p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 26 Sayı : 6 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 26 (6)
Cilt: 26  Sayı: 6 - Kasım 2020
DENEYSEL ÇALIŞMA
1.
Geçici mekanik obstrüksiyona maruz kalmış, probiyotik ile beslenen sıçanlarda bağırsak mukozası
Gut mucosa in the rats exposed temporary mechanical obstruction fed with probiotic
Akay Edizsoy, Eyüp Yılmaz, Mehmet Hakan Çevikel, Çiğdem Yenisey, Serhan Sakarya, İbrahim Meteoğlu
PMID: 33107959  doi: 10.14744/tjtes.2020.30269  Sayfalar 833 - 842
AMAÇ: Mekanik obstrüksiyon nedeniyle ameliyat edilen hastalarda mukozal hasarı ve buna bağlı etkileri önlemek için sıçanlarda bir model oluşturuldu. Bazı gruplara yemleri ile probiyotik verilerek, bazıları ise standart yemlerle beslendi. Bağırsak mukozasının zarar görmesi ve buna bağlı olan etkilerin gruplar arasında farklılık ortaya çıkarması beklendi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk sekiz dişi wistar-albino tipi sıçan rastgele beş gruba ayrıldı. İlk operasyonda, kontrol grubu dışındaki sıçanların bağırsakları terminal ileum düzeyinde ipek ile bağlandı. İki grup 24, diğer iki grup 48 saat sonra tekrar ameliyat edildi ve terminal ileumdaki obtrüksiyonları kaldırıldı. Bu süre zarfında, 24 ve 48 saat obstrükte kalan gruplardan her birine probiyotik verildi. Yirmi dört saat sonra, kontrol grubu ve diğer gruplar örnekleme için üçüncü kez ameliyat edildi. Terminal ileum, karaciğer, dalak, MLN (mezenterik lenf nodu) ve kan örnekleri alındı.
BULGULAR: Kırk sekiz saat boyunca obstrükte kalan ve probiyotiklerle beslenen araştırma grubunda mukozal hücre kaybı ve mukozal ödemde belirgin olarak artış gözlendi. Bakteriyel translokasyon, probiyotik verilmeyen gruplarda daha yaygın bulundu. Doku GR (Glutatyon redüktaz) ve eritrosit CAT (katalaz), 24 saat boyunca tıkalı ve probiyotik verilen grupta daha düşüktü.
TARTIŞMA: Probiyotiklerle beslenen gruplardaki yüksek mukozal ödem oranları hasar olarak görülebilir, ancak probiyotiklerin mukozal bariyer etkisi ile uyumlu olduğunu düşünüyoruz. Böylece probiyotiklerle beslenen gruplarda, bakteriyel translokasyonun daha az görülmesi ve bazı antioksidan enzimlerin daha düşük bulunması mümkündür. Probiyotiklerin cerrahi hastalarda yararlarını belirlemek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: Created a model in the rats, to prevent mucosal damage and related effects in the patients, who were operated due to mechanical obstruction. Some groups fed fodder with probiotics, some groups fed with standard fodder. It is objected that the damage of gut mucosa and related effects on how to expose the differences of the groups.
METHODS: In this study, 48 female Wistar-albino type rats are separated into five groups randomly. In the first operation, rats’ terminal ileum was tied up with silk except for the control group. Two groups 24, the other two groups 48 hours later operated again and terminal ileum obstructions were removed. During that time, each one of those 24 and 48 hours of obstructed groups were fed with probiotic. Twenty-four hours later, the control group and other groups were operated for the third time for sampling. Terminal ileum, liver, spleen, MLN (Mesenteric lymph node) and blood samples were taken.
RESULTS: The research group, which was obstructed and fed with probiotics during 48 hours, was significantly observed in increased mucosa cell loss and mucosal edema. Bacterial translocation was found more common in groups without probiotics. Tissue GR (Glutathione reductase) and erythrocyte CAT (Catalase) were lower in the group of 24 hours obstructed and given probiotics.
CONCLUSION: The findings suggest that the high rate of mucosal edemas in the groups that are fed with probiotics can be seen as damage, but we think that probiotics are consonant with the strength of the mucosal barrier. Thus, in the groups fed with probiotics, it is possible that bacterial translocation is seen less, and some antioxidative enzymes are found less. Further studies are needed to investigate the benefits of probiotics in patients operated for obstruction.

2.
Sepsis oluşturulan sıçanlarda probiyotiklerin koruyucu rolü
The protective role of probiotics in sepsis-induced rats
Mustafa Yılmaz, Ali Onur Erdem
PMID: 33107966  doi: 10.14744/tjtes.2020.70440  Sayfalar 843 - 846
AMAÇ: Oral alınan probiyotikler ile bağırsaklarda faydalı bakterilerin artırıldığı ve bu sayede bağırsakların enfeksiyonlar için koruyucu bariyer gücünün arttığı bilinmektedir. Bağırsak bariyer gücünün azalması ise oluşacak sepsiste tablonun kötüleşmesinde en önemli parametrelerden birisi olduğuna inanılmaktadır. Bağırsak bariyer gücünün artırılmasında birçok probiyotiğin etkili olduğu gösterilmiştir. Lactobacillus rhamnosus GG (LGG) bu konuda çalışılmış probiyotiklerden biridir. Bu çalışmanın amacı sepsis üzerine gastrointestinal bariyer güçlendirici etki için önemli bir probiyotik olan LGG’nin koruyucu etkisini araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız Adnan Menderes Üniversitesi Hayvan Deneyleri Etik Kurulu onayı alındıktan sonra hayvan deneyleri laboratuvarında yapıldı. Çalışmada ağırlıkları 250–300 gram arasında değişen 24 adet genç sağlıklı erkek Wistar-Albino sıçan kullanıldı. Sıçanlar, deney öncesi tel kafeslerde, 12 saat aydınlık 12 saat karanlık sirkadiyen ritimde ve sıcaklığı 20–25 °C’de tutuldu. Yirmi dört sıçan rastgele olarak üç gruba ayrıldı ve Grup 1 (kontrol grubu, n=8), Grup 2 (sepsis grubu, n=8), Grup 3 (sepsis + probiyotik grubu, n=8) olarak çift kör şeklinde planlandı. Probiyotik olarak LGG 1x10–7 CFU/gün kullanıldı. Sepsis modeli için E. coli’nin serotiplerinden (0111: B4) ekstrakte edilen lipopolisakarit, 15 mg/kg’lık bir dozda intraperitoneal olarak enjekte edildi ve sıçanlar işemden 48 saat sonra sakrifiye edildi. Sakrifikasyon öncesi tüm hayvanlardan kan örnekleri alındı ve bu örnekler biyokimya laboratuvarına oksidan ve antioksidan parametreler değerlendirilmek üzere gönderildi.
BULGULAR: Grup 1’in CRP değeri Grup 2’den, Grup 3’ün de CRP değerleri Grup 2’den anlamlı olarak düşük saptandı, Grup 2’nin total tiyol seviyeleri Grup 1’e göre anlamlı derecede düşük iken, Grup 3’ün total tiyol seviyeleri Grup 2’den anlamlı derecede yüksek saptandı. eNOS, GPX, PON1 ve MDA düzeyleri için ise gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA: Bakteriyel translokasyonu azaltmak ve bağışıklık sistemini güçlendirmek için LGG gibi probiyotiklerin proflaktik olarak kullanımı, tedavi için ucuz ve etkili bir yöntemdir ve bu çalışmaların tekrarlanarak ileriye yönelik klinik çalışmalarla desteklenmesini öneriyoruz.
BACKGROUND: Probiotic ingestion is associated with an increase in intestinal flora of useful bacteria, which contributes to the known protective effects it has on the intestinal barrier and thereby reducing infection. The present study aims to investigate the protective effect of Lactobacillus rhamnosus gg (LGG) as an important probiotic with gastrointestinal barrier strengthening effect in sepsis.
METHODS: Our study was conducted in the Animal Experiments Laboratory after obtaining ethicalapproval to conduct this study.Twenty-four rats were randomly divided into threegroups and group 1 (control group n=8), group 2 (sepsis group, n=8), group 3 (sepsis + probiotic group, n=8) were planned as double-blind. LGG was used as a probiotic. For the sepsis model, E. coli (0111: B4) was injected intraperitoneally, and the rats were sacrificed 48 hours after treatment. Blood samples were collected from all animals before sacrification and sent to the biochemistry laboratory to evaluate oxidant and antioxidant parameters.
RESULTS: CRP values of Group 1 were significantly lower than Group 2, and CRP values of Group 3 were significantly lower. While total thiol levels of Group 2 were significantly lower than Group 1, total thiol levels of Group 3 were significantly higher than Group 2. There was no statistically significant difference between the groups for eNOS, GPX, PON1 and MDA levels.
CONCLUSION: Prophylactic use of probiotics, such as LGG to reduce bacterial translocation and strengthen the immune system, is an inexpensive and effective method of treatment, and we recommend the repetition of studies supported by prospective clinical trials.

3.
Adalimumab’ın tavşanlarda deneysel subaraknoid kanama sonrası oluşan serebral vazospasm üzerine iyileştirici etkileri
Ameliorating the effects of Adalimumab on rabbits with experimental cerebral vasospasm after subarachnoid hemorrhage
Gökhan Toğuşlu, Mehmet Fatih Erdi, Densel Araç, Fatih Keskin, İbrahim Kılınç, Gökhan Cüce
PMID: 33107964  doi: 10.14744/tjtes.2019.52504  Sayfalar 847 - 852
AMAÇ: Tümör nekroz faktörü a (TNFa) için yeni nesil bir rekombinant insan monoklonal antikoru olan adalimumab (ADA), güçlü anti-enflamatuvar etkilere sahiptir. Serebral vazospazmın gelişimi ve ilerlemesi için artmış enflamasyonun rolü detaylı bir şekilde belirlenmiştir. Bu çalışmada, tavşanlarda deneysel olarak oluşturulan serebral vazospazm modelinde ADA’nın biyokimyasal ve histopatolojik yöntemlerle muhtemel hafifletici ve nöroprotektif etkileri araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Otuz adet erkek Yeni Zelanda beyaz tavşanı rastgele kontrol, sadece subaraknoid kanama (SAH) ve SAH artı ADA tedavi gruplarına ayrıldı. SAH, tek sisterna magna otolog arteriyel kan enjeksiyonu ile oluşturuldu. ADA tedavisine intrasisternal kan enjeksiyonundan hemen sonra başlandı ve günde 72 saat devam edildi. Araştırmalar için elde edilen SAH, serum ve beyin sapı dokusunun uyarılmasından 72 saat sonra hayvanlar öldürüldü. SAK oluşumundan 72 saat sonra araştırma için serum ve beyin sapı doku örnekleri alındıktan sonra hayvanlar sakrifiye edildi.
BULGULAR: Beyin sapı dokusu ve plazma TNFa ve interlökin-1β, beyin sapı dokusu matriks metaloproteinaz-9 seviyeleri SAH sonrasında arttı ve tedaviden sonra kısmen azaldı. Beyin kaynaklı nörotrofik faktörün plazma seviyeleri SAH sonrasında azaldı ve tedaviden sonra kısmen restore edildi. ADA tedavisi, vazospastik baziler arterlerin orta kesit alanını önemli ölçüde arttırdı, baziler arter duvarı kalınlığını düşürdü ve ayrıca endotelyal apoptozisi düzeltti.
TARTIŞMA: Sonuçlar ADA’nın deneysel tavşan vazospazmında, serebral vazospazmı iyileştirmede etkili bir nöroprotektif ajan olduğunu göstermektedir.
BACKGROUND: Adalimumab (ADA), which is a new-generation recombinant human monoclonal antibody for tumor necrosis factor α (TNFα), has strong anti-inflammatory effects. The role of enhanced inflammation is well established for the development and progression of cerebral vasospasm. Investigated in the present study is the probable ameliorating and neuroprotective effects of ADA in rabbits using a cerebral vasospasm model with biochemical and histopathological methods.
METHODS: Thirty male New-Zealand white rabbits were randomly divided into control, subarachnoid hemorrhage (SAH) only and SAH plus ADA treatment groups. SAH was established as a single cisterna magna autologous arterial blood injection. ADA treatment was started just after intracisternal blood injection and continued for 72 hours once a day. The animals were sacrificed 72 hours after the induction of SAH, serum and brainstem tissue obtained for investigations.
RESULTS: Brainstem tissue and plasma levels of tumor necrosis factor-alpha and Interleukin-1β, brainstem tissue Matrix metalloproteinase-9 levels increased after SAH and partly decreased after treatment. Plasma levels of brain-derived neurotrophic factor decreased after SAH and partly restored after treatment. ADA treatment significantly increased the mean cross-sectional area of the vasospastic basilar arteries, reduced the basilar artery wall thickness and also ameliorates enhanced endothelial apoptosis.
CONCLUSION: Findings obtained in this study suggest that ADA is an effective neuroprotective agent for ameliorating cerebral vasospasm in experimental rabbit vasospasm.

4.
Algan hemostatik ajan’ın sıçan kuyruk kanama modelinde kanama zamanı üzerine etkisi
Effects of Algan Hemostatic Agent on bleeding time in a rat tail hemorrhage model
Özgün Melike Gedar Totuk, Şevket Ergun Güzel, Hüsamettin Ekici, Ali Kumandaş, Selda Emre Aydıngöz, Enis Çağatay Yılmaz, Taylan Kırdan, Ahmet Midi
PMID: 33107963  doi: 10.14744/tjtes.2020.50384  Sayfalar 853 - 858
AMAÇ: Algan hemostatik ajan (AHA), hemostatik etkinliği bilinen Achillea millefolium, Juglans regia, Lycopodium clavatum, Rubus caesius ya da Rubis fruciosus, Viscum album ve Vitis viniferea’yı standardize miktarda içeren bir bitki ekstresidir. Bu çalışmada AHA’nın sıçan kuyruk kanama modelinde kanama zamanı üzerine etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk sekiz Sprague Dawley sıçan (5–7 haftalık, 180–210 g), altı çalışma grubuna rastgele ve eşit sayıda randomize edildi. Çalışma grupları şunlardır: Heparin + salin (heparinize kontrol), heparin + AHA ile ıslatılmış sünger, heparin + sıvı AHA, salin (heparinize olmayan kontrol), AHA ile ıslatılmış sünger, sıvı AHA. Heparinize gruptaki sıçanlara üç gün boyunca günde üç kez intraperitoneal heparin (640 IU/kg) uygulandı. Kanama modeli oluşturmak için sıçanların kuyrukları kesildi. Çalışma grubuna göre kanama bölgesine salin ile ıslatılmış sünger, AHA ile ıslatılmış sünger ya da sıvı AHA uygulandı. Salin ya da AHA ile ıslatılmış sünger uygulanan gruplarda, kanamanın durumu her 10 saniyede bir kontrol edildi. Kanama 40 saniye sonra hala durmamış ise uygulanan tedavi başarısız kabul edildi. Sıvı AHA uygulanan grupta, kanama süresi kuyruk kesilmesinden kanama durana kadar geçen süre olarak tanımlandı ve kronometre ile ölçüldü.
BULGULAR: Heparin uygulanan ve uygulanmayan kontrol gruplarında kanama süresi 40 saniyenin üzerinde kaydedildi. Kanama bölgesine AHA ile ıslatılmış sünger uygulanan heparinize olan ve olmayan sıçanlarda ise kanama süresi anlamlı olarak kısalarak 20 saniyenin altına düştü (her iki grup için de p<0.001). Sıvı AHA uygulanan heparinize olan ve olmayan sıçanlarda kanama süresi sırasıyla 5.0±1.2 saniye ve 8.0±1.3 saniye olarak ölçüldü.
TARTIŞMA: AHA, sıçan kuyruk kanama msodelinde yüksek etkinliğe sahip bir hemostatik ajandır. Cerrahi girişimlerde ve acil durumlarda kanama kontrolü sağlanması için kullanılabilecek bir tedavi seçeneği olarak değerlendirilebilir.
BACKGROUND: Algan Hemostatic Agent (AHA) is a multi-herbal extract containing a standardized amount of Achillea millefolium, Juglans regia, Lycopodium clavatum, Rubus caesius or Rubis fruciosus, Viscum album, and Vitis vinifera, each of which is effective in hemostasis. In this study, we aimed to investigate the effects of AHA on bleeding time in a rat tail hemorrhage model.
METHODS: Forty-eight Sprague Dawley rats (5–7 weeks old, 180–210 g) were randomly and equally allocated to six groups as follows: heparin plus saline (heparinized control), heparin plus AHA-soaked sponge, heparin plus liquid form of AHA, saline (non-heparinized control), AHA-soaked sponge and liquid form of AHA. Heparin (640 IU/kg) was administered intraperitoneally three times a day for three days in heparinized groups. For the bleeding model, the tail of rats was transected. According to the study group, either saline- or AHA-soaked sponge or liquid form of AHA was applied over the hemorrhage area. In AHA- or saline-soaked sponge groups, once the bleeding time had started, it was checked every 10 seconds. If the bleeding did not stop after 40 seconds, it was accepted as a failure. In liquid AHA group, the duration of bleeding was measured using a chronometer and defined as the time (seconds) from wounding until the bleeding stopped.
RESULTS: Bleeding time in the heparinized and non-heparinized control groups was over 40 seconds. After applying the sponge form of AHA on the wound area, bleeding time was significantly shortened to less than 20 seconds in both heparinized and non-heparinized rats (p<0.001 for both). The liquid form of AHA stopped bleeding in 5.0±1.2 seconds and 8.0±1.3 seconds in heparinized and non-heparinized groups, respectively.
CONCLUSION: AHA is a highly effective topical hemostatic agent in a rat tail hemorrhage model, thus may provide for a unique clinically effective option for control of bleeding during surgical operations or other emergencies.

KLINIK ÇALIŞMA
5.
Kranyoserebral ateşli silah yaralanmalarında prognostik faktörler: Nöroşirürji bakış açısından 30 hastanın analizi
Prognostic factors in craniocerebral gunshot wounds: Analysis of 30 patients from the neurosurgical viewpoint
Alparslan Kırık, Soner Yaşar, Mehmet Ozan Durmaz
PMID: 33107971  doi: 10.14744/tjtes.2020.89947  Sayfalar 859 - 864
AMAÇ: Kranyoserebral ateşli silah yaralanmaları (KASY), kranyumun en ölümcül yaralanmalarıdır. Çoğunlukla askeri çatışmalara sekonderdir. Bu yaralanmaların ayrıca epilepsi, hidrosefali, enfeksiyon ve geç dönem bilişsel işlev bozuklukları gibi ciddi sonuçları da vardır. Çalışmamızın amacı, kliniğimizin KASY serisini sunmak ve bu yaralanmaların sonuçlarını ve prognostik faktörlerini tartışmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2011–2019 yılları arasında bölümümüzde KASY tanısı ile tedavi edilen hastalar geriye dönük olarak incelendi. Yaralanma tipleri, yerleri, cerrahi tedavileri ve sonuçları analiz edildi. Radyolojik değerlendirme de yapıldı.
BULGULAR: Otuz hasta KASY tanısı ile tedavi edildi. Bunların hepsi erkekti ve yaş ortalaması 27.9 idi. Frontal lob 12 (%40) hastada etkilenirken, sekiz hastada temporal lob, altı hastada oksipital lob, üç hastada parietal lob ve bir hastada posterior fossa etkilendi. Yirmi üç hastaya cerrahi tedavi uygulandı. On üç hasta (%43.3) cerrahi veya tıbbi tedaviye rağmen kaybedildi.
TARTIŞMA: Kranyoserebral ateşli silah yaralarında ölüm oranı yüksektir. Ventriküler yaralanma, bihemisferik yaralanma, perforan yaralanma, beyin sapı hasarı ve başvuru anında düşük GKS skoru prognostik faktörlerdir. Daha iyi klinik sonuçlar elde etmek için uygun ve doğru hasta yönetimi zorunludur.
BACKGROUND: Craniocerebral gunshot wounds (CGW) are the most lethal injuries of the cranium. CGW is mostly secondary to military conflicts but may also be seen in civilian life. These injuries also have severe consequences, such as epilepsy, hydrocephalus, infection and late-term cognitive dysfunctions. The present study aims to present our series of CGW and to discuss the prognostic factors and consequences of these injuries.
METHODS: The data of patients who were treated in our department for CGW between 2011 and 2019 were retrospectively reviewed in this study. The injury type, wounding site, surgical management and outcomes were analyzed. Radiological evaluation was also performed.
RESULTS: Thirty patients were treated with the diagnosis of CGW. All of the patients were male and the mean age was 27.9 years. The frontal lobe was affected in 12 (40%) patients, while temporal lobe in eight, occipital lobe in six, parietal lobe in three, and posterior fossa in one patients. Twenty-three patients underwent surgical treatment, seven patients were treated conservatively. Thirteen (43.3%) patients died despite the treatment.
CONCLUSION: Mortality in CGW is high. Ventricular injuries, bihemispheric or midline injuries, perforating injuries, brain stem injuries and low GCS score at admission are prognostic factors for CGW. Appropriate management is mandatory to obtain a better clinical outcome.

6.
Alt ve üst ekstremitenin açık kırıklarında eksternal fiksatör uygulanmış internal fiksasyona geçilen olgularda komplikasyonların değerlendirilmesi
Evaluation of complications in patients with open fractures of the upper and lower extremity treated with internal fixation after the external fixation
Mahmut Bilir, Sezgin Bahadır Tekin
PMID: 33107969  doi: 10.14744/tjtes.2020.80236  Sayfalar 865 - 869
AMAÇ: Açık kırıklar tüm kas-iskelet sistemi yaralanmaları arasında önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir ve sosyal, ekonomik birçok problemi beraberinde getirir. Gerek uzun tedavi süreleri gerekse işe dönüşün gecikmesi ile oluşan maliyet, bu durumları daha komplike hale getirmiştir. Bu çalışmada alt ve üst ekstremite açık kırıklarında eksternal fiksatör uygulanmış internal fiksasyona geçilen olgularda görülebilen komplikasyonların geriye dönük olarak olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2007–2013 yılları arasında tedavi görmüş 49 hasta alındı. Bu hastaların 32’sine ilk yaralanmaları itibariyle kliniğimizde eksternal fiksatör uygulandı, geri kalan 17’si dış merkezde ilk tedavileri olan eksternal fiksatör uygulandıktan sonra kliniğimize başvurdular. Tüm hastaların yaralanma mekanizmaları, eksternal fiksatör ile takip periyodları, eksternal fiksatör sonrası debritman uygulanıp uygulanmadığı, eksternal fiksayondan internal fiksasyona geçerkenki süre, pin dibi enfeksiyonu, kaynama zamanı, geç kaynama, kaynamama, internal fiksasyon sırasında greft kullanımı, internal fiksasyon türü, reoperasyonu, osteomyelit varlığı ve takip zamanları kaydedildi.
BULGULAR: Radius, humerus, tibia ve femur kırıkları için sonuçlar ayrı ayrı değerlendirildi. Kırk dokuz hasta içinde 39 erkek,10 kadın mevcuttu. ortalama takip zamanı tibia için 28.6 ay, femur için 34, humerus için 26.9, radius için 27 aydı. Kırk dokuz hastanın 34’ü alt ekstremite (25 tibia, 9 femur), 15’i üst ekstremte (11 humerus, 4 radius) yaralanmasıydı. Kırk dokuz hastanın 32’sinde pin dibi enfeksiyonu, 11 olguda nonunion, 11 olguda gecikmiş kaynama, iki hastada ise osteomyelit bulguları mevcuttu.
TARTIŞMA: Açık kırıkları tedavi etmek daima zordur. Eksternal fiksasyon sonrası internal fiksasyona geçilen açık kırıklarda komplikasyonlara açıktır ve klinisyenlerin bu konunun bilincinde olup çıkabilecek sorunlara göre plan yapmaları gerekir.
BACKGROUND: Open fractures constitute an important mortality and morbidity cause among all musculoskeletal system injuries and bring along many social and economic problems. The cost occurring due to both long treatment duration and the delay in returning to work made these conditions more complicated. The present study aims to evaluate of the complications which may occur in cases with an application of internal fixation following external fixator in upper and lower extremity open fractures retrospectively.
METHODS: Forty-nine patients, who applied to the emergency service between 2007 and 2013, participated in this study. Thirty-two of these patients consisted of the patients to whom external fixator was first placed, and then internal fixation was performed by us, while 17 patients were treated in another center with the external fixator, and then their treatments were performed by us. All patients’ injury mechanism, duration of follow-up with an external fixator, whether debridement was performed after external fixator, the period between external fixation and internal fixation, pin site infection, duration of the union, delayed union, nonunion, whether bone graft was used during internal fixation, internal fixation type, reoperation, development of osteomyelitis and follow-up parameters were recorded.
RESULTS: Results were evaluated separately for radius, humerus, tibia and femur fractures. Of the 49 patients, 39 were male, and 10 were female. Mean follow-up time for tibia 28.6 months, for femur 34, for humerus 26.9, for Radius 27 months. Of the 49 patients who participated in this study, 15 applied with upper extremity (11 humeri, 4 Radius) injury and 34 applied with lower extremity (25 tibias, 9 femora) injury. Of the 49 patients, 32 had pin tract infection, 11 had nonunion, 11 had delayed union, two had osteomyelitis.
CONCLUSION: Open fractures are always hard to treat. After external fixation to the internal fixation process have some complications, phsycians should be aware of all these problems and plan according to the situation.

7.
Yaşlı ve intraventriküler kanaması olan hastalar eksternal ventrikül drenajı sonrası enfeksiyona daha yatkındır
Older patients with intraventricular hemorrhage are prone to infection after external ventricular drainage
Soner Yaşar, Alparslan Kırık
PMID: 33107953  doi: 10.14744/tjtes.2020.06159  Sayfalar 870 - 874
AMAÇ: Eksternal ventrikül drenajı (EVD) nöroşirürjide hayat kurtarıcı ve acil uygulanan bir girişimdir. Ancak enfeksiyon, EVD uygulanan hastalarda temel sorundur. Bu çalışmanın amacı, EVD’li hastaların enfeksiyon oranlarını analiz etmek ve enfeksiyon ve mortalite oranlarına katkıda bulunan faktörleri belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2018–2019 yılları arasında acil EVD prosedürü uygulanan hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri kaydedildi. Yaş, cinsiyet, EVD endikasyonu ve süresi ile enfeksiyon ve mortalite oranı arasındaki ilişki araştırıldı.
BULGULAR: Toplam 47 hastaya iki yıllık dönemde acil EVD uygulandı. Otuz (%63.83) hasta erkek, 17’si kadın olup ortalama yaş 28.02 idi. Ortalama drenaj süresi 6.2 gündü. Drenaj döneminde 58 beyin omurilik sıvısı (BOS) örneği analiz edildi ve 14 (%24.14) örnekte BOS kültürü pozitif bulundu. En yaygın mikroorganizma Staphylococcus epidermidis idi. Altı günden daha uzun süren yaşlı ve erkek hastalarda enfeksiyon oranı yüksekti. Dokuz (%19.15) hasta tedavi süresince öldü ve altısında intraventriküler kanama vardı.
TARTIŞMA: Altmış beş yaş üstü ve intarventriküler kanaması olan hastalarda EVD süresi daha kısa olmalıdır. Bu hasta grubunda mortalite daha yüksektir.
BACKGROUND: External ventricular drainage (EVD) is a life-saving and emergent procedure in neurosurgery. However, infection is the main problem in patients with EVD. The present study aims to analyze the infection rate of patients with EVD and to investigate the factors that contribute to infection and mortality rates.
METHODS: The data of patients who underwent emergent EVD procedure between 2018 and 2019 were retrospectively analyzed in this study. The demographic features of the patients were recorded. The correlation between age, gender, indication and duration of EVD, and the infection and mortality rate were investigated.
RESULTS: In this study, 47 patients underwent emergent EVD in two years. Thirty (63.83%) patients were male, and 17 were female with a mean age of 28.02 years. The mean duration of drainage was 6.2 days. Fifty-eight cerebrospinal fluid (CSF) samples were analyzed during the drainage period and CSF culture was positive in 14 (24.14%) samples. The most common microorganism was Staphylococcus epidermidis. The infection rate was high in older and male patients with duration longer than six days. Nine (19.15%) patients died during the treatment period and six of them had IVH.
CONCLUSION: The duration of EVD should be shorter in patients older than 65 years with the diagnosis of intraventricular hemorrhage, which is mostly related to dea

8.
Palyatif bakım hastalarında görülen malign bağırsak obstrüksiyonlarında selektif cerrahi yaklaşım fayda sağlıyor mu?
Does a selective surgical approach to malignant bowel obstruction help in palliative care patients?
Ahmet Akbaş, Emin Daldal, Fatih Daşıran, Hüseyin Bakır, Hasan Dagmura, İsmail Okan
PMID: 33107972  doi: 10.14744/tjtes.2020.90250  Sayfalar 875 - 882
AMAÇ: Malign bağırsak obstrüksiyonu (MBO) ileri evre tümörlerin karıniçi metastatik yayılımına sekonder oluşan bir durumdur. Tedavi yaklaşımında hekimler arasında tam bir konsensüs yoktur. Bu yazıda, MBO tanısı konulan hastalarda tıbbi tedavi ile palyatif cerrahi tedavi uygulanmış olan hastaların karşılaştırmalı sonuçlarını değerlendirerek hekimlerin dikkatine sunmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2010–2017 yılları arasında kanser tanısı ile tedavi gören ve cerrahi kliniğinden MBO semptomları nedeniyle konsültasyon istenen hastalar belirlenerek kaydedildi. Küratif amaçla ameliyat yapılan hastalar ile kliniğe konsülte edilen hastalardan obstrüksiyon semptomları olmayan hastalar çalışmadan çıkarıldı. Çalışmaya dahil edilen hastalara uygulanmış olan tedaviye göre cerrahi veya tıbbi tedavi olarak ikiye ayrıldı. Cerrahi tedavi gören ve tıbbi tedavi gören hastalar sağ kalım, oral gıda alımı ve semptomların düzelmesi açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya yaşları 60.5±12.8 (27–88) olan 76 (30 kadın, 46 erkek) hasta alındı. Kırk sekiz (%64.9) hastaya cerrahi tedavi uygulanırken 28 (%35.1) hastaya tıbbi tedavi uygulandı. Cerrahı tedavi uygulanan hastalar ile tıbbi tedavi uygulanan hastaların yapılan istatistiksel karşılaştırmasında cerrahi tedavi uygulanan hastaların hastanede yatış süresi uzun (median 16 güne karşılık 4 gün; p<0.001), komplikasyon oranı yüksek (%27.1’e karşı %3.5; p=0.003) iken cerrahi sonrası oral gıda alımında rahatlama (%97.9 karşı %78.6; p=0.005) ve tedavi sonrası yaşam süresi daha uzun (median 105 güne karşılık 43 gün; p=0.035) olduğu gözlendi.
TARTIŞMA: Çalışma, palyatif bakım da dahil olmak üzere multidisipliner ekip tarafından değerlendirilen malign bağırsak tıkanıklığı olan hastalarda cerrahi tedavinin yaşam kalitesi parametreleri için daha iyi sonuçlara yol açtığını ortaya koymuştur.
BACKGROUND: Malignant bowel obstruction (MBO) is a condition secondary to intra-abdominal metastatic spread of advanced-stage tumors. There is no consensus for the treatment approach of MBO. This study aims to present the results of medical treatment and palliative surgery in patients diagnosed with MBO.
METHODS: The patients who were treated for advanced-stage tumors between 2010 and 2017 and for whom consultation was requested from the surgical clinic for MBO symptoms were identified. A selective approach together with palliative care for the indication of surgery was instituted. The patients with surgical treatment and medical treatment were compared concerning survival, oral food intake and symptom relief.
RESULTS: Seventy-six patients (30 female, 46 male) aged 60.5±12.8 years (range: 27–88) were included in this study. Forty-eight of the patients (64.9%) underwent surgical treatment, while 28 (35.1%) had medical treatment. Although the patients with surgery had longer duration of stay in the hospital (median 16 days vs. 4 days) (p<0.001) and higher complication rates (27.1% vs. 3.5%) compared to medically treated patients; the restoring oral food intake was better (97.9% vs. 78.6%) (p=0.005) and the survival was longer (105 days vs. 43 days).
CONCLUSION: This study revealed that surgical treatment resulted in better outcomes for life quality parameters in highly selected patients with malignant bowel obstruction evaluated by multidisciplinary team, including palliative care.

9.
Primer appendagitis epiploica da cerrahi müdahale gerektirir mi?
Does primer appendagitis epiploica require surgical intervention?
Barış Mantoğlu, Fatih Altıntoprak, Emrah Akın, Necattin Fırat, Emre Gönüllü, Enis Dikicier
PMID: 33107955  doi: 10.14744/tjtes.2020.09693  Sayfalar 883 - 886
AMAÇ: Primer apendajitis epiploica (PAE) akut bir hastalık olmasına rağmen, standart bir birinci seçenek tedavi konusunda fikir birliği yoktur. PAE için farklı cerrahi ve cerrahi olmayan girişimler mevcuttur.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2013–2018 yılları arasında PAE tanısı almış toplam 39 hasta geriye dönük olarak hastalığın nüksü, tıbbi müdahale ve hastanede yatış gereksinimi açısından değerlendirildi. Ultrasonografi ve abdominal bilgisayarlı tomografi tanı aracı olarak kullanıldı. Hastalar ayrıca bir aylık ve uzun süreli takipler için değerlendirildi.
BULGULAR: Otuz dokuz hastanın 29’u erkek, 10’u kadındı. En erken altı ayda üç hastada nüks görüldü. Bu hastaların tümü nüks edenler dahil tıbbi tedaviye cevap verdi.
TARTIŞMA: Görüntüleme yöntemlerinin gelişmesi ile doğru tanın konulabilmesi mümkün olabilmekte ve sonuç olarak, cerrahi müdahale gerektirmeden tıbbi tedavi ile PAE tedavisinde uygulanabilir bir seçenek haline getirmektedir.
BACKGROUND: Although primer appendagitis epiploica (PAE) is an acute condition, there is no consensus about a standard first-choice treatment. Different non-surgical and surgical interventions for PAE are available.
METHODS: In this study, a total of 39 patients who were diagnosed as PAE between 2013–2018 were evaluated retrospectively concerning recurrences of the disease, medical intervention, and the requirement of hospitalization. USG and abdominal CT were used as diagnostic tools. Patients were also evaluated for a one-month and long-term follow-up.
RESULTS: Of the 39 patients, 29 were male and 10 were female. Recurrence was seen in three patients at the earliest six months. These patients responded to medical treatment.
CONCLUSION: Accurate diagnosis with the help of developing imaging methods has made non-surgical treatment a viable option in the treatment of PAE.

10.
Anorektal apsede nötrofil lenfosit oranı ve trombosit lenfosit oranının değerlendirilmesi
The evaluation of neutrophil to lymphocyte ratio and platelet to lymphocyte ratio in anorectal abscess
Çağrı Akalın
PMID: 33107952  doi: 10.14744/tjtes.2020.04501  Sayfalar 887 - 892
AMAÇ: Anorektal apse (ARA) yaygın görülen cerrahi bir durumdur. Amacımız ARA’da nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve platelet lenfosit oranını (PLO) değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2014–Mart 2019 tarihleri arasında ARA tanılı hastalar geriye dönük olarak analiz edilip hasta grubu oluşturuldu. Kontrol grubu için sağlıklı bireyler çalışmaya dahil edildi. Grupların demografik özellikleri, tam kan sayımı (CBC), C-reaktif protein (CRP) değerleri olarak analiz edildi. Hastaların apse lokalizasyonu için bilgisayarlı tomografi sonuçları değerlendirildi. CBC’teki parametrelerden beyaz küre sayısı (WBC), NLO ve PLO değerleri saptandı. Receiver operating characteristic (ROC) analizi ile verilerin kestirim değerleri, duyarlılık ve özgüllüğü saptandı.
BULGULAR: Hasta grubunda WBC, CRP, NLO ve PLO değerleri istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0.001). Hastaların supralevator apse lokalizasyonu ile diğer ARA lokalizasyonları karşılaştırıldığında WBC’de istatistiksel olarak anlamlı fark saptanırken (p=0.003), CRP, NLO ve PLO’da istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). ROC analizinde, ARA tanısı için, WBC’de 9.99 103/μL kestirim değerinin %95 duyarlılık, %95 özgüllüğe; CRP’de 2.5 mg/dL kestirim değerinin %88 duyarlılık, %95 özgüllüğe; NLO’da 3.96 cutoff değerinin %82 duyarlılık, %95 özgüllüğe; PLO’da 112.84 cutoff değerinin %71 duyarlılık ve %68 özgüllüğe sahip olduğu belirlendi.
TARTIŞMA: ARA tanısında NLO’nun tanıya yardımcı bir belirteç olarak kullanılabileceğini fakat PLO’nun ise düşük sensitive ve spesiviteye sahip olduğunu düşünmekteyiz.
BACKGROUND: Anorectal abscess (ARA) is a commonly observed surgical situation. Our aim is to evaluate neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) and platelet lymphocyte ratio (PLR) in ARA.
METHODS: From January 2014 to March 2019, patients diagnosed with ARA were retrospectively analysed, and a patient group was formed. Healthy individuals were included in this study as a control group. The demographic characteristics, completed blood count (CBC) and c-reactive protein (CRP) values of patients were analysed. Localisation of abscess in patients was assessed using computed tomography results. From CBC parameters, white blood count (WBC), NLR and PLR values were identified. The cut-off values for data, sensitivity and specificity were identified using the receiver operating curve (ROC) analyses.
RESULTS: In the patient group, WBC, CRP, NLR and PLR values were identified to be statistically significantly increased (p<0.001). When supralevator abscess localisation was compared with other ARA localisations, there was a statistically significant difference for WBC (p=0.003), but no statistically significant differences were identified for CRP, NLR and PLR (p>0.05). ROC analysis found WBC had cut-off value of 9.99 103/μL for ARA diagnosis with 95% sensitivity and 95% specificity, a CRP had 2.5 mg/dL cut-off value with 88% sensitivity and 95% specificity, NLR had a cut-off of 3.96 with a sensitivity of 82% and specificity of 95% and PLR had a cut-off value of 112.84 with a sensitivity of 71% and specificity of 68%.
CONCLUSION: We believe NLR may be used as a helpful diagnostic marker for ARA diagnosis; however, PLR has low sensitivity and specificity.

11.
Travmatik beyin hasarında mortaliteyi tahmin etmede APACHE II mi INCNS mi?: Geriye dönük kohort çalışma
APACHE II or INCNS to predict mortality in traumatic brain injury: A retrospective cohort study
Güven Gürsoy, Canan Gürsoy, Yağmur Kuşcu, Semra Gümüş Demirbilek
PMID: 33107957  doi: 10.14744/tjtes.2020.22654  Sayfalar 893 - 898
AMAÇ: Mortaliteyi belirlemede akut fizyoloji ve kronik sağlık değerlendirme II (APACHE II) skorlama sistemi gibi birçok skorlama sistemi kullanılmasına rağmen travmatik beyin hasarına özgü değildir. INCNS travmatik beyin hasarı için Gao ve ark. tarafından geliştirilmiş yeni bir skorlama sistemidir. INCNS skorlama sistemi, enflamasyon, nutrisyon, bilinç, nörolojik fonksiyonlar ve sistemik durumu değerlendirmektedir. Çalışmamızın amacı travmatik beyin hasarında mortaliteyi tahmin etmede APACHE II ve INCNS’nin performansını değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Travmatik beyin hasarı nedeniyle anestezi yoğun bakım ünitesinde tedavi edilen 78 hasta çalışmaya alındı. Hastaların tıbbi kayıtları geriye dönük olarak incelendi. On sekiz yaşından küçük olanlar, yabancılar, eksik verileri olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların ilk 24 saat içindeki verileri ile APACHE II ve INCNS skorları hesaplandı ve kayıt edildi.
BULGULAR: Yetmiş sekiz hastanın 45’i (%57.7) erkek, 33’ü (%42.3) kadındır. Mortalite oranı %34.6 (27/78) olarak hesaplanmıştır. APACHE II ve INCNS skorlarının ortalaması sırasıyla 23.85±9.44 ve 14.43±8.75’dir. ROC eğrisi altında kalan alan APACHE II için 0.797, INCNS için 0.84’dür.
TARTIŞMA: INCNS skorlama sistemi; yoğun bakım ünitesinde travmatik beyin hasarı mortalitesini belirlemede APACHE II skorlama sistemine göre daha güçlüdür ve Türk hasta popülasyonuna uygun olduğu söylenebilir.
BACKGROUND: Some scoring systems, such as Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II (APACHE II), are used to predict mortality, but they are not specialized for traumatic brain injury. INCNS is a new scoring system for traumatic brain injury developed by Goa et al. INCNS score evaluates inflammation, nutrition, consciousness, neurological function and systemic condition. The present study aims to evaluate performances of Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II (APACHE II) and INCNS to predict mortality in traumatic brain injuries.
METHODS: In this study, 78 patients who were treated in anaesthesiology intensive care unit with the diagnosis of traumatic brain injury were included. Patients under the age of 18, foreigners, patients with incomplete data were excluded from this study. Medical records were examined retrospectively. APACHE II and INCNS scores in the first 24 hours were counted up.
RESULTS: Of the 78 patients, 45 (57.7%) were males and 33 (42.3%) were females. The overall mortality was 34.6% (27/78). The mean APACHE II, INCNS score was 23.85±9.44 and 14.43±8.75, respectively. The area under the curve result of receiver operating characteristic curve analysis was 0.797 for the APACHE II and 0.847 for the INCNS.
CONCLUSION: The INCNS scoring system had higher discriminatory power than the APACHE II in predicting the mortality of TBI in the ICU. INCNS can be considered as a usable prognostic model for Turkish people.

12.
Üst ekstremitenin yüksek basınçlı enjeksiyon yaralanmaları ve literatürün gözden geçirilmesi
High-pressure injection injuries to the upper extremity and the review of the literature
Gökçe Yıldıran, Mustafa Sütçü, Osman Akdağ, Zekeriya Tosun
PMID: 33107958  doi: 10.14744/tjtes.2020.26751  Sayfalar 899 - 904
AMAÇ: Elin yüksek basınçlı enjeksiyon yaralanmaları ciddi, nadir yaralanmalardır. Bu yazıda, mevcut ve olası prognostik faktörlerin, tedavi yöntemlerinin ve değerlendirme kriterlerinin geriye dönük analizi sunuldu.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2005–2018 yılları arasında üst ekstremitede yüksek basınçlı enjeksiyon yaralanması olan 10 hasta alındı. Tüm hastalar kompartman sendromu açısından değerlendirildi; varsa fasiyotomi ve geniş debridman yapıldı. İlk debridmandan sonra ilk 24 saat içinde ikinci debridman yapıldı.
BULGULAR: On hasta (ort. yaş 30) geriye dönük olarak değerlendirildi. Enjekte edilen materyaller hayvan aşısı, tiner, yağ, dizel, su, plastik ve boya olarak bulundu. Ameliyat öncesi ve sonrası ortalama WBC düzeyleri sırasıyla 14.73 K/µL ve 9.62 K/µL idi. Ameliyat öncesi ve sonrası ortalama nötrofil düzeyleri sırasıyla 11.4 K/µL ve 6.49 K/µL idi.
TARTIŞMA: Erken ve seri debridmanlar ve kompartman sendromu değerlendirmesi gereklidir. Tüm önlemlere rağmen amputasyon ile sonuçlanabilir. Malzeme, enjeksiyon kuvveti ve geçen süre prognozdaki ana belirleyicilerdir. Yüksek basınçlı enjeksiyon yaralanmalarında agresif debridman gereklidir. Ancak, debridmanın yeterliliği değerlendirilmelidir çünkü dokuyu dizel veya tiner gibi materyallerden tamamen temizlemek imkansızdır. On olguluk çalışmadan edindiğimiz tecrübeye göre klinik ve makroskobik olarak debridman yeterliliği gözlendiğinde eşzamanlı olarak WBC ve nötrofil seviyelerinin de düştüğü belirlenmiştir. Bu nedenle WBC ve nötrofil seviyeleri debridmanın yeterliliği için bir indikatör olabilir, ne var ki bu yaralanmalar çok nadir yaralanmalar olsa da bu yorumu yapabilmek için daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: High-pressure injection injuries of the hand are rare severe injuries. This study aimed to present a retrospective analysis of current and possible prognostic factors, treatment modalities and evaluation criteria.
METHODS: Ten patients who had high-pressure injection injury to their upper extremity between 2005–2018 were included in this study. All patients were evaluated for the compartment syndrome; if exists fasciotomy and wide debridement were performed. After the first debridement, the second debridement was considered within the first 24 hours.
RESULTS: In this study, 10 patients (mean age: 30) were evaluated retrospectively. The injected materials were the animal vaccine, thinner, oil, diesel, water, plastic and paint. Preoperative and postoperative mean WBC levels were 14.73 K/µL and 9.62 K/µL, respectively. Preoperative and postoperative mean neutrophil levels were 11.4 K/µL and 6.49 K/µL, respectively.
CONCLUSION: Early and serial debridement and compartment syndrome evaluation are required. Despite these cautions, amputation may occur. Material, injection force and the time elapsed are the main determinants in prognosis. Aggressive debridement is required in high-pressure injection injuries. However, the adequacy of debridement should be evaluated because it is mostly impossible to completely clean the tissue from diesel or thinner. According to the experience of 10 cases in our series, when clinical and macroscopic debridement adequacy was observed, a decrease in WBC and neutrophil levels was observed simultaneously. For this reason, WBC and neutrophil levels may be an indicator of the adequacy of debridement, although these injuries are very rare, larger series are needed for this interpretation.

13.
Majör sinir tutulumu olan travmatik el yaralanmalarında yaralanma şiddeti ile psikolojik morbidite, el fonksiyonu ve işe dönüş arasındaki ilişki: Bir yıllık takip çalışması
The association between injury severity and psychological morbidity, hand function, and return to work in traumatic hand injury with major nerve involvement: A one-year follow-up study
Nihal Tezel, Aslı Can
PMID: 33107961  doi: 10.14744/tjtes.2020.39472  Sayfalar 905 - 910
AMAÇ: Travmatik el yaralanmalarında, majör sinir etkilenimi ile yaralanma şiddeti ile psikolojik morbidite, el fonksiyonları ve işe dönüş zamanı arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya majör sinir tutulumu olan 32 hasta alındı. Yaralanma sonrası hastaların demografik ve klinik özellikleri kaydedildi. Yaralanmanın şiddeti, El Yaralanması Ciddiyet Skoru (EYCS) kullanılarak değerlendirildi. El fonksiyonunu değerlendirmek için Kol, Omuz ve El (Q-DASH) skorları ve Duruöz El İndeksi (DEİ) kullanıldı. Psikolojik morbidite Beck Anksiyete Envanteri (BAE), Beck Depresyon Envanteri (BDE) ve Olay Etkisi Ölçeği-Revize (OEÖ-R) ile değerlendirildi. Bu değerlendirmeler yaralanmadan sonra ve ilk yılın sonunda yapıldı. İşe dönüş zamanı yaralanmadan sonraki ilk yılda kaydedildi. El ve parmak kavrama kuvvetinin ölçümü için Jamar El Dinamometresi ve pinçmetre kullanıldı.
BULGULAR: Yıl sonunda OEÖ-R, BDE, BAE, Q-DASH ve DEİ skorlarında başlangıç skorlara göre önemli iyileşmeler oldu. EYCS ile işe dönüş zamanı, Q-DASH ve el ve parmak kuvvetleri arasında anlamlı bir korelasyon bulundu. ECYS ile OEÖ-R, BDE, BAE ve kavrama kuvveti arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı.
TARTIŞMA: Majör sinir tutulumu olan travmatik el yaralanmalarında yaralanmanın şiddeti el fonksiyonları, kavrama kuvvetleri ve işe dönüş zamanı ile önemli ölçüde ilişkilidir. Bu çalışmada, yaralanmanın şiddeti ile psikolojik morbidite arasında bir ilişki bulunmamıştır.
BACKGROUND: We aimed to investigate the association between the severity of the injury and psychological morbidities, hand functions, and return to work (RTW) in traumatic hand injury (THI) with major nerve involvement.
METHODS: Thirty-two patients had THI with major nerve involvement were enrolled in this study. The demographic and clinical characteristics of the patients were recorded after the injury. The severity of the injury was evaluated using the modified Hand Injury Severity Score (MHISS). The Disabilities of the Arm, Shoulder, and Hand (Q-DASH) score and Duruöz Hand Index (DHI) were used to assess the hand function. Beck Anxiety Inventory (BAI), Beck Depression Inventory (BDI), and Impact of Event Scale-Revised (IES) were performed to assess psychological morbidity. These assessments were performed after injury and at the end of the first year. Time to RTW was recorded in the first year after the injury. Jamar Hand Dynamometer and pinch meter were used for the measurement of hand and finger grip strength at the end of the first year.
RESULTS: There were significant improvements in IES-R, BDI, BAI, Q-DASH, and DHI scores at the end of the first year compared with baseline scores. We found a significant correlation between MHISS and time of RTW, Q-DASH, and pinch strengths. We found no significant correlation between MHISS and IES-R, BDI, BAI, and grip strength.
CONCLUSION: The severity of the injury is significantly associated with hand functions, pinch strengths, and RTW in THIs with major nerve involvement. The findings showed that there was no association between the severity of the injury and psychological morbidities in the present study.

14.
Seken av tüfeği saçma tanesi yaralanmalarının analizi ve atışın yeniden yapılandırılması
The analysis and shooting reconstruction of the ricocheted shotgun pellet wounds
Gökhan İbrahim Öğünç, Mustafa Tahir Özer, Ali İhsan Uzar, Mehmet Eryılmaz, Mustafa Mercan
PMID: 33107968  doi: 10.14744/tjtes.2020.76960  Sayfalar 911 - 919
AMAÇ: Bu çalışmada, asfalt yol yüzeyinden seken saçma tanelerinin 35 yaşındaki erkeğe isabet etmesi sonucunda ölüm olayı gerçekleşmiştir. Savcılık makamı, saçma tanelerinin sektiği noktanın tespit edilmesi için iki farklı sekme noktasından saçma tanesi dağılım kalıbı analizini talep etmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hedeften 2 metre (A noktası) ve 1 metre (B noktası) uzaklıkta bulunan iki sekme noktasına 10’ar adet test atışı yapılmıştır. Atışlar sonrasında hedefte oluşan saçma tanesi dağılım kalıplarının alanları Gauss metodu ile hesaplanmıştır. Ardından, test sonuçları ile otopsi sonuçları, hedefe isabet eden saçma tanesi sayısı, dağılım kalıbı alanları ve sekme açıları bakımından karşılaştırılmıştır. Ayrıca, hedefe isabet eden saçma sayısı ile saçma dağlım kalıbı alanlarının otopsi verileriyle olan benzerlikleri iki kuyruklu Mann-Whitney U testi ile incelenmiştir.
BULGULAR: Kurbanın vücudundan 81 adet saçma tanesi elde edilmiştir ve saçma tanesi dağılım kalıbının alanı 2134 cm2’dir. A sekme noktasına yapılan atışlarda hedefteki ortalama saçma tanesi sayısı 82.1 ve saçma tanesi dağılım kalıbının alanı 2700 cm2’dir. B sekme noktasına yapılan atışlarda hedefteki ortalama saçma tanesi sayısı 132.6 ve saçma tanesi dağılım kalıbının alanı 4928 cm2’dir. İki kuyruklu Mann-Whitney U testi sonuçlarına göre A noktasından saçma tanelerinin dağılımı ile otopsi sonuçları arasında düşük seviyede (p<0.05 level Sig. 0.023; z=-2.424) benzerlik bulunmaktadır. Bununla beraber A noktasından seken saçma tanesi sayısı ile kurbanın vücudundan elde edilen saçma tanesi sayısı arasında benzerlik (p<0.05 level Sig. 0.481; z=-0.808) bulunmaktadır.
TARTIŞMA: Test sonuçlarına göre saçma taneleri kurbana 2 metre mesafeden sekerek isabet etmiştir.
BACKGROUND: In this study, a 35 years old man was killed with the ricocheted shotgun pellets wounds from the asphalt road surface. The Public Prosecutor to define the ricochet point requested the ricocheted pellet pattern examination in two different ricochet distances.
METHODS: The ten ricochet tests were performed for at 2 meters (point A) and 1 meter (point B) from the target, and the pellet distribution and pattern area were calculated using the gauss method. Then, the test and autopsy results were compared in the pellet number, calculated pellet pattern area and ricocheted angle. Furthermore, the similarity of the pellet number and the pellet pattern areas were examined using the two-tailed Mann-Whitney U test.
RESULTS: In this study, 81 pellets recovered from the victim’s body and the distribution pattern of pellets area was 2134 cm2. At the ricochet point A, the average number of pellets on the target was 82.1 and the distribution pattern of pellets area was 2700 cm2. At the ricochet point B, the average number of pellets on the target was 132.6 and the distribution pattern of pellets area was 4928 cm2. According to the two-tailed Mann-Whitney U test, there was low-level similarity (p<0.05 level Sig. 0.023; z=-2.424) on the pellet pattern area between autopsy and the ricochet point A. However, as regards the pellet number on the target, there was a similarity (p<0.05 level Sig. 0.481; z=-0.808) between autopsy and the ricochet point A.
CONCLUSION: Test results showed that the pellet ricochet occurred two meters from the victim.

15.
Künt toraks travmasında Nexus X-ray kurallarının değerlendirilmesi
Evaluation of the Nexus X-ray rules in blunt thorax trauma
Ethem Acar, Ahmet Demir, Birdal Yıldırım, Gökhan Kaya, Ömer Doğan Alataş, Rabia Mihriban Kilinc, Arife Zeybek, Osman Özkaraca
PMID: 33107965  doi: 10.14744/tjtes.2020.55594  Sayfalar 920 - 926
AMAÇ: Künt toraks travmasının değerlendirilmesi için hala kabul edilmiş bir radyografik kural yoktur. Acil hekimleri tecrübelerine ve muayene bulgularına göre radyografi istemektedirler. Bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmış ve bu çalışmaların bir kısmında radyografi kurallarının ilk adımlarını destekleyebilecek sonuçlarda tespit edilmiştir. Bunlardan biri Nexus toraks radyografi kuralıdır. Çalışmamızda, Nexus toraks radyografi kurallarının doğruluğunu belirlemeyi amaçlıyoruz.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız üniversite hastanemiz acil servisinde yapılan ileriye yönelik bir kohort çalışmasıdır. Çalışmada 690 hasta değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamız sonucunda göğüs ağrısı, palpasyonla toraksta hassasiyeti, ani yavaşlama mekanizması nedeniyle daha fazla toraks grafisi çekildiğini ve tüm görüntülemenin yaklaşık %25’inde patoloji tespit edildiği gözlenmiştir. En sık rastlanan patolojiler kaburga kırığı idi. Hastaların yaklaşık %45’ine toraks bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi ve toraks BT en sık olarak detaylı inceleme için istendi. Hastaları Nexus toraks radyografi kurallarına göre değerlendirdiğimizde ani yavaşlama, zehirlenme ve rahatsız edici ağrılı yaralanma mekanizmasının diğer parametrelerden daha önemli olduğu görülmektedir. Nexus toraks radyografilerinin genel duyarlılığı ve özgüllüğü sırasıyla %98 ve %38 olarak bulundu.
TARTIŞMA: Künt toraks travmasının değerlendirilmesinde, Nexus toraks radyografisi kuralları patolojik tanı açısından faydalı olarak değerlendirilmektedir.
BACKGROUND: There is still no agreed radiographic rule for the evaluation of blunt thoracic trauma. Emergency physicians want radiography according to their experience and examination findings. Various studies have been carried out on this subject and some of these studies have reached findings that can support the initial steps of the rules of radiography. One of them is the rule of Nexus thorax radiography rules. In this study, we aim to determine the accuracy of nexus thorax radiography rules.
METHODS: Our study was a prospective cohort study performed in the emergency department of our University Hospital. In this study, 690 patients were evaluated.
RESULTS: As a result of our study, we observed that patients were asked for more thoracic trauma because of chest pain, palpation tenderness in the thorax and sudden deceleration mechanism and pathology was found in approximately 25% of all imaging. The most common pathology we observed was rib fracture. Approximately 45% of the patients underwent thorax CT, and thorax CT was the most frequently requested for the detailed examination. When we evaluate the patients according to nexus thorax radiography rules, it was seen that the mechanism of sudden deceleration, intoxication and the disturbing, painful injury was more important than other parameters. The overall sensitivity and specificity of Nexus thorax radiographs were found to be 98% and 38%, respectively.
CONCLUSION: In the evaluation of blunt thoracic trauma, the rules of nexus thorax radiography are considered useful concerning pathological detection.

16.
Çocuklarda özofagus atrezisi kaçaklarına farklı bir yaklaşım
A different approach to leakage of esophageal atresia in children
Erol Basuguy, Mehmet Hanifi Okur, Serkan Arslan, Hikmet Zeytun, Bahattin Aydoğdu
PMID: 33107956  doi: 10.14744/tjtes.2020.17745  Sayfalar 927 - 931
AMAÇ: Farklı bir konservatif yaklaşımla özofagus kaçağı nedeniyle tedavi edilen hastaların sonuçlarını sunmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde Şubat 2013–Ocak 2018 tarihleri arasında trakeoözofageal fistüllü özofagus atrezisi (EA) nedeniyle ameliyat edilen olan 98 hasta geriye dönük olarak incelendi. Anastomoz kaçağı olan hastalarda gebelik haftası, cinsiyet, vücut ağırlığı, başvuru günü, iyileşme süresi ve stenoz kaydedildi. Kaçak tespitinden sonra, nazogastrik kateter floroskopik olarak bir kılavuz tel kullanılarak nazojejunal katetere dönüştürüldü ve beslenme devam etti.
BULGULAR: Anastomoz kaçağı 18 (%18.3) hastada gelişti. Ortalama gebelik yaşı yaşı 35.4 haftaydı; hastaların onu kız ve sekizi erkekti. Ortalama ağırlık 2.41 kg idi. Başvuru günü doğumdan sonra ortalama 2.1 gün ve ortalama ameliyat zamanı doğumdan sonra 2.4 gün idi. Ortalama iyileşme süresi 21.1 gündü (8–60 gün). Sekiz hastada dilatasyon ile iyileşen darlık gelişti.
TARTIŞMA: Nazojejunal kateter kullanılarak yapılan konservatif tedavi yaklaşımımızın diğer tedavi yaklaşımlarına kıyasla komplikasyonları azaltıp, erken beslenmeyi sağlayacak ve maliyeti düşürecek etkili bir yöntem olduğuna inanıyoruz.
BACKGROUND: In this study, we aimed to present the results of patients treated for esophageal leakage with a different conservative approach.
METHODS: Ninety-eight patients with esophageal atresia and tracheoesophageal fistula (EA) who underwent surgery in our clinic between February 2013 and January 2018 were retrospectively reviewed in this study. Patients’ anastomosis leakage, gestational week, gender, body weight, referral date, recovery time and stenosis were recorded. After leakage detection, the nasogastric catheter was fluoroscopically converted into a nasojejunal catheter using a guidewire and feeding continued.
RESULTS: Anastomotic leakage developed in 18 (18.3%) patients. The average gestational age at birth was 35.4 weeks; the patients included ten girls and eight boys of average weight 2.41 kg; the average referral period was 2.1 days after birth and the average time of surgery was 2.4 days after birth. The average recovery time was 21.1 days (range: 8–60 days). Eight patients developed stenosis that recovered with dilatation.
CONCLUSION: Our findings suggest that our conservative treatment approach, which uses a nasojejunal catheter, is an effective method that would reduce complications, enable earlier feeding, and reduce the cost compared to other treatment approaches.

17.
Akut biliyer pankreatit tanısında, izleminde ve tedavisinde farklı yaklaşımlar: Tutum anketi sonuçları
Different approaches in diagnosis, follow-up and treatment of acute biliary pancreatitis: Results of attitude survey
Erkan Somuncu, İnanç Şamil Sarıcı, Mehmet Celal Kızılkaya, Yasin Kara, Talha Sarıgöz, Yusuf Sevim, Tansu Altıntaş, Musa Diri, Betül Zeynep Yıldız, Rıdvan Gökay, Cenk Özkan, Osman Sıbıç, Adem Özcan, Ceren Başaran, Mustafa Uygar Kalaycı
PMID: 33107967  doi: 10.14744/tjtes.2020.72472  Sayfalar 932 - 936
AMAÇ: Akut biliyer pankreatit, acil cerrahi hastalıklarda genel cerrahlar arasında en sık karşılaşılan hastalıklardan biridir. Hekimden hekime değişen bu hastaların tanı ve tedavi yönetimindeki farklılıklar klinik uygulamada sık görülür. Bu farklılıkları sunmayı ve sonuçları literatürdeki güncel kılavuzlar ışığında tartışmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Akut biliyer pankreatit tanısında, takibinde ve tedavisinde hekimlerin yaklaşımlarına ilişkin 21 soru hazırlandı (Ek-A). Anketler, 20. Ulusal Cerrahi Kongresi’nde 94 genel cerrahi uzmanıyla yüz yüze görüşülerek dolduruldu.
BULGULAR: Anketi cevaplayan hekimlerin 38’i (%40) eğitim ve araştırma hastanesinde, 27’si (%29) devlet hastanesi’nde, 19’u (%20) üniversite hastanesinde ve 9’u özel sağlık kuruluşunda çalışmakta idi. Hekimlerin %85’i 10 yıllık deneyime sahip genel cerrahi uzmanlarıydı. Cerrahların %53’ü (50) her ay beşten az akut biliyer pankreatit vakası gördüğünü ve %35’i (34) takip için günlük olarak amilaz değeri istediklerini belirtti. Ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi en sık kullanılan görüntüleme yöntemleri idi ve yanıt verenlerin %15’i her hastaya manyetik rezonans kolanjiyopankreatografi yaptığını belirtti. Cerrahların %45’i pankreatit tanısı sırasında antibiyotik başladığını belirtti. Hafif-orta şiddette pankreatitli hastalarda erken dönemde kolesistektomi yapmayan cerrahların oranı %60 idi. Erken dönemde ameliyatı tercih etmeme nedeni %40 ile en sık ameliyat zorluğu ve ameliyatı erken dönemde desteklememe fikri idi.
TARTIŞMA: Tutum anketi sonuçlarına göre akut biliyer pankreatit tanısı, takibi ve tedavisinde genel cerrahi uzmanları arasında farklılıklar bulunmaktadır.
BACKGROUND: Acute biliary pancreatitis is one of the most frequently encountered diseases among general surgeons in emergency surgical diseases. Differences in diagnosis and treatment management of these patients, varying from physician to physician, are common in clinical practice. We aimed to present these differences and discuss the results in the light of current guidelines in the literature.
METHODS: In this study, 21 questions were prepared regarding the physicians’ approach in the diagnosis, follow-up and treatment of acute biliary pancreatitis (Appendix).The questionnaires were completed by face to face interviews with 94 general surgery specialists at the 20th National Surgery Congress.
RESULTS: In this study, 38 (40%) of the physicians who answered the questionnaire were working in the Training and Research Hospital, 27 (29%) in the State Hospital, 19 (20%) in the University Hospital and nine in private health care was working in the establishment. 85% of the physicians were general surgery specialists with 10 years of experience. 53% (50) of the surgeons reported that they had less than five cases of acute biliary pancreatitis each month, and 35% (34) stated that they wanted amylase value daily for follow-up. Ultrasonography and computed tomography were the most commonly used imaging modalities and 15% of the respondents indicated that each patient underwent magnetic resonance cholangiopancreatography. 45% of surgeons stated that antibiotics were started at the time of diagnosis of pancreatitis. The percentage of surgeons who did not undergo cholecystectomy early in patients with mild to moderate pancreatitis was 60%. The reason for not preferring surgery in the early period was the most frequent operation difficulty with 40% and not supporting the operation in the early period.
CONCLUSION: According to the attitude survey results, there are differences between general surgery specialists in the diagnosis, follow-up and treatment of acute biliary pancreatitis.

18.
Saha hastanesinde kan transfüzyonu uygulanan hastalarda yaralanma şiddeti ve anatomik lokalizasyonunun analizi
Analysis of anatomical localization and severity of injury in patients with blood transfusion in urban terrain hospital
Sami Eksert, Aytekin Ünlü, Fevzi Nuri Aydın, Murtaza Kaya, Mehmet Burak Aşık, Ali Kantemir, Muharrem Öztaş, Kenan Keklikçi, Ender Sir
PMID: 33107973  doi: 10.14744/tjtes.2020.94789  Sayfalar 937 - 942
AMAÇ: Travma olgularında en önemli mortalite nedeni kanamadır. Yaralıların hızlı değerlendirmesi ve uygun transfüzyonu hayat kurtarıcıdır. Bu çalışmanın amacı, mevcut verilere dayanarak, kan/kan ürünü transfüzyon deneyimlerini analiz etmek, transfüzyon gereksinimi ile yaralanma şiddeti skoru (injury severity score-ISS), ve yaralanma bölgesinin anatomik yerleşimi arasında ilişkiyi değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 30 Temmuz 2014–30 Temmuz 2016 tarihleri arasında, saha hastanesine başvuran ve en az bir ünite kan/kan ürünü transfüzyonu yapılan yaralılar alındı. Hastane transfüzyon kayıt defterinden, hastaların yaşı, yaralanma mekanizması, yaralanmanın anatomik yerleşimi, hastaneye kabul hemoglobin (g/dL) değeri, ISS, transfüze edilmiş eritrosit süspansiyonu, sıcak taze tam kan, taze donmuş plazma gibi kan ürünleri miktarı ve masif transfüzyon (MT) oranı ile ilgili veriler elde edildi.
BULGULAR: Tüm hastalar erkekti, ortalama yaş 28.7±7.8 yıl idi. Toplamda 579 hastadan 59’una (%10) 458 ünite RBC (ES+WFWB) transfüzyonu yapıldı. Transfüzyon uygulanan yaralıların %61’inde gövde (toraks±karın) yaralanması vardı ve bu hastaların %93’üne masif transfüzyon uygulandı. Hastaların % 71’inde ISS >15 idi ve bu hastalarda istatistiksel olarak anlamlı yüksek kan/kan ürünleri kullanımı ve MT oranı vardı (p=0.021, p=0.006).
TARTIŞMA: Yaralanmaların ve ISS’nin anatomik yeri, MT’nin hızlı bir şekilde belirlenmesinde ve kazazedelerin hayatta kalma oranlarında değerlidir. Özellikle gövde yaralanmalarında kanama kontrolü zordur ve transfüzyon gereksinimi ve mortalite oranları yüksektir. Ayrıca bu makale bir saha hastanesindeki, kentsel arazi çatışmasıyla ilgili transfüzyon verilerini sunmaktadır.
BACKGROUND: Blood loss is the most significant cause of mortality in trauma cases. In injured patients, rapid evaluation and appropriate transfusion is lifesaving. The present study aims to analyze the blood/blood products requirement based on available data and find any associations between the transfusion requirements and injury severity scores (ISS) and anatomical locations of injuries of transfused patients.
METHODS: Between 30 July 2014 and 30 July 2016, casualties admitted to the urban terrain hospital (UTH) and transfused at least one unit of red blood cell (RBC) were included. UTH Transfusion Record Notebook data included patients’ age, mechanism and anatomical location(s) of the injury, admission hemoglobin (g/dL) level, injury severity score (ISS), transfused units of erythrocyte suspension (ES), warm fresh whole blood (WFWB), fresh frozen plasma (FFP), and massive transfusion (MT) rate.
RESULTS: In this study, all patients were male; the mean age was 28.7±7.8 years. Overall, 59 of 579 (10%) patients were transfused 458 units of RBC (ES+WFWB). Torso (thorax ± abdomen) injury was present in 61% of the casualties who underwent transfusion, and 93% of these patients underwent massive transfusion. In 71% of patients, the ISS was >15, and there was statistically significant high blood/blood products use and MT rate in these patients, respectively (p=0.021, p=0.006).
CONCLUSION: Anatomical location of injuries and ISS are valuable in the rapid determining of MT and survival rates of casualties. Especially in torso injuries, bleeding control is difficult and transfusion requirement and mortality rates are high. This study presents the trauma of urban terrain conflict-related transfusion data from a UTH.

19.
Ayak bileği kırıklı çıkıklarında cerrahi tedavisi sonrası zayıf klinik sonuçlara yol açan yaygın komorbiditeler
The common comorbidities leading to poor clinical outcomes after the surgical treatment of ankle fracture-dislocations
Mustafa Yalın, Furkan Çağlayan Aslantaş, Altuğ Duramaz, Mustafa Gökhan Bilgili, Emre Baca, Alican Koluman
PMID: 33107960  doi: 10.14744/tjtes.2020.35392  Sayfalar 943 - 950
AMAÇ: Ayak bileği kırıklı çıkığı kemik ve ayak bileğini çevreleyen yumuşak doku için büyük travmatik bir olaydır. Kemik stabilizasyonu, eklem immobilizasyonu, anatomik redüksiyon ve yumuşak doku koruması için müdahale mümkün olduğunca erken yapılmalıdır. Bu çalışmanın amacı, ayak bileği kırıklı çıkığı olan hastalarda ameliyat sonrası görülebilen majör komorbiditelerin sıklığını ve travma mekanizması ile bu komorbiditelerin klinik durumu arasındaki ilişkiyi belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Mayıs 2014–Şubat 2017 tarihleri arasında ayak bileği kırıklı çıkığı olan 30 hasta (25 erkek, 13 kadın) geriye dönük olarak incelendi. Tüm hastalar ameliyat sonrası en az 24 ay klinik ve radyolojik olarak değerlendirildi. Tüm hastalarda artroz, sinostoz, kondral lezyon varlığı araştırıldı ve AOFAS skorları ile fonksiyonel sonuçlar incelendi.
BULGULAR: Açık ayak bileği kırıklı çıkıklarında ortalama AOFAS skoru kapalı kırıklı çıkıklardan daha düşüktü (p=0.044). Eşlik eden bir osteokondral lezyonun (OCL) ve artmış hasta yaşının artroz gelişimi ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulundu (sırasıyla, p=0.005 ve p=0.017). Primer cerrahi uygulanan 29 hastanın dördü ve basamaklı cerrahi uygulanan dokuz hastanın dördünde AOFAS skorları kötü saptandı (p=0.071). Çıkık yönü ile AOFAS skorları arasında anlamlı ilişki bulunmadı (p=0.087).
TARTIŞMA: Açık ayak bileği kırıklı çıkığı olan hastalarda klinik ve fonksiyonel sonuçların daha kötü olduğu, artroz oranının yaşla arttığı ve sindezmosis vida kullanımının klinik ve fonksiyonel sonuçlar üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkiye sahip olmadığı gözlenmiştir.
BACKGROUND: The ankle fracture-dislocations are a significant traumatic incident for the bone and the soft tissue surrounding the ankle. Bone stabilization, joint immobilization, anatomic reduction and intervention for soft tissue protection should be performed as early as possible. The present study aims to determine the frequency of major comorbidities that can be seen after surgery in patients with ankle fracture-dislocations and the relationship between the trauma mechanism and clinical status with these comorbidities.
METHODS: Thirty-eight patients (25 males, 13 females) who underwent surgery with ankle fracture-dislocations between May 2014 and February 2017 were evaluated retrospectively in this study. All patients were evaluated clinically and radiologically at least 24 months postoperatively. Arthrosis, synostosis, presence of the chondral lesion and AOFAS scores were detected for all patients.
RESULTS: Mean AOFAS score was lower in open ankle fracture-dislocations than in closed dislocations (p=0.044). An accompanying osteochondral lesion (OCL) and increased patient age were found to be strongly associated with the development of arthrosis (p=0.005 and p=0.017; respectively). Four of 29 patients who received primer definitive surgery and four of nine patients who received step-by-step surgery had poorly calculated AOFAS scores (p=0.071). There was no significant relationship between dislocation direction and AOFAS scores (p=0.087).
CONCLUSION: Clinical and functional results were found to be worse in patients with open ankle fractures, the rate of arthrosis increased with age, and the use of syndesmosis screw had a positive but not a statistically significant effect on clinical and functional outcomes.

OLGU SUNUMU
20.
Akut pankreatite neden olan pankreas kistik ekinokokkozisi
Pancreatic cystic echinococcosis causing acute pancreatitis
Sabahattin Destek, Kamuran Cumhur Değer
PMID: 33107970  doi: 10.14744/tjtes.2019.85069  Sayfalar 951 - 954
Ekinokokkosiz, genellikle Echinococcus granulosus helmintinin neden olduğu zoonotik bir enfestasyondur. Köpek ve kedi gibi etoburlar kesin konakçı iken sığır, koyun keçi gibi otoburlar ara konakçıdırlar. İnsanlar ara konakçı olup onlarda kistik ekinokokkosize neden olurlar. Ülkemizde insidansı %14’dür. Hastalık %70 oranında karaciğerde yerleşir. Kist hidatiğin pankreasa yerleşmesi sıra dışı olup %0.2–0.6 oranında rastlanır ve nadiren akut pankreatite neden olur. Bu sunumda, akut pankreatit atağı ile kendini gösteren pankreas kist hidatiği saptanılan 45 yaşında bir erkek olgu sunuldu. İncelemelerinde pankreas gövde-kuyruk bölgesinde 97 mm çapında wirsung kanalı ile iştirakli, WHO sınıflandırmasına göre CE2 tipinde evre III kist hidatik, akut pankreatit ve splenomegali saptandı. İndirekt hemaglütinasyon testi >1: 2560 idi. Albendazol tablet ile dört hafta tıbbi tedavi sonrasında hastaya distal pankreatektomi ve splenektomi yapıldı. Hastanın üçüncü ayında IHA sonucu 1/32 olarak bulundu. Özellikle hastalığın endemik olduğu coğrafi bölgelerde, pankreastaki tüm kistik kitlelerin ayırıcı tanısında kist hidatik göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca pankeas kist hidatiğinin nadir görülmesine rağmen akut pankreatite neden olabileceği akla getirilmelidir.
Echinococcosis is a zoonotic infestation, most commonly arises from Echinococcus granulosus helminth. The definitive hosts are carnivora, such as dogs and cats, and the intermediate hosts are herbivores, including cattle, sheep and goats. Humans are intermediate hosts, causing cystic echinococcosis. In our country, the incidence of echinococcos is 14%. The disease is localized in the liver by 70%. Cyst hydatid localized in the pancreas is unusual, with an incidence of 0.2–0.6%, and rarely causes acute pancreatitis. In this report, we present a 45-year-old male patient with cyst hydatid, which manifested by an acute pancreatitis attack. In the examination, there was a CE2 type according to WHO classification stage III cyst hydatid of 97 mm diameter with septa associated with Wirsung duct, acute pancreatitis and splenomegaly. The indirect hemagglutination test was >1: 2560. The patient underwent pancreatectomy and splenectomy following medical therapy with Albendazole tablet for four weeks. IHA of the patient was found as 1/32 in the third month. Cyst hydatid should be considered in the differential diagnosis of all cystic masses, especially in the regions where the disease is endemic. In addition, it should be remembered that although rarely seen, pancreatic cyst hydatid may cause acute pancreatitis.

21.
Çölyak hastalığı ve dermatitis herpetiformisi olan bir hastada primer ince bağırsak lenfomasının serbest perforasyonu
Free perforation of primary small bowel lymphoma in a patient with celiac sprue and dermatitis herpetiformis
Hacı Bolat, Zafer Teke
PMID: 33107962  doi: 10.14744/tjtes.2019.49067  Sayfalar 955 - 959
İnce bağırsak lenfomaları oldukça nadir görülmekte olup gastrointestinal malign tümörlerin yaklaşık %1’ini oluşturmaktadır. Ancak, erişkin çölyak hastalığında malign hastalık riski yaklaşık %8–10 arasındadır ve en sık non-Hodgkin lenfoma gelişmektedir. Literatürde çölyak hastalığı ve ince bağırsak lenfomasının birlikte görüldüğü olgular bildirilmekle birlikte acil cerrahi gereksinimi üzerine vurgu son derece nadirdir. Biz bu olgu sunumunda gastrointestinal perforasyon bulguları ile acil servisimize başvuran ve özgeçmişinde çölyak hastalığı ve dermatitis herpetiformis öyküsü bulunan 55 yaşındaki bir erkek hastada operasyon sonrası tanısı konulan primer ince bağırsak lenfomasını sunuyoruz. Bu sunumun amacı, bu klinik durumu kısaca gözden geçirmek ve literatür ışığında tartışmaktır.
Small bowel lymphomas are rare and constitute approximately 1% of the malignant gastrointestinal tumors. However, the risk of malignant disease in adult celiac disease is about 8–10%, and non-Hodgkin lymphoma is the most common. In the literature, cases with celiac disease and small bowel lymphoma have been reported, but the emphasis on emergency surgery is extremely rare. We herein present a case of primary small intestinal lymphoma diagnosed after surgery in a 55-year-old male patient who presented to our emergency department with findings of gastrointestinal perforation and had a history of celiac disease and dermatitis herpetiformis. The purpose of this report is to review this situation briefly and discuss it in the light of literature.

22.
Hyalüronik asit ile kalça dolgusu sonrası yağ emboli sendromu olgusu
Fat embolism syndrome after gluteal augmentation with hyaluronic acid: A case report
İlhan Uz, Sercan Yalçınlı, Mehmet Efe
PMID: 33107954  doi: 10.14744/tjtes.2019.08433  Sayfalar 960 - 962
Yağ embolisi sendromu, klasik olarak akut solunum yetmezliği, nörolojik anormallikler ve peteşiyal döküntü kombinasyonu ile ortaya çıkar. Kırk altı yaşında kadın hasta acil servise ajitasyon, bilinç değişikliği ve uykuya meyil şikayetleri ile başvurdu. Hastanın acil servise gelmeden saatlerce önce bir güzellik merkezinde, kalçalarına estetik amaçlı hyalüronik asit (HA) enjeksiyonu yapıldığı öğrenildi. Cilt bulguları yoktu ancak hipoksemi ile akciğer bilgisayarlı tomografisinde (BT) iki taraflı buzlu cam opasiteleri ve plevral efüzyon bulguları mevcuttu, ayrıca beyin manyetik rezonans görüntülerinde (MRG) çok sayıda beyaz lezyon vardı. Acil servise bilinçte ani değişiklikler ile başvuran hastalar, geçirilmiş cerrahi veya invaziv estetik prosedürler için sorgulanmalıdır. Yağ embolisi sendromu, hastanın peteşial döküntüleri olmasa bile düşünülmelidir. Beyin MR ve akciğer BT bu hastalarda tercih edilen görüntüleme yöntemi olmalıdır.
Fat embolism syndrome (FES) occurs classically characterized by the combination of acute respiratory failure, neurologic abnormalities, and a petechial rash. Forty-six-year-old female presented to our emergency department with agitation, altered mental status, and drowsiness. We learned that the patient had received a hyaluronic acid (HA) injection into her buttocks at a beauty center a few hours before her admission. She had no skin findings, but she was hypoxemic. She had lung computed tomography (CT) findings bilateral ground-glass opacities and pleural effusion and had multiple cerebral white lesion on brain magnetic resonance images (MRI). Patients presenting to the emergency department with sudden alteration in mental status should be questioned for recent surgical or invasive aesthetic procedures. Fat embolism syndrome should be considered even if the patient has no petechial rash. Brain MRI and lung CT should be the imaging modality of choice in these patients.

DIĞER
23.
Hakem Listesi
Reviewer List

Sayfa 963
Makale Özeti |Tam Metin PDF