforated group compared to the non-perforated group. When we analyzed the patients according to laboratory findings, there was a difference in WBC, NLR, CRP, albumin, and CAR parameters in the perforation group. In regression analysis, CRP and CAR performed better.
CONCLUSION: Our study showed that CRP and CAR may be diagnostic biomarkers with low specificity and sensitivity in predicting GBP in patients with acute cholecystitis. This marker is a low-cost and easily accessible parameter that may help clinicians make an early diagnosis and plan appropriate treatment for this condition with high morbidity and mortality.

8.
Travma nedeniyle acil servise başvuran çocuklarda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun yaygınlığı ve risk faktörleri
Prevalence and risk factors of attention deficit hyperactivity disorder in children admitted to the emergency department due to traumas
Ramiz Yazici, Hüseyin Mutlu, Cengizhan Kilicaslan, Ekrem Taha Sert, Kamil Kokulu, Halil Kara, Murat Kilicaslan, Mustafa Ekici, Bensu Bulut
PMID: 39222494  doi: 10.14744/tjtes.2024.07834  Sayfalar 664 - 670
AMAÇ: Travma nedeniyle acil servise başvuran çocuklarda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) semptomlarının görülme sıklığını ve DEHB ile ilişkili risk faktörlerini belirlemek.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya travma nedeniyle acil servise başvuran 3-16 yaş arası çocuklar alındı. Kontrol grubu, travma dışı nedenlerle çocuk acil servisine başvuran 3-16 yaş arası çocuklardan oluşturuldu. Revize Conners Ebeveyn Değerlendirme Ölçeği (CPRS-R), ilk müdahale ve stabilizasyondan sonra katılmayı kabul eden ebeveynlere uygulandı. Travma hastaları iki gruba ayrılmıştır: DEHB olanlar ve DEHB olmayanlar. DEHB'nin belirlenmesini artırabilecek risk faktörleri belirlenmiştir.
BULGULAR: Çalışmada, her iki gruptaki 917 çocuğun yaş, cinsiyet, demografik ve kültürel özellikler açısından benzer özelliklere sahip olduğu bulunmuştur. Acil servise en sık başvuru şikayeti 296 (%35.2) olguda ekstremite travmaları idi. Travma hastalarının çoğu (%95.9) ayakta tedavi müdahalesinin ardından acil servisten taburcu edilmiştir. Sosyal sorunlar alt ölçek puanı hariç, CPRS-R'nin tüm alt ölçek puanları çalışma grubunda kontrole kıyasla anlamlı derecede yüksekti. Ekstremite travmaları ile başvuru (p<0.001), önceki travmalar nedeniyle acil servise başvuru (p<0.001) ve daha önce DEHB tanısı almış bir aile üyesine sahip olma (p<0.001) DEHB riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur.
SONUÇ: Travma nedeniyle acil servise başvuran çocuklarda DEHB semptomlarının görülme sıklığı daha yüksek olabilir. Ayrıca ekstremite travmaları, daha önce geçirilmiş travma nedeniyle acil servise başvuru ve ailede daha önce DEHB tanısı almış birey olması DEHB riskini artıran faktörlerdir.
BACKGROUND: This study aims to determine the prevalence of Attention Deficit Hyperactivity Disorder (ADHD) symptoms and the associated risk factors in children admitted to the Emergency Department (ED) due to traumas.
METHODS: EChildren aged 3-16 years admitted to the ED for traumas were included in the study. The control group consisted of children aged between 3-16, who visited the pediatric ED for non-traumatic reasons. The Revised Conners Parent Rating Scale (CPRS-R) was administered to parents who agreed to participate following initial intervention and stabilization. Trauma patients were divided into two groups: those diagnosed with ADHD and those without ADHD. Risk factors likely to increase the identification of ADHD were assessed.
RESULTS: The study included 917 children, with both groups showing similar characteristics regarding age, sex, demographic, and cultural factors. The most common reason for ED visits was extremity traumas, accounting for 296 (35.2%) cases. The majority of trauma patients (95.9%) were discharged from the ED after outpatient interventions. All subscale scores of the CPRS-R, except for the social problems subscale, were significantly higher in the study group compared to the control group. Factors that increased the risk of ADHD included admission with extremity traumas (p<0.001), previous ED admissions due to traumas (p<0.001), and having a family member previously diagnosed with ADHD (p<0.001).
CONCLUSION: The prevalence of ADHD symptoms may be higher in children admitted to the ED due to traumas. Furthermore, extremity traumas, previous trauma-related ED-admissions, and a family history of ADHD increase the risk of ADHD.

9.
Distal üreteral lateralizasyon açısının üreteral travmadan kaçınma ve başarılı üreteral erişim kılıfı yerleştirme üzerine etkisi
The effect of distal ureteral lateralization angle on ureteral trauma avoidance and successful ureteral access sheath placement
Metin Yığman, Hale Çolakoğlu Er
PMID: 39222492  doi: 10.14744/tjtes.2024.67996  Sayfalar 671 - 676
AMAÇ: Fleksibl üreteroskopik litotripside (fURL) avantanjları olan üreteral erişim kılıflarının (ÜEK) kullanımında üreteral yaralanma, iskemi ve uzun süreli üreteral stenoz gibi istenmeyen durumlar ortaya çıkabilir. Çalışmanın amacı distal üreteral lateralizasyon açısının başarılı ÜEK yerleştirilmesi üzerindeki etkisini araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Böbrek ve/veya proksimal üreter taşları için fURL prosedürü uygulanan hastaların verileri retrospektif olarak analiz edildi. Hastaların preoperatif bilgisayarlı tomografik incelemelerine dayanarak mesane çıkışı sıfır noktası olarak kabul edildi ve buradan geçen yatay eksen ile distal üreterin en lateralize noktası arasındaki açı değerleri hesaplandı. Hastalar ÜEK'nin başarılı bir şekilde yerleştirildiği ve yerleştirilemediği hastalar olarak 2 gruba ayrıldı.
BULGULAR: Başarılı ÜEK yerleştirilen (n=36) ve yerleştirilemeyen (n=12) gruplar arasında cinsiyet, lateralite, lokalizasyon, taş sayısı, taş yükü ve ameliyat öncesi bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilen mesane hacimleri açısından anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Öte yandan, yaş ve distal üreteral lateralizasyon açısı açısından iki grup arasında anlamlı fark bulundu (p<0.001, p=0.013).
SONUÇ: Distal üreteral lateralizasyon açısının fURS planlanan hastalarda ÜEK yerleştirilmesinde etkili bir faktör olduğu düşünülmektedir.
BACKGROUND: The use of ureteral access sheaths (UAS), which offer advantages in flexible ureteroscopic lithotripsy (fURL), may lead to undesirable conditions such as ureteral injury, ischemia, and prolonged ureteral stenosis. The aim of this study was to investigate the effect of the distal ureteral lateralization angle on successful UAS placement.
METHODS: We analyzed the data of patients who underwent fURL for kidney and/or proximal ureteral stones retrospectively. Based on the preoperative computed tomographic examinations of the patients, the bladder outlet was considered the zero point. We calculated the angle values between the horizontal axis passing through this point and the most lateralized point of the distal ureter. The patients were divided into two groups: those to whom UAS was successfully placed and those to whom UAS placement failed.
RESULTS: No significant difference was detected between the groups with successful UAS placement (n=36) and those without UAS placement (n=12) in terms of sex, laterality, localization, number of stones, stone burden, and bladder volumes evaluated with preoperative computed tomography (p>0.05). However, a significant difference was found between the two groups regarding age and distal ureteral lateralization angle (p<0.001, p=0.013).
CONCLUSION: The distal ureteral lateralization angle is considered to be an effective factor in the placement of UAS in patients scheduled for fURS.

10.
Adli olgularda maksillofasiyal travmaların etiyolojik faktörleri ve klinik belirtilerinin kapsamlı incelenmesi: Beş yıllık retrospektif bir çalışma
Comprehensive examination of etiological factors and clinical manifestations of maxillofacial traumas in forensic cases: A five-year retrospective study
Hüseyin Balandız, Halit Canberk Aydogan, Burak Kaya, Semih Özsever, Sait Özsoy
PMID: 39222495  doi: 10.14744/tjtes.2024.70045  Sayfalar 677 - 684
AMAÇ: Maksillofasiyal yaralanmalar, çeşitli etiyolojik nedenleri sebebiyle sıklıkla çoklu travmanın bir bileşeni olarak kabul edilir ve travmanın önemli bir bölümünü oluşturur. Bu çalışmanın amacı, özellikle askeri personelde görülen maksillofasiyal travmaların görülme sıklığını, çeşitli klinik seyrini ve özelliklerini aydınlatarak literatüre katkıda bulunmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Gülhane Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı'nda (Gülhane Askeri Tıp Fakültesi) 2011-2016 yılları arasında düzenlenen ve öncelikli olarak askeri personele ilişkin adli raporlar retrospektif olarak incelendi. Çalışma, travma sonucu maksillofasiyal yaralanması olan vakaların yaş, cinsiyet, travmanın kaynağı, yaralanma derecesi, kemik ve diş kırıklarının varlığı ve travma sonucu psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkışı gibi hususlara odaklanarak ayrıntılı bir analizini içermektedir.
BULGULAR: Bu çalışma, maksillofasiyal travmaların ağırlıklı olarak genç erkek bireylerde, özellikle de askeri personelde meydana geldiğini gösterdi. Tespit edilen en yaygın etiyolojik faktör kişilerarası şiddetti. Yaralanmaların çoğunluğu yumuşak doku hasarlarıydı ve en sık kırılan kemik burun kemiğiydi. Bazı vakalarda baş ve üst ekstremite yaralanmaları da tespit edildi; bu gibi durumlarda birden fazla yaralanmanın yaygın olduğunu göstermektedir. Travma sonrası psikolojik bozukluklar bazı durumlarda gelişmiş olup, en sık görüleni anksiyete bozukluklarıydı.
SONUÇ: Maksillofasiyal yaralanmaların birden fazla vücut bölgesini etkileyebileceği ve multidisipliner bir yaklaşım gerektirdiği belirlenmiştir. Bu çalışma, maksillofasiyal travmaları anlamak ve yönetmek için kapsamlı strateji ve politikalar geliştirmenin önemini vurgulayarak bu alanda gelecekte yapılacak çalışmalara temel bir referans sağlamaktadır.
BACKGROUND: Maxillofacial injuries, due to their diverse etiological causes, are often considered a component of multi-trauma and constitute a significant portion of trauma. This study aims to elucidate the incidence of maxillofacial traumas, particularly among military personnel, various clinical courses, and characteristics, thereby contributing to the literature.
METHODS: Forensic reports, primarily related to military personnel and organized between 2011 and 2016 at the Forensic Medicine Department of Gülhane Medical Faculty, Health Sciences University, were retrospectively examined. The study involved a detailed analysis of cases with maxillofacial injuries resulting from trauma, focusing on aspects such as age, gender, the origin of the trauma, degree of injury, the presence of bone and dental fractures, and the occurrence of psychiatric disorders as a result of the trauma.
RESULTS: This study demonstrated that maxillofacial traumas predominantly occurred in young male individuals, particularly among military personnel. The most common etiological factor identified was interpersonal violence. The majority of injuries were soft tissue damages, with the nasal bone being the most frequently fractured area. Injuries to the head and upper extremities were also detected in some of the cases, showing that multiple injuries are common in such cases. Post-traumatic psychological disorders developed in some cases, with anxiety disorders being the most commonly observed.
CONCLUSION: It has been determined that maxillofacial injuries can affect multiple body regions, necessitating a multidisciplinary approach. This study underscores the importance of developing comprehensive strategies and policies for understanding and managing maxillofacial traumas, providing a fundamental reference for future studies in this field.

11.
Testis torsiyonunun yönetimi: Türk çocuk cerrahları ve çocuk ürologları arasında anket çalışması
The management of testicular torsion: A survey of Turkish pediatric surgeons and pediatric urologists
Furkan Adem Canbaz, Gonca Gerçel, Sefa Sag
PMID: 39222498  doi: 10.14744/tjtes.2024.52932  Sayfalar 685 - 693
AMAÇ: Bu çalışmada Türkiye'deki çocuk cerrahlarının ve çocuk ürologlarının testis torsiyonunun (TT) tanı ve tedavisine yönelik yaklaşımlarının ve European Association of Urology (EAU) pediatrik üroloji kılavuzuna uyumunun değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmanın amacını açıklayan bir notla birlikte 19 sorudan oluşan bir anket, Haziran 2023 ve Temmuz 2023'te çocuk cerrahisi ve çocuk ürolojisi uzmanı hekimlere e-posta yoluyla gönderildi.
BULGULAR: Ankete katılan 95 kişiden %62.1'inin 10 yıldan fazla mesleki deneyimi vardı. %48.4'ü yılda 5'ten fazla TT vakasını tedavi ettiğini belirtti. Katılımcıların %87.4'ü skrotal Doppler ultrasonografiyi (US) her zaman kullandığını, %12.6'sı US'yi tanıda şüphe varsa kullandığını bildirdi. Tedaviyle ilgili olarak, %14.7'si manuel detorsiyonu daima yaptığını, %70.5'i hiç yapmadığını ve %14.7'si yalnızca ameliyathanenin hemen müsait olmaması durumunda yaptığını belirtti. Katılımcıların %92.6'sı acil ameliyatı tercih etmekteydi. Manuel detorsiyon yapan katılımcıların %71.4'ü manuel detorsiyon başarılı olsa dahi 24 saat içinde ameliyat gerçekleştirmektedir. Kontralateral testisin fiksasyonuyla ilgili olarak %14.7'si hiç yapmamakta, %27.4'ü ise sadece torsiyone testise orşiektomi uyguladığında yapmaktaydı.
SONUÇ: Katılımcıların çoğu acil cerrahi müdahalede EAU pediatrik üroloji kılavuzunu takip ederken, manuel detorsiyon uygulama oranı oldukça düşüktür. Çok az katılımcı manuel detorsiyon sonrası acil ameliyatın yapılamayabileceğini belirtti. Katılımcıların tamamı torsiyone testisin fiksasyonunu kılavuza uygun olarak gerçekleştirirken, karşı testiste aynı uyum gözlenmedi.
BACKGROUND: This study aimed to evaluate the approaches of pediatric surgeons and pediatric urologists in Türkiye regarding the diagnosis and treatment of testicular torsion (TT) and their adherence to the European Association of Urology (EAU) pediatric urology guideline.
METHODS: A survey consisting of 19 questions, accompanied by an annotation describing the objective of the study, was emailed to pediatric surgeons and pediatric urologists in June and July 2023.
RESULTS: Of the 95 respondents, 62.1% had over 10 years of experience, and 48.4% treated more than five cases of TT annually. Of the participants, 87.4% stated that scrotal Doppler ultrasonography (US) was always used, and 12.6% stated that US was used in cases of doubtful diagnosis. Concerning treatment, 14.7% reported performing manual detorsion, 70.5% never did, and 14.7% did so only if the operating room was unavailable soon. A total of 92.6% of participants opted for emergency surgery. Among participants who perform manual detorsion, 71.4% perform surgery within 24 hours after successful manual detorsion. Regarding fixation of the contralateral testicle, 14.7% never performed it, and 27.4% did so only when they performed an orchiectomy on the torsion testicle.
CONCLUSION: While most participants follow EAU pediatric urology guidelines by performing emergency surgery, the rate of manual detorsion is low. Few participants stated that emergency surgery may not be performed after manual detorsion. While all of the participants performed fixation of the torsion testicle in accordance with the guidelines, the same adherence was not observed in the contralateral testicle.

OLGU SUNUMU
12.
Trachinus draco balığı sokmasında termal immersiyon: Gecikmeli iyileşme üzerine bir olgu sunumu
Thermal immersion in managing greater weever sting: A case study on delayed recovery
Erim Eyinç, Lercan Aslan, Erdinç Gökdemir, Emrah Çalışkan
PMID: 39222489  doi: 10.14744/tjtes.2024.83944  Sayfalar 694 - 697
Bu yazıda, İzmir, Türkiye'de Ege kıyılarında deniz tatili sırasında Trachinus Draco tarafından zehirlenen 49 yaşında bir kadın vaka sunuldu. Olayı takiben şiddetli ağrılar yaşayan hasta acil serviste tedavi altına alındı ve burada analjezik ve soğuk kompres uygulandı. Bu yaklaşım, yaklaşık 24 saat boyunca devam eden ağrısını hafifletmekte başarısız oldu. Hasta, 12. günde, semptomların kötüleşmesi ve olay gününden daha büyük bir yaranın ortaya çıkmasıyla, daha fazla bakım için üniversite hastanesini ziyaret etti ve burada periyodik yara temizliği ve manyetik rezonans görüntülemesindeki şüpheli bulgulardan sonra olası osteomiyelit için 6 haftalık bir antibiyotik tedavi rejimi aldı. Balık envenomasyonu için standart tedavi, termolabil toksinleri nötralize etmek, ağrıyı hafifletmek ve sonraki komplikasyonları önlemek için sıcak suya daldırmayı içerir. Su sıcaklığı 40 ila 45 derece arasında olmalı ve etkilenen vücut kısmı en az 60 dakika boyunca suya daldırılmalıdır. Bu vaka, sıcak suya daldırma işleminin envenomasyon tedavisinde ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunun altını çizmektedir; bu adım atlandığı takdirde ağrı süresinin uzamasına ve iyileşmesi beş aydan fazla sürecek bir yaranın oluşmasına neden olabilir.
We report the case of a 49-year-old woman who suffered an envenomation from a greater weever during a seaside vacation along the Aegean coast in Izmir, Türkiye. Following the incident, she experienced intense pain and sought treatment at an emergency department, where she received analgesics and cold compresses. Unfortunately, this approach failed to alleviate her pain, which persisted for approximately 24 hours. On the twelfth day, with symptoms worsening and the emergence of a larger wound than the one sustained on the day of the incident, she visited the University Hospital for further care, where she received periodic wound cleaning and a six-week antibiotic treatment regimen for possible osteomyelitis after suspicious findings on her Magnetic Resonance Imaging. The standard treatment for piscine envenomation involves hot water immersion to neutralize thermolabile toxins, providing pain relief and preventing subsequent complications. The water temperature should be between 40 and 45 degrees Celsius, and the affected body part should be immersed for at least 60 minutes. This case underscores the critical nature of hot water immersion in managing envenomation, a step which, if omitted, can result in extended pain duration and the evolution of a wound requiring over five months to heal.

13.
Subfrenik apsenin minimal invazif transdiyafragmatik drenajı
Minimally invasive video-assisted trans-diaphragmatic drainage of a subphrenic complicated abscess
Sabahattin Destek, Osman Cemil Akdemir, Ceren Gonultas, Vahit Onur Gul
PMID: 39222493  doi: 10.14744/tjtes.2024.69547  Sayfalar 698 - 700
Karın içi apseler genellikle gastrointestinal sistemden kaynaklanır ve %70'i ameliyat sonrası dönemde görülür. Ölüm oranı %50'ye ulaşabilir. Bu apseler en sık subfrenik ve subhepatik boşluklarda bulunur. Tedavide perkütan drenaj veya cerrahi drenaj uygulanır. Bu yazıda,ülser perforasyonu tanısıyla laparotomi ile Graham yama onarımı uygulanan ve sağ subfrenik multiloküle gelişen hastamızda, sağ interkostal yaklaşımla basit bir kesi ile başarıyla uygulanan minimal invaziv video yardımlı transdiyafragmatik drenaj yöntemini sunuyoruz.
Intra-abdominal abscesses usually originate from the gastrointestinal tract, with 70% occurring in the postoperative period. The mortality rate can reach 50%. These abscesses most commonly develop in the subphrenic and subhepatic spaces. Treatments include percutaneous drainage or surgical drainage. In this report, we present a minimally invasive video-assisted trans-diaphragmatic drainage (MIVTD) method through a simple incision using a right intercostal approach. This method was successfully performed on a patient who underwent Graham patch repair with laparotomy due to a diagnosis of peptic ulcer perforation and subsequently developed a right subphrenic multiloculated collection after unsuccessful percutaneous drainage.