p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 26 Issue : 1 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 26 (1)
Volume: 26  Issue: 1 - January 2020
EDITORIAL
1.Editorial
Mehmet Hamdi Kurtoğlu
Pages IX - X

EXPERIMENTAL STUDY
2.Evaluation of rat major celluler prion protein for early diagnosis in experimental rat brain trauma model
Alev Kural, Sebnem Tekin Neijmann, Aysun Toker, Halil Doğan, Nurten Sever, Sezgin Sarıkaya
PMID: 31942738  doi: 10.5505/tjtes.2018.46923  Pages 1 - 8
AMAÇ: Travmatik beyin yaralanması önemli bir problem olmasına rağmen, tanıda yardımcı olan yaygın kullanımlı bir nöro-biyobelirteç yoktur. Bu çalışma, S100B ve prion protein (PrPC) düzeylerini travmatik beyin yaralanması oluşturulan sıçanlarda değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: On beş albino cinsi sıçan; sham (1), kontrol (6) ve travma (8) olarak üç gruba ayrıldı. Travmatik beyin yaralanması modifiye serbest düşme modeli ile oluşturuldu. S100B, PrPC düzeyleri ELISA yöntemi ile ölçüldü. Beyin örnekleri patolojik inceleme için çıkarıldı.
BULGULAR: Serum S100B ve PrPc düzeyleri travma grubunda, travmadan sonraki 2. ve 24. saatlerde yüksek bulundu (sırasıyla, p<0.002, p<0.002). Ayrıca travma grubundan alınan beyin örneklerinde histopatolojik yaralanma skoru yüksek bulundu. Sadece serum PrPc düzeyleri ile çıkarılan beyin dokusundaki yaralanma skoru arasında pozitif korelasyon vardı (p=0.039, r= 0.731). ROC analizi ile iki parametre incelendiğinde travmatik beyin yaralanmasının tanısında sensitivite ve spesifitesi aynı bulundu.
TARTIŞMA: S100B ve PrPc düzeyleri bizim deneysel modelimizde tanıda iyi sensitiviteye sahiplerdi. PrPc travmatik beyin yaralanması ile gelen hastalarda güvenilir bir belirteç olarak kullanılabilir. Bu biyo-belirteçin tanısal değerini gösterecek klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: Although traumatic brain injury (TBI) is an important problem, there has been no widespread utilization of neuro-biomarkers to aid the diagnosis of TBI. This study was conducted to evaluate serum S100B and prion protein (PrPC) levels in rats with TBI.
METHODS: In this study, 15 albino rats were categorized into three groups as follows: sham-operated (1), control (6) and trauma (8) groups. The TBI model was based on the modified free falling model. S100B, PrPC levels were measured using ELISA. Brain specimens were obtained for the pathological examination.
RESULTS: Serum S100B and PrPC levels were found to increase in T group at both 2h and 24h after trauma (p<0.002, p<0.002, respectively). We also found higher histopathological injury scores of brain tissues in the T group. Only a positive correlation was found between serum PrPC levels and the extent of brain injury (p=0.039, r=0.731). Using ROC analysis, among the two serum markers investigated, both of them revealed the same sensitivity and specificity for diagnosing TBI.
CONCLUSION: The changes in serum S100B and PrPC levels showed good sensitivity in our experimental model. Therefore, PrPC could be helpful in the early prognostic prediction in patients with TBI. Further studies are needed to test our findings in humans following TBI (penetrating bodies, blunt trauma) to definitively acknowledge it as a reliable biomarker and its subsequent diagnostic utility.

ORIGINAL ARTICLE
3.The importance of preliminary evaluation in developing ambulance staff training curriculum for developing countries: A survey in Uzbekistan
Woo Chan Jeon, Hyun Jong Kim, Junseok Park, Kyung Hwan Kim, Dong Wun Shin, Joon Min Park, Jung Eon Kim, Ji Sook Lee, Hoon Kim
PMID: 31942745  doi: 10.14744/tjtes.2019.79595  Pages 9 - 14
AMAÇ: Özbekistan Cumhuriyeti’nin başkenti olan Taşkent şehri, 2016 yılında ambulans hizmetlerinin kalitesini yükseltmek için Koreli acil servis doktorlarıyla ortak bir proje başlatmıştır. Taşkent’teki ambulans hizmeti, çok sayıda çağrıyı işleme koymakta zorluklarla yüz yüze gelmekte olup hastane öncesi ileri acil hasta bakımı sağlamada kadroları yeterince yetkin değildir. Ambulans personeli için uygun kapasite geliştirme eğitim programı tasarlamak için, Taşkent’teki mevcut ambulans hizmetini kaynaklar ve personel yeterliliği açısından incelendi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ambulans personeli yapılandırılmış anket çalışmasına ve katılmış önceden geçerliliği onaylanmış yazılı teste katıldı. İstatistikler ve diğer bilgiler Özbekistan Sağlık Bakanlığı tarafından sağlandı.
BULGULAR: Çalışmaya 98 ambulans personeli katıldı, yarıdan fazlası (%53.1) doktordu. Ambulansta ortalama hizmet süresi 8.71±6.9 yıldı. Ambulansta, resüsitasyon için büyük hacimli sıvılar haricinde kritik hasta tedavisi için enjektabl formları da içeren yeterli miktarda stoklanmış ilaç bulunmaktadır. Ambulansların sadece yüzde 19 ile 52’sinde gerekli monitörizasyon cihazları bulunuyordu. Temel prosedürlere ilişkin yeterlilik %60’tan daha yüksek düzeyde olmasına rağmen, ancak defibrilasyon gibi kritik hasta bakım becerileri %18 kadar düşük oranda bulundı. Yazılı teste yalnızca %41.1 oranında doğru yanıt verilmiş olmasına rağmen Kore ambulans personeli için validasyon testinde doğru yanıt oranı %60’dan yüksekti. Ambulans personeli için gerekli görülen geleneksel hastane öncesi bilgi ve beceri setinin testte marjinal düzeyde olduğu tespit edildi.
TARTIŞMA: Özbekistan’ın Taşkent’teki ambulans personeli yetersiz tıbbi bilgi ve klinik karar verme yeteneklerine sahipti. Bu çalışmada elde edilen bulgular ışığında Taşkent’teki ambulans personeli için eğitim programı geliştirilmelidir.
BACKGROUND: The Tashkent city, the capital of the republic of Uzbekistan, started joint project with Korean emergency physicians to improve the quality of their ambulance services in 2016. Ambulance service in Tashkent city has been facing challenges in processing a large number of calls, and low competency of their staff in providing advanced prehospital emergency care. To design an appropriate capacity building training program for ambulance staff, we analyzed the current ambulance service in Tashkent concerning resources and competency of the staff.
METHODS: In this study, ambulance staff participated in the constructed survey and pre-validated written test. Statistics and other information were provided by the Ministry of Health of Uzbekistan.
RESULTS: Ninety-eight ambulance staff were participated in this study, and more than half (53.1%) of the participants were physicians. The average years of service in the ambulance were 8.71±6.9 years. In the ambulance, drugs were stocked in enough quantity include injections for critical care, except large volume fluids for resuscitation. Only 19 to 52 percent of the ambulances were equipped with essential monitoring devices. Competency for the basic procedure was surveyed higher than 60%, but critical care skills, such as defibrillation, were as low as 18%. The written test resulted in only 41.1% correct answer rate, though it was higher than 60% in the validation test for Korean ambulance staff. Conventional prehospital knowledge and skillset deemed to be essential for ambulance staff were found to be marginal in the test.
CONCLUSION: The ambulance staff in Tashkent, Uzbekistan found to have insufficient medical knowledge and clinical decision-making abilities. Training program for ambulance staff in Tashkent should be developed on the basis of the findings in this study.

EXPERIMENTAL STUDY
4.The effects of dexmedetomidine in increased intestinal permeability after traumatic brain injury: An experimental study
Onur Karaca, Güvenç Doğan
PMID: 31942739  doi: 10.14744/tjtes.2019.49768  Pages 15 - 20
AMAÇ: Deksmedetomidin (DEX) uygulamasının travmatik beyin hasarında (TBH) enflamasyonu, artan bağırsak mukoza hasarını ve bağırsak geçirgenliğini etkileme durumu araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda değerlendirdiğimiz hayvanlar kontrol grubu (Grup 1, n=10), travma grubu (Grup 2, n=10) ve travma + deksmetetomdin grubu (Grup 3, n=10) olmak üzere üç gruba randomize edildi. Kontrol grubuna travma uygulanmazken, Grup 2 ve 3’deki sıçanların hepsine aynı yöntemle kafa travması uygulandı. Grup 3’deki sıçanlara ek olarak intraperitoneal DEX uygulaması yapıldı. Sistemik ve lokal enflamasyonu değerlendirmek için travmadan 6 saat sonra bağırsak TNF-a, serum TNF-a, IL-6, IL-1b, D-laktat düzeyleri ölçüldü. Mukoza hasarını değerlendirmek için 6. saatte terminal ileumun histopatolojik incelemesi yapıldı. İntestinal geçirgenliği değerlendirmek için ise proksimal ve distal uçlarından bağlanan 5 cm’lik ileum segmentine enjekte edilen dekstranın 30. dakikada kardiyak ponksiyonla alınan kandaki düzeyi ölçüldü.
BULGULAR: Grup 3’te ölçülen bağırsak TNF-a (p=0.003), serum TNF-a (p=0.009), IL-6 (p=0.002), IL-1b (p=0.001), D-laktat düzeyleri (p=0.046), Grup 2’ye göre anlamlı ölçüde düşük saptandı. Grup 3’te kanda ölçülen dekstran düzeyi Grup 2’ye göre anlamlı düzeyde düşük gözlendi (p<0.001). Bağırsakların histopatolojik incelemesinde ise; Grup 1’deki sıçanların ileumunda hasar yok, Grup 2’deki sıçanların ileumunda; villus atrofisi ve mukozal hasar, Grup 3’dekilerin ise Grup 2’ye göre anlamlı derecede iyileşme olduğu gözlendi.
TARTIŞMA: Çalışmamızda DEX’in TBI kaynaklı artan enflamasyonu, bağırsak mukoza hasarını ve bağırsak geçirgenliğini azalttığı görüldü. Bu sonuçlar, DEX’in, TBH sonrası enflamatuvar yanıtları modüle ederek bağırsak dokusuna verilen hasarı iyileştirebileceğini göstermiştir.
BACKGROUND: This study aims to investigate whether or not dexmedetomidine (DEX) application affects inflammation, increased intestinal mucosa damage and intestinal permeability in traumatic brain injury (TBI).
METHODS: The rats included in our study were randomized into three groups as the control group (Group 1, n=10), trauma group (Group 2, n=10) and the trauma+dexmedetomidine group (Group 3, n=10). While trauma was not induced in the control group, head trauma was induced in all rats in Groups 2 and 3 with the same method. The rats in Group 3 additionally received the DEX application. Intestinal THF-a, serum TNF-a, IL-6, IL-1b and D-lactate levels were measured six hours post-trauma to assess systemic and local infection. Histopathological evaluation of the terminal ileum was performed at the 6th hour to assess mucosal damage. Intestinal permeability was evaluated by measuring the level of dextran injected into the 5-cm ileum segment adhered to the proximal and distal edges at the 30th minute in the blood taken by cardiac puncture.
RESULTS: Intestinal TNF-a (p=0.003), serum TNF-a (p=0.009), IL-6 (p=0.002), IL-1b (p=0.001), and D-lactate levels measured in Group 3 (p=0.046) were significantly lower than those measured in Group 2. Dextran level measured in blood in Group 3 was observed significantly lower than that of Group 2 (p<0.001). Histopathological evaluation of the intestines revealed no injuries in the ileum of the rats in Group 1, injury in the ileum, villus atrophy and mucosal damage in the rats in Group 2, and a significant recovery was observed in Group 3 in comparison to Group 2.
CONCLUSION: It was seen in our study that DEX reduced TBI-induced increased inflammation, intestinal mucosa damage and intestinal permeability. These results suggest that DEX may ameliorate the damage done to the intestinal tissue by modulating post-TBI inflammatory responses.

ORIGINAL ARTICLE
5.Using pentraxin-3 for diagnosing acute appendicitis and predicting perforation: A prospective comparative methodological study
Vahit Onur Gul, Sabahattin Destek
PMID: 31942733  doi: 10.14744/tjtes.2019.27916  Pages 21 - 29
AMAÇ: Biz bu çalışmada, pentraxin-3’ün akut apandisit için tanısal performansını ve perforasyon için prediktif performansını, beyaz küre sayısı, yüksek duyarlıklı C-reaktif protein ve interlökin-6 ile karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: İleriye yönelik metodolojik türde olan bu çalışmada, pentraxin-3, beyaz küre sayısı, yüksek duyarlıklı C-reaktif protein ve interlökin-6’nın akut apandisit için tanısal performansı ve akut apandisitli hastalarda perforasyon için prediktif performansı karşılaştırıldı. Kontrol grubunu, inguinal herni tanısı alan ve kliniğimize elektif cerrahi için başvuran hastalardan oluşturuldu. Tanısal doğruluk ve prediktif gücünün karşılaştırmasında “receiver operating characteristics’ analizi kullanıldı.
BULGULAR: Serum pentraxin-3 düzeyi >3.67 ng/mL olması, akut apandisit tanısı için %95.5 sensitivite ve %100.0 spesifisiteye sahipken eğri altındaki alan %0.993 (%95 CI 0.967–1.000) olarak bulundu. Ayrıca pentraxin-3 düzeyi >9.56 ng/mL olması, perfore akut apandisit prediksiyonu için %92.9 sensitivite ve %87.1 spesifisiteye sahipken, eğri altındaki alan 0.820 (%95 CI 0.736–0.886) olarak bulundu.
TARTIŞMA: Pentraxin-3’ün akut apandisit için tanısal performansı ve perforasyon için prediktif gücü beyaz küre sayısı, yüksek duyarlıklı C-reaktif protein ve interlökin-6’ya göre yüksek bulunmuştur.
BACKGROUND: In this study, we aimed to investigate the diagnostic performance of pentraxin-3 for acute appendicitis, and the predictive performance for perforation in patients with acute appendicitis, compared with white blood cell count, high-sensitivity C-reactive protein and interleukin-6 (IL-6).
METHODS: This study was a prospective methodological study, in which we studied the accuracies of the serum levels of pentraxin-3, white blood cell count, interleukin-6 and high-sensitivity C-reactive protein in estimating acute appendicitis, and in estimating perforation in patients with acute appendicitis. We designed the control group with the patients diagnosed inguinal hernia and admitted for elective surgery. Receiver operating characteristics analysis was used to compare the diagnostic accuracies and predictive performances.
RESULTS: Receiver operating characteristics analysis revealed that the Pentraxin-3 level >3.67 ng/mL showed the sensitivity of 95.5% and specificity of 100.0% for diagnosing acute appendicitis, with an area under the curve of 0.993 (95% CI 0.967–1.000). Also, the Pentraxin-3 level >9.56 ng/mL showed the sensitivity of 92.9%, and the specificity of 87.1% for the prediction of the perforation, with an area under the curve of 0.820 (95% CI 0.736–0.886).
CONCLUSION: The diagnostic performance of Pentraxin-3 for acute appendicitis and the predictive performance for perforation were higher than white blood cell count, high-sensitivity C-reactive protein and interleukin-6.

6.Comparison of epidural analgesia combined with general anesthesia and general anesthesia for postoperative cognitive dysfunction in elderly patients
Günseli Orhun, Zerrin Sungur, Kemalettin Koltka, Meltem Savran Karadeniz, Hacer Ayşe Yavru, Hakan Gürvit, Mert Şentürk
PMID: 31942729  doi: 10.14744/tjtes.2019.04135  Pages 30 - 36
AMAÇ: Ameliyat sonrası erken dönemde kognitif bozukluk yaşlı popülâsyonda sık görülür. Anestezi yönetimi ameliyat sonrası kognitif düşüşü etkileyebilir. Etkin analjezi, erken derlenme ve stres yanıtın modülasyonu nöroaksiyel blokların avantajlarıdır. Bu çalışmanın amacı, genel anestezi ve epidural analjezi ile kombine edilen genel anestezinin postoperatif kognitif bozukluk (PKB) için etkisini karşılaştırmaktır. Hipotezimiz genel anestezi (GA) ile birlikte nöroaksiyel bloğun, PKB önlenmesinde olumlu bir etkisi olacağıydı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kalp cerrahisi dışında operasyona gelen 60 yaşın üstündeki hastalar bu ileriye yönelik randomize çalışmaya dâhil edildi ve hastalar iki gruba ayrıldı. Birinci gruptaki hastalara (GI) GA uygulandı; ikinci grupta (GII) ise epidural analjezi ile GA kombine edildi. Hastaların kognitif fonksiyonları, nöropsikolojik test bataryası kullanılarak ameliyattan bir hafta önce ve bir hafta sonra değerlendirildi. PKD, iki veya daha fazla testte bazal değerden bir standart sapma düşüş olarak tanımlandı.
BULGULAR: Çalışmayı toplam 116 hasta tamamladı. GI’de GII’den anlamlı olarak yüksek olan maksimum ağrı skorları hariç (sırasıyla, 4.9±2.8’e karşılık 1.7±1.7; p<0.001) demografik ve operatif veriler gruplar arasında benzerdi. PKD insidansında gruplar arasında fark saptanmadı (GI’de %26 ve GII’de %24). Bellek performansı, görsel mekânsal fonksiyonlar ve dil beceri testleri GII’de GI’e göre anlamlı olarak yüksek bulundu.
TARTIŞMA: Genel anestezi ve genel anestezi ile kombine epidural analjezi, abdominal cerrahi geçiren yaşlı hastalarda benzer PKD insidansı ile sonuçlandı. Bununla birlikte, kombine anestezi grubunda hafıza, dil becerileri ve görsel mekânsal fonksiyonların daha iyi korunduğu görüldü. Etkin ağrı kontrolü bazı alanlarda kognitif işlevlerin korunmasında katkı sağlayabilir durmaktadır.
BACKGROUND: Cognitive dysfunction in the early postoperative course is common for the elderly population. Anesthetic management may affect postoperative cognitive decline. Effective analgesia, early recovery and modulation of the stress response are advantages of neuraxial blocks. This study aims to compare the effects of general anesthesia and the combination of general anesthesia with epidural analgesia for postoperative cognitive dysfunction (POCD). We hypothesized that neuraxial block combined with general anesthesia (GA) would have a favorable influence on POCD prevention.
METHODS: Patients above 60 years undergoing non-cardiac surgery were included in this randomized, prospective study and randomized into two groups. Patients in the first group (GI) were treated under GA, whereas in the second group (GII), epidural analgesia was combined with GA. Patients’ cognitive function was assessed before and one week after surgery using a neuropsychological test battery. POCD was defined as a drop of one standard deviation from baseline on two or more tests.
RESULTS: A total of 116 patients were allocated for the final analysis. Demographic and operative data were similar between groups, except maximum pain scores, which were significantly higher in GI than GII (4.9±2.8 vs. 1.7±1.7; p<0.001, respectively). The incidence of POCD was comparable between groups (26% in GI and 24% in GII). Memory performance, visuospatial functions, and language skills tests were significantly higher in GII compared to GI.
CONCLUSION: General anesthesia and epidural analgesia combined with general anesthesia resulted in similar POCD in elderly patients undergoing abdominal surgery. However, in combined anesthesia group memory, language skills and visuospatial functions appeared to be better preserved. Effective pain control might contribute to preventing cognitive decline in some domains.

7.The thiol-disulphide homeostasis in patients with acute pancreatitis and its relation with other blood parameters
Fadime Güllü Ercan Haydar, Yavuz Otal, Alp Şener, Gül Pamukçu Günaydın, Ferhat Içme, Tuğba Atmaca Temrel, Pervin Baran, Ozcan Erel
PMID: 31942734  doi: 10.14744/tjtes.2019.38969  Pages 37 - 42
AMAÇ: Akut pankreatit (AP) karın ağrısı nedeniyle acil serviste sıklıkla görülen bir hastalıktır. Bu çalışma AP tanısı konulan hastalarda, kanda tiyol-disülfit parametrelerinin ölçümü ve diğer kan parametreleri ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya acil servise başvuran 56 (%56) hasta ve 44 (%44) sağlıklı gönüllü olmak üzere toplam 100 örnek alındı. Hastalardan geliş anında detaylı kan örnekleri alındı. Akut pankreatit tanısı konan hastaların başvurusu sırasında ki venöz kan örneklerinden Erel ve Neşelioğlu tarafından geliştirilen yepyeni bir yöntemle serumda tiyol-disülfide düzeyi çalışıldı. Veriler bilgisayar ortamında değerlendirildi.
BULGULAR: Akut pankreatitin etiyolojisi 41 hastada (%73.2) safra taşı, bir hastada (%1.7) hipertrigliseridemi, dört hastada (% 7.1) alkol kullanımı ve 10 hastada (%17.8) idiyopatik idi. Kan tiyol düzeyleri düşük iken, disülfide düzeyleri anlamlı derecede yüksekti. Diğer kan parametreleri olan amilaz, lipaz, NLR (nötrofil lenfosit oranı) ile tiyol-disülfide dengesi parametreleri arasında istatistiki açıdan anlamlı fark bulunamadı.
TARTIŞMA: Akut pankreatit de patogenezde tiyol-disülfit dengesinin bozulması rol oynayabilir. AP’de kanda tiyol düzeyi azaldığından bu tiyol eksikliğini tamamlayıcı tedavilerin verilmesi hastalığın iyileşmesine katkıda bulunabilir.
BACKGROUND: Acute pancreatitis is a common disease seen in emergency departments because of abdominal pain. The present study aims to evaluate the relation between measurements of thiol-disulfide parameters in patients diagnosed with acute pancreatitis and other blood parameters.
METHODS: A total of 56 (56%) patients, who were admitted to the emergency department, and 44 (44%) healthy volunteers participated in this study. A total of 100 samples were taken from the participants. Detailed blood samples were taken from the patients at the time of arrival at the hospital. The thiol-disulfide level in serum was examined using a brand new method that was developed by Erel and Neşelioğlu in the venous blood samples of the patients who were diagnosed with acute pancreatitis during the admission. The data were evaluated in the computer medium.
RESULTS: Gallstones were defined as the etiology of AP in 41 patients (73.2%); in one patient, hypertriglyceridemia (1.7%); in four patients, alcohol use (7.1%), and idiopathic 10 patients (17.8%). While the blood thiol levels were low, the disulfide levels were high at a significant level. No statistically significant relations were detected between the amylase, lipase, neutrophil lymphocyte ratio (NLR), which are other blood parameters, and thiol-disulfide balance parameters.
CONCLUSION: The disruption of the thiol-disulfide balance may play a role in the pathogenesis of acute pancreatitis. In acute pancreatitis, since the thiol level is decreased in the blood, administration of the complementary therapies for this thiol deficiency may contribute to the treatment of the disease.

8.Analysis of risk factors of mortality in abdominal trauma
Fatih Gönültaş, Koray Kutlutürk, Ali Fuat Kaan Gok, Bora Barut, Tevfik Tolga Sahin, Sezai Yilmaz
PMID: 31942731  doi: 10.14744/tjtes.2019.12147  Pages 43 - 49
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil servisimizde değerlendirilen künt ve penetran karın travmaları ve bunlara yönelik gerçekleştirilen tedavi yaklaşımları ile mortalite için risk faktörlerini incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2009–Nisan 2019 tarihleri arasında acil servisimize başvuran ve travma nedeniyle cerrahi konsültasyonu yapılan 664 hasta çalışma için değerlendirildi. Başvuru anında gerçekleşen ölümler, verileri eksik olan hastalar ve karın travması saptanmayan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Çalışmaya abdominal travmalı 113 hasta alındı. Demografik, klinik, prognostik ve mortalite ile ilişkili faktörler geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Hastalardaki yaş ortalaması 36.08±16.1 yıldı. Bunlardan 90’ı erkekti. Seksen hastada (%70.8) künt karın travmasının (KKT) mevcut olduğu gözlendi. Yimi sekiz hastada (%24.7) izole karaciğer ve iki hastada (%1.7) dalak yaralanması vardı. Kombine karaciğer ve dalak yaralanmasının iki hastada (%1.7) görüldü. Yirmi iki (%19.4) hastada mortalite gelişti. Mortalite nedenlerini geri dönüşümsüz hemorajik şok (%40.9) ve merkezi sinir sistemi (%13.6) yaralanmaları oluşturmaktaydı. KKT mortal seyreden grupta ana yaralanma mekanizmasını oluşturmaktaydı (%86.4 ve %67, p<0.001). Retroperitoneal yaralanma sıklığı mortal seyreden hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti (%50 ve %50, %16, p<0.001). Mortal seyreden hastalarda ekstra abdominal yaralanma sıklığı daha yüksekti (%49 ve %68.1; p=0.047). Yatış sırasındaki ortalama arter basıncı mortal seyreden hastalarında anlamlı olarak düşük bulundu (67±26.8 mmHg ve 84.3±17 mmHg; p=0.02). Mortal seyreden hastalarda transfüze edilen eritrosit miktarı daha fazlaydı (8.8±8.6 ve 3.3±5.9 ünite; p=0.047). Ortalama uluslararası normalleştirilmiş oranı (INR) mortal seyreden hastalarda anlamlı derecede yüksekti (4.3±7.1 ve 2.7±4; p=0.016). Mortal seyreden hastalarda ortalama laktat dehidrogenaz daha yüksekti (1685.7±333.82 ve 675.8±565.3 IU/mL; p<0.001). Ortalama alanin amino transferaz (ALT) düzeyi mortal seyreden hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti (430±619 ve 244±448 IU/mL; p<0.001). Mortal seyreden hastalarda ortalama alkalen fosfataz (ALP) düzeyi daha yüksekti (76.9±72.8 ve 67.3±27.8 IU/mL; p=0.003). Retroperitoneal yaralanma ve ALT >519 IU/mL varlığının mortalite açısından bağımsız risk faktörleri oldukları bulundu.
TARTIŞMA: Mortal seyreden hasta grubunda bazı laboratuvar değişkenlerinin arttığını ve bunların travmanın ciddiyeti ile ilgili olduğu görüldü. Retroperitoneal yaralanma ve artmış ALT düzeyleri mortalite açısından bağımsız risk faktörü olup, bu bulgu çalışmanın en önemli bulgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevcut çalışma bulgularımız travma hastalarının değerlendirilmesinde diğer merkezlere rehberlik edebileceği ve yüksek riskli grupları tanımlamada da kullanılabilir.
BACKGROUND: The present study aims to analyze blunt and penetrating abdominal traumas that were evaluated in our emergency department, the treatment approaches and risk factors of mortality.
METHODS: Six hundred and sixty-four patients were admitted to our emergency department for surgical evaluation for trauma between January 2009 and April 2019. After the exclusion of dead on arrival, patients with missing data and patients without abdominal trauma were excluded from this study. Hundred and thirteen patients with abdominal trauma admitted to our department were evaluated in this study. Demographic, clinical, prognostic and mortality related factors were retrospectively analyzed.
RESULTS: The mean age of the patients was 36.08±16.1 years. There were 90 male patients. Eighty patients (70.8%) had blunt abdominal trauma (BAT). Twenty-eight patients (24.7%) had isolated liver and two patients (1.7%) had isolated spleen injury. Combined liver and spleen injury was found in two patients (1.7%). Twenty-two (19.4%) patients had mortality. Causes of mortality were an irreversible hemorrhagic shock (40.9%) and central nervous system (13.6%) injuries. BAT was the main mechanism of injury in patients with mortality (86.4% versus 67%; p<0.001). The frequency of retroperitoneal injury was significantly higher in patients with mortality (50% versus 16.5%, p<0.001). The frequency of extra-abdominal injury in patients with mortality was higher (68.1% versus 49.4%; p=0.047). Mean arterial pressure at admission was found to be significantly lower in patients with mortality (67±26.8 mmHg versus 84.3±17 mmHg; p=0.02). The number of packed erythrocytes transfused in patients with mortality was higher (8.8±8.6 versus 3.3±5.9 units; p=0.047). Mean international normalized ratio (INR) was significantly higher in patients with mortality (4.3±7.1 versus 2.7±4; p=0.016). Mean lactate dehydrogenase level was higher in patients with mortality (1685.7±333.8 versus 675.8±565.3 IU/mL; p<0.001). Mean alanine aminotransferase (ALT) was significantly higher in patients with mortality (430±619 versus 244±448 IU/mL; p<0.001). Mean alkaline phosphatase (ALP) level in patients with mortality was higher (76.9±72.8 versus 67.3±27.8 IU/mL; p=0.003). The presence of retroperitoneal injury and ALT >516 IU/mL were independent risk factors o mortality.
CONCLUSION: We have found certain laboratory variables to increase in patients with mortality. These are related to the severity of trauma. Retroperitoneal injury and increased ALT levels being risk factors of mortality is the most important finding of this study. Our results can guide other centers in the evaluation of trauma patients, and high-risk groups can be identified.

9.Spontaneous abdomen and abdominal wall hematomas due to anticoagulant/antiplatelet use: Surgeons’ perspective in a single center
Muhammet Kadri Çolakoğlu, Ali Özdemir, Süleyman Kalcan, Ali Demir, Gökhan Demiral, Ahmet Pergel
PMID: 31942735  doi: 10.14744/tjtes.2019.32485  Pages 50 - 54
AMAÇ: Abdominal duvar hematomlarının insidansı, klinik uygulamada antikoagülan ve antiplatelet ilaçların kullanılmasından sonra artmıştır. Bu hastalar genellikle yaşlıdır ve birden fazla komorbiditeye sahiptirler. Çoğu spontan hematom kendini kısıtlama eğilimindedir ve yakın takip ile konservatif tedavi genellikle yeterlidir ancak cerrahi, kritik olarak karar verilmesi gereken bir seçenektir. Gereksiz cerrahi müdahaleler durumu daha da kötüleştirebilir. Bu çalışmanın amacı, antikoagülan/antiplatelet tedavi altındaki ve spontan abdominal duvar hematomları olan hastaların sonuçlarını cerrahi perspektiften incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, Ocak 2016 ve Eylül 2018 yılları arasında antikoagülan/antiplatelet tedavi gören ve spontan abdomen ve abdominal duvar hematomu nedeniyle genel cerrahi kliniğimize başvuran 43 hastanın tıbbi kayıtlarının gözden geçirildiği geriye dönük bir çalışmadır.
BULGULAR: Olguların birçoğu karın ağrısı ile başvurdu. Bu hastaların 30’u kadındı (%69.7). Yaş ortalaması 69.32 idi. Hastaların yarısından fazlası (%58.1) acil servisten refere edildi. Olguların tamamı çeşitli nedenlerle antikoagülan ve antiplatelet tedavi altındaydı. Belirti ve semptomların izlenmesi ve laboratuvar testlerinin değerlendirilmesinden sonra 30 hastaya (%69.7) başlangıç testi olarak bilgisayarlı tomografik görüntüleme uygulandı. USG ve MRI kullanılan diğer yöntemlerdi. En sık rastlanan tanı rektus kılıf hematomuydu (n=16; %37.2) ve bunu sırasıyla bağırsak ve kolon duvarı, lombar, psoas, pelvik ve retroperitoneal hematom izledi. Kırk üç hastadan 39’una (%90.6) konservatif tedavi uygulandı ve iki hastaya transkateter arteriyel embolizasyon uygulandı. Tanıdan sonraki birinci ve 11. günde iki hasta (%4.6) hayatını kaybetti. Tedavi için cerrahi uygulama gerekmedi.
TARTIŞMA: Erken tanı, riskli hastaların hastaneye yatırılması, hemodinamik parametrelerin yakın takibi, konservatif tedaviye yanıt verme ve minimal invaziv yöntemler tedavide önemli noktalardır. Konservatif bakım ilk tedavi seçeneğidir ancak hemodinamik stabil olmayan hastalarda her zaman cerrahi akılda tutulmalıdır.
BACKGROUND: The incidence of abdominal wall hematomas increased after the introduction of anticoagulant and antiplatelet drugs in clinical practice. These patients are usually old, and they have more than one comorbidity. Most spontaneous hematomas tend to limit itself and conservative treatment with close follow up is usually enough, but surgery is an option that should be decided critically. Unnecessary surgical interventions could worsen the situation. The present study aims to analyze the results of patients under anticoagulant/antiplatelet treatment and with spontaneous abdominal wall hematomas from surgeons’ perspective.
METHODS: This is a retrospective study that the medical records of 43 patients who were under anticoagulant/antiplatelet therapy and consulted our general surgery clinic because of the spontaneous abdomen and abdominal wall hematoma between January-2016 and September-2018 were reviewed.
RESULTS: The findings showed that most of the cases were presented with abdominal pain. Thirty of these patients were female (69.7%). The mean age was 69.32 years. More than half of the patients (58.1%) were referred from the emergency department. All of the cases were under anticoagulant and antiplatelet treatment for several reasons. With presenting signs and symptoms and after evaluation of laboratory tests, computed tomography was performed to 30 patients (69.7%) as an initial test. USG and MRI were the other methods used. The most common diagnosis was rectus sheath hematoma (n=16; 37.2%) and followed by intestinal and colon wall, lumbar, psoas, pelvic and retroperitoneal hematoma in decreasing order. Among 43 patients, 39 patients (90.6%) followed with conservative treatment and two patients were treated with transcatheter arterial embolization. Two patients (4.6%) were died on day 1 and 11 after diagnosis. No surgery needed for all patients.
CONCLUSION: Early recognition, hospitalization of risky patients, close follow-up of hemodynamic parameters, patients’ response to conservative treatment and minimal invasive methods are key points. Conservative care is the choice of treatment, but surgery must always keep in mind in hemodynamic unstable patients.

10.Should we still doubt the success of emergency oncologic colorectal surgery?: A retrospective study
Nihan Acar, Turan Acar, Erdinc Kamer, Fevzi Cengiz, Kemal Atahan, Haldun Kar, Mehmet Hacıyanlı
PMID: 31942728  doi: 10.14744/tjtes.2019.04043  Pages 55 - 62
AMAÇ: Son yıllarda birçok yayında, kolorektal kanser (KRK) cerrahisinde onkolojik prensiplerin önemi vurgulanmaktadır. Acil ameliyalatların yüksek morbidite ve mortalite oranlarına sahip olduğu bilinmekle birlikte, onkolojik prensipleri sağlamadaki yeterliliği ve prognozu hala tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı, acil ve elektif cerrahi rezeksiyon yapılan KRK hastalarının klinikopatolojik özelliklerini karşılaştırmak, onkolojik ilkelere uygunluğunu ve kısa/uzun dönem sonuçlarını değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kolorektal kanser tanısıyla ameliyat edilen 564 hasta çalışmaya alındı. Hastalar ameliyat koşuluna göre acil (Grup 1) ve elektif (Grup 2) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik, klinikopatolojik özellikleri, prognostik faktörleri ve sağkalımları geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Grup 1’de 104 (%18.4), grup 2’de 460 (%81.6) hasta vardı. Hastaların %61.2’si erkek ve yaş ortalaması 64.27 idi. Gruplar arası yaş dağılımı, tümör lokalizasyonu, uygulanan cerrahi prosedür, T- N sınıflaması, AJCC evresi, müsin alt tipi, lenfovasküler ve perinöral invazyonu mevcudiyeti açısından istatistiksel önemli farklılıklar mevcut idi. Ortalama tümör çapı 5.23±3.48 cm idi. Gruplar arası, low anterior rezeksiyon yapılan hastalar haricinde, disseke edilen lenf nodu yeterliliği açısından farklılık yok idi. Ortalama sağkalım süresi 475.212 gün ve ortanca sağkalım süresi 376 gündü. Hastalıksız ve genel sağkalım oranları grup 2’de daha yüksek idi.
TARTIŞMA: Acil şartlarda ameliyat edilen KRK hastaları, uygun onkolojik rezeksiyon uygulanmasına rağmen, elektif şartlara göre daha kötü kısa ve uzun dönem sonuçlara sahipti. Bu nedenle, acil cerrahi oranlarını azaltmak için kolorektal kanser tarama programlarının yaygınlığının artırılması gerektiğini düşünüyoruz.
BACKGROUND: In recent years, the importance of oncologic principles in colorectal cancer (CRC) surgery has been emphasized in many studies. Although emergency surgery is related to high morbidity and mortality rates, their adequacy and prognosis in maintaining oncologic principles are still controversial. This study aims to compare the clinicopathological features of CRC patients who underwent emergency and elective surgical resection and also to evaluate their compatibility with oncologic principles and to evaluate their short/long term results.
METHODS: Of the patients who underwent surgery for CRC, 564 were included in this study. The patients were divided into two groups according to their surgical conditions as an emergency (Group 1) and elective (Group 2). Demographics, clinicopathological features, prognostic factors and survival rates of the patients were evaluated retrospectively.
RESULTS: There were 104 (18.4%) patients in group 1 and 460 (81.6%) patients in group 2. 61.2% of the patients were male and the mean age was 64.27. There were statistically significant differences between the groups in age distribution, tumor localization, surgical procedures, T- N classification, AJCC stage, presence of mucinous subtype, lymphovascular and perineural invasion. The mean tumor diameter was 5.23±3.48 cm. There was no difference between the groups concerning the adequacy of lymph node harvest, except in patients who underwent low anterior resection. The mean survival time was 475.212 days, and the median survival time was 376 days. The disease-free and overall survival rates were higher in group 2.
CONCLUSION: Despite the appropriate oncologic resection, CRC patients operated under emergency conditions had worse short-term and long-term results than the CRC patients operated under elective conditions. Thus, we believe that the prevalence of colorectal cancer screening programs should be increased to reduce the rate of emergency surgery.

11.High C-reactive protein level as a predictor for appendiceal perforation
Ömer Vefik Özozan, Veli Vural
PMID: 31942732  doi: 10.14744/tjtes.2019.14799  Pages 63 - 66
AMAÇ: Akut apandisit (AA) hastalarının %18 ile %34’ü komplike apandisit tanısı almıştır. AA’nın en önemli komplikasyonu perforasyondur. Perforasyon morbidite ve mortaliteyi arttırır. Bu çalışmada temel enflamatuvar belirteçlerin perfore AA tanısındaki rolünü araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde; Ocak 2014–Ekim 2019 ve Aralık 2017–Ekim 2019 tarihleri arasında İstinye Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde AA tanısı ile apendektomi yapılan hastaların retrospektif dosya incelemesi yapıldı. Kaydedilen belirteçler aşağıdaki gibiydi: lökosit sayısı, nötrofil, lenfosit, trombosit sayımı, C-reaktif protein, ortalama trombosit hacmi, kırmızı hücre dağılım genişliği ve eozinofiller. Aşağıdaki üç oranın üretilmesi için hematolojik endeksler çalıştırıldı; beyaz küre nötrofil oranı, trombosit lenfosit oranı ve nötrofil lenfosit oranı.
BULGULAR: Akut apandisit tanısı olan toplam 536 hasta ameliyat edildi. Bu hastaların 344’ü (%64.1) erkek ve 192’si (%35.9) kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 36.7±16.2 (15–88) idi. Perfore AA olan 94 (%17.5) ve perfore olmayan AA olan 442 (%82.5) hasta vardı. C-reaktif protein (AUC: 0.81, p<0.001), perfore ve perfore olmayan grubun ayırt edilmesinde en doğru belirteç olarak tespit edildi.
TARTIŞMA: Yüksek CRP seviyesi, enflamatuvar hastalıkların çoğunda spesifik olmayan bir enflamatuvar belirteçtir, bu nedenle yüksek CRP seviyesi, perfore AA’nın tanısında bir tamamlayıcı olarak kullanılabilir.
BACKGROUND: Between 18% and 34% of acute appendicitis (AA) patients may have complicated appendicitis. Perforation is the most important complication of AA. Perforation increases morbidity and mortality. In this study, we aimed to investigate the role of basic inflammatory markers in the diagnosis of perforated AA.
METHODS: A retrospective chart review was conducted of patients who underwent appendectomy with a diagnosis of AA between January 2014 and October 2019 at Akdeniz University Faculty of Medicine; and between December 2017 and October 2019 at Istinye University Faculty of Medicine Hospital. Markers recorded were as follows: white blood cell count, neutrophils, lymphocytes, platelets, c-reactive protein, mean platelet volume, red cell distribution width and eosinophils. Hematological indices were combined to generate the following three ratios: white cell neutrophil ratio, platelet lymphocyte ratio and neutrophil-lymphocyte ratio.
RESULTS: A total of 536 patients with a diagnosis of AA underwent an operation. There were 344 (64.1%) male patients and 192 (35.9%) female patients. The mean age of the patients was 36.7±16.2 (15-88) years. There were 94 (17.5%) patients with perforated AA and 442 (82.5%) patients with non-perforated AA. C-reactive protein (AUC: 0.81, p<0.001) was the most accurate markers in distinguishing the perforated and non-perforated group.
CONCLUSION: Elevated CRP level is a nonspecific inflammatory marker in most of the inflammatory diseases. A high CRP level can, therefore, be used as a supplement in the diagnosis of perforated AA.

12.The characteristics of the patients in mass public shootings among coup attempt in Turkey: A single-center hospital response
Kurtuluş Açıksarı, Mehmet Koçak, Görkem Alper Solakoğlu, Ömer Turan, Samet Erinç, Özgür Ekinci, Ebuzer Aydın
PMID: 31942749  doi: 10.14744/tjtes.2019.96821  Pages 67 - 73
AMAÇ: Türkiye, bombalama ve ateşli silah eylemleri gibi terörist saldırılarından kaynaklanan askeri ve sivil kitlesel yaralanmalar konusunda deneyimli bir ülkedir. Bu çalışmada, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişiminde, ön planda ateşli silah yaralanmaları nedeniyle hastanemize başvuran hastaların ve hasta akışının özelliklerini araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu tanımlayıcı, geriye dönük çalışmamıza 15 Temmuz 2016 tarihinde darbe girişimi sırasında yaralanan ve acil servisimize başvuran toplam 50 hasta alındı. Hastaların demografik özellikleri, anatomik yaralanma bölgeleri, ameliyat sonrası klinik sonuçları ve hastanede yatış özellikleri araştırıldı. Yaralanma şiddetini ölçmek için Glasgow Koma Skoru (GCS), Travma ve Yaralanma Şiddet Skoru (TRISS), Kısaltılmış Yaralanma Skoru (AIS), Düzeltilmiş Travma Skoru (RTS) ve Yaralanma Şiddet Skoru (ISS) kullanıldı.
BULGULAR: Hastaların tamamına yakını erkekti (49: 1). En sık yaralanma, ekstremite yaralanmasıydı (%53). Acil servisten taburcu edilen hastalar ile hastaneye yatırılan hastaların RTS, GCS ve TRISS skorları ortalamaları arasında istatistiksel anlamlı bir fark saptanmazken (p>0.05), ISS skoru hastanede yatanlarda daha yüksek saptandı (p<0.001). Takip ve/veya cerrahi girişim nedeniyle hastaneye yatırılan toplam 33 (%66) hastanın beşi (%10) 14 günden uzun süre hastanede takip edildi. Acil serviste 12 personelin çalıştığı ilk dönemde ISS skor ortalaması 5.75±8.26 olan sekiz hasta başvurdu. Bu hastaların üçü (%37.5) hastaneye yatırıldı. İki saat içinde acil servise gönüllü olarak 63 sağlık çalışanı ulaştı. Acilde 75 personelin çalıştığı dönemde ISS skor ortalaması 7.76±8.29 olan 42 hasta başvurdu. Otuz hastanın yatışı yapıldı (%71.4). İlk ve ikinci grubun hastanede yatış süreleri (HYS), sırasıyla 11.19±12.32 gün ve 9.16±9.21gün olarak saptandı. Personel sayısının artmasıyla HYS’de azalma görüldü ancak bu azalma istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0.725).
TARTIŞMA: Her afetin yönetimi kendine özgüdür. Ateşli silah yaralanması hazırlıklarında hastanenin yüklenme kapasitesine ve hastaların hastanede uzamış yatış süresine odaklanılmalıdır. Çalışmamızda, gönüllü personellerin acil servise ulaşması ile birlikte ISS skorları yüksek olan yaralıların hastanede kalış sürelerinin kısaldığı tespit edilmiştir. Kitlesel olaylarda, acil sağlık hizmetlerinin standart operasyonel prosedür eğitimi almış gönüllülerle artacağına inanıyoruz. Hastane afet planları, sadece acil servisler için değil tüm hastane için yeniden düzenlenmelidir.
BACKGROUND: Turkey is an experienced country for both military and civilian mass casualties that arise from explosions and shootings by various terrorist groups. In this study, we aimed to investigate the characteristics of patient flow admitted to our hospital caused by primarily gunshot wounds during the coup attempts on the 15th of July.
METHODS: This descriptive, retrospective study included a total of 50 patients who were injured during a coup attempt on the date of July 15, 2016, and admitted to our emergency department (ED). Demographic characteristics, anatomical injury sites, postoperative clinical outcomes, and hospitalization settings were recorded. The Glasgow Coma Scale (GCS), Trauma and Injury Severity Score (TRISS), Abbreviated Injury Scale (AIS), Revised Trauma Score (RTS) and Injury Severity Score (ISS) were used to measure the severity of injuries.
RESULTS: A total of 63 medical personnel voluntarily reached the ED within two hours. Extremity injuries were the most common injuries. The mean RTS, GCS, and TRISS scores did not differ significantly between the patients discharged from the ED and the patients who were hospitalized (p>0.05). However, there was a statistically significant difference in the ISS scores (p<0.001, independent t-test). There was no statistically significant difference in the GCS and RTS scores between the discharged and hospitalized patients, although the ISS scores were higher in hospitalized patients (p>0.05 and p<0.001, respectively). A total of 33 patients (66%) were admitted to the hospital for follow-up and/or surgical intervention. Five (10%) of the patients were hospitalized for more than 14 days.
CONCLUSION: The management of each disaster is unique. Armed conflicts result in gunshot wounds, and preparations must be focused on surge capacity and a prolonged hospital stay of the patients. In our study, the length of stay in the hospital decreased after the arrival of volunteer staff to the ED, but we should note that the ISS increased. Hospital disaster plans should be reorganized not only for ED but also for the whole hospital.

13.Investigation of firearm injury cases presented to training and research hospital’s emergency service
Orhan Meral, Caner Sağlam, Birdal Güllüpınar, Özlem Ezgi Aktürk, Serdar Beden, İsmet Parlak
PMID: 31942730  doi: 10.14744/tjtes.2019.08949  Pages 74 - 79
AMAÇ: Ateşli silah yaralanmaları, ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan ve acil tıp ve adli tıp ile ilgili kriminal olaylardır. Çalışmamızın amacı, ateşli silah yaralanmaları nedeniyle acil servislere başvuran olguların yara özelliklerini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Sağlık Bilimleri Üniversitesi İzmir Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisi’ne ateşli silah yaralanması nedeniyle başvuran 18 yaş ve üzeri 213 olgu çalışmaya alındı.
BULGULAR: İncelenen 213 olgunun 182’si (%85.4) erkekti. Olguların yaşları 18–78 yaş arası değişmekte olup yaş ortalaması 33.2±12.6 olarak bulundu. Yaralanmaların en sık Nisan (n=28, %13.2) ve Mayıs (n=25, %11.6) aylarında meydana geldiği tespit edildi. İki yüz on üç olgunun 194’ünün (%91.1) hastanedeki tedavileri tamamlandıktan sonra taburcu edildiği, 19 olgunun (%8.9) ise tüm girişimlere rağmen öldüğü belirlendi.
TARTIŞMA: Çalışmamız Türkiye’deki ateşli silah yaralanma patern ve sonuçları hakkında önemli bir kesit sunmakta, ancak bölgesel veriler içermektedir. Bu konuda ülke genelini kapsayan çok merkezli ve multidisipliner çalışmaların literatüre ciddi katkıda bulunacağı düşünülmektedir.
BACKGROUND: Firearm injuries are criminal events that may cause severe morbidity and mortality and concerned with Emergency Medicine and Forensic Medicine. The present study aims to evaluate the wound characteristics of the cases who presented to emergency services due to firearm injuries.
METHODS: In this study, 213 patients who were 18 years of age or older who applied to the Sağlık Bilimleri University Bozyaka Training and Research Hospital Emergency Service with gunshot injury were included.
RESULTS: Of the 213 cases examined, 182 (85.4%) were male. The ages of the cases ranged from 18 to 78 years, and the mean age was found as 33.2±12.6. The most common months were April (n=28, 13.2%) and May (n=25, 11.6%). The findings showed that 194 (91.1%) of 213 patients were discharged after completing the treatment in the hospital, and 19 patients (8.9%) died despite all interventions.
CONCLUSION: Our study presents an important cross-section of the gunshot injury patterns and their consequences in Turkey, but it contains regional data. In this regard, multicentre and multidisciplinary studies covering the country, in general, are considered to be a significant contribution to the literature.

14.Factors affecting mortality in patients with traumatic diaphragmatic injury: An analysis of 92 cases
Selçuk Kaya, Önder Altın, Yunus Emre Altuntaş, Attila Özdemir, Ekin Ezgi Cesur, Nejdet Bildik, Hasan Fehmi Küçük
PMID: 31942746  doi: 10.14744/tjtes.2019.82930  Pages 80 - 85
AMAÇ: Travmatik diyafragma rüptürü (TDR) olan hastalarda mortalite ile ilişkili faktörleri irdelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2010 ile Haziran 2018 tarihleri arasında künt ve penetran torakoabdominal yaralanma nedeniyle ameliyata alınıp peroperatif diyafragma yaralanması tespit edilen hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, travmanın tipi, lokalizasyonu, ilişkili organ yaralanması varlığı, ek organ yaralanması sayısı, hastanın geliş anındaki tansiyon durumu, ameliyata alınma zamanı, operasyon şekli, diyafragma onarım şekli, terapötik yaklaşım türü, komlikasyonlar ve Yaralanma Şiddet Skorları (ISS) değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 92 hasta alındı. Mortalite oranı %15.2 idi. Yaralanmanın şekli %77.2 penetran travma ile idi. İlişkili organ yaralanması en fazla karaciğer olup mortaliteyi arttırıcı faktör olarak anlamlıydı (p=0.020). Diyafragma tamiri yapılan hastalarda mortalite yapılmayanlara göre anlamlıydı (p=0.003). En sık komplikasyon atelektazi idi. TDR olan hastaların ISS’nin 24 ve üzerinde olması mortalite ile ilşkili bağımsız bir risk faktörü olarak tespit edildi (p=0.003).
TARTIŞMA: Travmatik diyafragma rüptürü sıklıkla diğer organlar ile birliktelik gösterip özellikle karaciğer yaralanmasının eşlik ettiği durumlarda mortalite anlamlı derecede artmaktadır. Ayrıca ISS’nin 24 ve üzerinde olması mortalite ile ilşkili bağımsız bir risk faktörü olarak tespit edilmiştir. Mortaliteyi belirleyen asıl sebep ek organ yaralanmaları olduğu için diyafragma yaralanması olan hastalarda bu durum göz ardı edilmemesi kanısındayız.
BACKGROUND: This study aims to investigate the factors associated with mortality in patients with traumatic diaphragmatic rupture (TDR).
METHODS: The records of patients who were operated on at a single hospital with the indication of blunt or penetrating thoracoabdominal injuries between January 2010 and June 2018 and who were perioperatively diagnosed with a diaphragmatic injury were evaluated retrospectively. The details of demographic characteristics, the type and localization of the trauma, presence and number of associated organ injuries, vital signs at admission, time from admission until surgery, type of operation, type of diaphragmatic repair, therapeutic approach, complications and Injury Severity Score (ISS) were analyzed.
RESULTS: A total of 92 patients were included in this study. The mortality rate throughout the postoperative period was 15.2%. A penetrating injury was detected in 77.2% of the patients. Associated organ injury was most frequently in the liver, which was significant as a factor that increased mortality (p=0.020). The mortality rate was significantly lower among patients who underwent repair of diaphragmatic rupture when compared with untreated patients (p=0.003). Atelectasis was the most common complication. An ISS ≥24 points in patients with TDR was found to be an independent risk factor associated with mortality (p=0.003).
CONCLUSION: Other organs are frequently involved in cases of TDR, and mortality increased significantly in cases with associated liver injury. An ISS of ≥24 was determined to be an independent risk factor associated with mortality. Since the main determinant of mortality was the presence or absence of additional organ injuries, it is important that this should be taken into consideration in these patients.

15.Predictive and prognostic value of L-lactate, D-dimer, leukocyte, C-reactive protein and neutrophil/lymphocyte ratio in patients with acute mesenteric ischemia
Sabahattin Destek, Ayşegül Yabacı, Yağmur Nur Abik, Vahit Onur Gül, Kamuran Cumhur Değer
PMID: 31942740  doi: 10.14744/tjtes.2019.61580  Pages 86 - 94
AMAÇ: Akut mezenterik iskemi (AMİ) bağırsakları besleyen mezenterik damarların obstrüksiyonuyla bağırsaklarda iskemiye neden olan, mortalite oranı %80’i bulan hastalık grubudur. İnsidansı 100.000’de kişi başına 0.63’tür. Sağkalım için erken tanı ve tedavi çok önemlidir. AMİ’nin farklı tip ve aşamalarını yansıtabilen ideal bir biobelirteç yoktur. Çalışmamızda AMİ tanısıyla ameliyat edilen hastalarda ameliyat öncesi aşamada L-laktat, D-dimer, lökosit, C-reaktif protein (CRP) ve nötrofil/lenfosit oranının (NLO) prediktif ve prognostik önemi araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 2015–2019 tarihleri arasında AMİ tanısı ile ameliyat edilen 44 hasta incelendi. Çalışmaya alınan hastaların demografik, klinik, radyolojik, laboratuvar, cerrahi bulguları dahil edildi. Hastalar etiyolojik olarak AMİ grubuna göre gruplandırıldı. Bu hastaların L-laktat, D-dimer, CRP, lökosit, NLO seviyeleri belirlendi. AMİ gruplarına göre istatiksel analiz yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 44 hastanın yaş ortalaması 67.7 yıl, kadın erkek oranı 0.76 idi. Tomografi bulgularına göre hastaların %31.8’inde (n=14) mezenter arter embolisi, %29.5’inde (n=13) mezenter arter trombüsü, %25 (n=11) hastada mezenter ven trombüsü, %13.6’sında (n=6) non-oklüsiv mezenter iskemi saptandı. AMİ tipleriyle karşılaştırıldığında D-dimer ve CRP testleri diğer markırlara göre anlamlı şekilde farklı bulundu. Toplam yatış süresi ile L-laktat (p=0.047) ve CRP (p=0.045) ile anlamlı bir korelasyon saptandı. Yapılan analizlerde tüm AMİ tiplerinde mezenter iskemi tanısında kullanılabilecek ortak biyobelirteç CRP olmuştur.
TARTIŞMA: Ameliyat öncesi özellikle CRP düzeyinin AMİ tanısında, alt tipini belirlemede ve klinik seyrini belirlemede etkin şekilde kullanılabilir. Ancak L-laktat, D-dimer, lökosit ve nötrofil/lenfosit oranlarının tüm AMİ alt tiplerinin tanısını koymada etkinliği yoktur.
BACKGROUND: Acute mesenteric ischemia (AMI) is a disease that causes an ischemia in the intestines due to the obstruction of the mesenteric vessels feeding the intestines, with a mortality rate reaching up to 80%. The overall incidence of AMI is 0.63 per 100,000 people. Early diagnosis and treatment are very important for survival. There is no ideal biomarker that can reflect different types and stages of AMI. This study investigated the predictive and prognostic value of L-lactate, D-dimer, leukocyte, C reactive protein (CRP) and neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) in the preoperative period were investigated in patients operated for AMI.
METHODS: A total of 44 patients operated for AMI between 2015 and 2019 were evaluated in this study. Demographic, clinical, radiological, laboratory and surgical findings of the patients included in this study were recorded. The patients were divided into groups according to the etiological type of AMI. L-lactate, D-dimer, CRP, leukocyte, and NLR levels of these patients were determined. Statistical analysis was performed according to AMI groups.
RESULTS: The mean age of the 44 patients included in this study was 67.7 years and the female to male ratio was 0.76. According to tomography results, 31.8% (n=14) of the patients had mesenteric artery embolism, 29.5% (n=13) had mesenteric artery thrombus, 25% (n=11) had mesenteric vein thrombus and 13.6% (n=6) had non-occlusive mesenteric ischemia. When AMI types were compared, D-dimer and CRP levels were found to be significantly different from other markers. The total length of stay in the hospital was found to be significantly correlated with the L-lactate (p=0.047) and CRP (p=0.045) levels. In the analyses, CRP was determined to be the common biomarker that could be used in the diagnosis of mesenteric ischemia in all AMI types.
CONCLUSION: Particularly, the CRP level can be used effectively in the preoperative period to diagnose AMI and to determine its subtype and clinical course. However, L-lactate, D-dimer, leukocyte and NLR are markers that have no predictive value in the diagnosis of all AMI subtypes.

16.Traumatic upper extremity injuries: Analysis of correlation of mangled extremity severity score and disabilities of the arm, shoulder and hand score
Gloria Maria Hohenberger, Janos Cambiaso-daniel, Angelika Maria Schwarz, Stafanos Boukovalas, Franz Josef Seibert, Peter Konstantiniuk, Tina Cohnert
PMID: 31942737  doi: 10.14744/tjtes.2019.44939  Pages 95 - 102
AMAÇ: Ekstremite Hasarlanması Şiddet Skoru, travma sonrası ekstremite ampütasyonu için bir karar verme aracıdır. Üst ekstremitenin travma sonrası fonksiyonel eksikliklerini ölçmek için Kol, Omuz ve El Yetersizlikleri Anketi geliştirilmiştir. Bu çalışma bu iki değerlendirme arasındaki korelasyonu belirlemeyi amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada, 2005–2014 yılları arasında iki merkezde vasküler rekonstrüksiyon ile tedavi edilen üst ekstremite yaralanması olan tüm hastalar geriye dönük olarak gözden geçirildi. Her katılımcı için ilgili Ekstremite Hasarlanması Şiddet Skoru hesaplandı. Hastalar takip muayenesi ve Kol, Omuz ve El Skoru Yetersizliklerinin değerlendirilmesi için geri çağrıldı.
BULGULAR: Bu çalışmada 14 hasta dahil edilme kriterlerini karşılamıştır. Ortalama toplam Ekstremite Hasarlanması Şiddet Skoru 5.9 ve Kol, Omuz ve El Yetersizlik Skoru 30 puan idi. Bu değerlendirmeler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu (Spearman sıralaması korelasyon katsayısı: 0.49, p=0.075).
TARTIŞMA: Kol, Omuz ve El Yetersizlikleri Skoru Ekstremite Harabiyeti Şiddet Skoruyla korelasyon göstermemiştir.
BACKGROUND: The Mangled Extremity Severity Score is a decision-making tool for limb amputation after trauma. The Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand questionnaire was developed to quantify posttraumatic functional deficits of the upper extremity. This study aims to determine the correlation between these two assessments.
METHODS: In this study, a retrospective review of all patients with upper extremity injuries who had been treated with vascular reconstruction at two centres between 2005 and 2014 was performed. The respective Mangled Extremity Severity Score was calculated for each participant. Patients were recalled for follow-up examination and assessment of the Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand Score.
RESULTS: In this study, 14 patients met the inclusion criteria. The mean total Mangled Extremity Severity Score was 5.9 and the mean total Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand Score was 30 points. There was no statistically significant correlation between these assessments (Spearman’s rank correlation coefficient: 0.49, p=0.075).
CONCLUSION: The Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand Score did not correlate significantly with the Mangled Extremity Severity Score.

17.Endoscopic treatment of postoperative biliary fistulas
Şükrü Çolak, Bünyamin Gürbulak, Ali Fuat Kaan Gök, Ekrem Çakar, Hasan Bektaş
PMID: 31942742  doi: 10.14744/tjtes.2019.63667  Pages 103 - 108
AMAÇ: Safra fistülü, karaciğer ve safra yolu ameliyatlarında en sık görülen komplikasyonlardan biridir. Endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi (ERCP) biliyer fistüllerde tanı ve tedavi amaçlı kullanılır. ERCP’nin biliyer fistüllerin tanı ve tedavisinde katkısını analiz etmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya Ocak 2012–Aralık 2017 tarihleri arasında karaciğer ve safra yolu ameliyatlarını takiben gelişen safra fistüllerinde ERCP uygulanan hastalar dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, cerrahi prosedür, safra fistül lokalizasyonu, safra yolu yaralanmasının sınıflandırılması ve ERCP başarısı geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Toplam 90 hastaya (37 erkek ve 53 kadın) biliyer fistül tanısı ile ERCP uygulandı. ERCP ile 87 hastada ortak safra kanalı (CBD) kanülasyonu sağlandı. Beş hastada, safra yollarının proksimal kısmı görüntülenemedi ve ortak safra kanalının tam kat yaralanması düşünüldü. ERCP’de, 44 hastada sistik kanal, sekiz hastada ortak safra kanalı, dört hastada karaciğer yatağı, iki hastada hepatik kanal bifürkasyon, yedi hastada sağ hepatik kanal ve iki hastada sol hepatik kanal düzeyinde kontrast ekstravazasyonu tespit edildi.
TARTIŞMA: Endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi biliyer hastalıkların tanı ve tedavisinde etkili bir yöntemdir. ERCP ile tanı konabilen ve tedavi edilebilen ameliyat sonrası biliyer fistüllerin tedavisi hastaları morbidite, mortalite ve cerrahi maliyetlerinden kurtarır.
BACKGROUND: Biliary fistula is one of the most common complications of liver and biliary tract surgeries. Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) is used for the diagnosis and treatment of biliary fistulas. In this study, we aimed to analyze the contribution of ERCP in this regard.
METHODS: Patients who underwent ERCP for biliary fistulas following liver and biliary tract surgery between January 2012 and December 2017 were included in this study. The demographic characteristics of the patient, surgical procedure, localization of the biliary fistula, classification of biliary duct injury, and success of ERCP were retrospectively evaluated.
RESULTS: In total, 90 patients (37 male and 53 female) with a diagnosis of biliary fistula underwent ERCP. Common biliary duct (CBD) cannulation was achieved in 87 patients using ERCP. In five patients, the proximal part of the biliary tract was not visualized, and complete injury of CBD was considered. In ERCP, contrast extravasation was detected in the cystic duct in 44 patients: CBD, eight patients; liver bed, four patients; hepatic duct bifurcation, two patients; the right hepatic canal, seven patients; and the left hepatic canal, two patients.
CONCLUSION: ERCP is an effective method for the diagnosis and treatment of biliary diseases. The diagnosis and treatment of postoperative biliary fistulas with ERCP reduces surgery cost, morbidity, and mortality.

18.The effects of early femoral nerve block intervention on preoperative pain management and incidence of postoperative delirium geriatric patients undergoing trochanteric femur fracture surgery: A randomized controlled trial
Ali İhsan Uysal, Başak Altıparmak, Eylem Yaşar, Mustafa Turan, Umut Canbek, Nigar Yılmaz, Semra Gümüş Demirbilek
PMID: 31942744  doi: 10.14744/tjtes.2019.78002  Pages 109 - 114
AMAÇ: Kalça kırığı yaşlı hastalarda şiddetli ağrıya neden olan yaygın bir klinik problemdir. Bununla birlikte kırık oluşumunu takip eden şiddetli ağrı mental rahatsızlıklar ve deliryum gelişimine neden olabilir. IL-6 ve IL-8 ile birlikte olan nöroinflamatuvar yanıtın deliryum patofizyolojisi ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmadaki primer hipotezimiz ameliyat öncesi femoral sinir bloğunun trokanterik femur kırıklarında parasetamole göre daha etkin ağrı tedavisi sağlayacağıdır. Sekonder hipotezimiz IL-6 ve IL-8 düzeylerinin femoral sinir bloğu yapılanlarda daha düşük olacağıdır. Üçüncü hipotezimiz ise ameliyat sonrası deliryum insidansının femoral sinir bloğu uygulananlarda düşük olma durumudur.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastane acil servisine femur kırığı nedeniyle başvuran 65 yaş üzeri ASA II-IV hastalar çalışmaya dahil edildi. “Deliryum önleme tablosu”ndaki öneriler tüm hastalara başvuru anından itibaren uygulandı. İlk gruba sekiz saatte bir 15 mg/kg parasetamol intravenöz olarak verildi. İkinci gruba femoral sinir blokajı uygulandı ve kateter yerleştirildi. Ardından 0.5 mL/kg bupivakain %0.25 her sekiz saatte bir kateter yoluyla verildi. Her iki grupta ağrı skorları ilk analjezik uygulandıktan dört saat sonra kaydedildi. Bütün hastlar 48 saat içerisinde spinal anestezi altında ameliyat edildi. Spinal anestezi sırasında verilen pozisyona bağlı ağrı skorları kaydedildi ve 2 mL beyin omurilik sıvısı (BOS) örneği tüm hastalardan IL-6 ve IL-8 sitokinleri analizi için alındı.
BULGULAR: Ameliyat öncesi ilk ağrı tedavisi sonrası dördüncü saatteki ve rejyonal anestezi için verilen pozisyon ağrısı belirgin olarak femoral sinir blok grubunda düşüktü. IL-8 düzeyleri femoral sinir blok grubunda belirgin olarak düşük iken IL-6 düzeyleri benzerdi. Deliryum insidansı femoral sinir blok grubunda daha azken istatistiksel farklılık yoktu.
TARTIŞMA: Femoral sinir bloğu ameliyat öncesi ağrı tedavisinde ve rejyonal anestezi sırasındaki pozisyon ağrısını önlemede üstündür. Ortalama IL-8 düzeyi femoral sinir blokajı uygulanan hastalarda daha düşüktür. Deliryum insidansı her iki grupta benzerdir.
BACKGROUND: Hip fracture is a common clinical problem which causes severe pain in geriatric patients. However, severe pain following fracture may bring on mental disorders and delirium. A neuroinflammatory response with IL-6 and IL-8 has been shown to be associated with the pathophysiology of delirium. In this study, our primary hypothesis is that preoperative femoral nerve block (FNB) intervention in geriatric patients will more effectively attenuate pain following trochanteric femur fracture than the preoperative paracetamol application. Our secondary hypothesis is that interleukin levels (IL-6, IL-8) in cerebrospinal fluid (CSF) will be lower in the femoral nerve block group than the paracetamol group. Our tertiary hypothesis is that the incidence of postoperative delirium will be lower in the femoral nerve block group.
METHODS: The patients over 65 years of age with ASA status II-IV and admitted to the Emergency Service for femur fracture were included in this study. Recommendations of the “delirium prevention table” were applied to all of the patients at arrival. In the first group, 15 mg/kg paracetamol was administered intravenously every eight hours. In the second group, femoral nerve blockage was performed, and a catheter was placed. Then, 0.5 mL/kg bupivacaine 0.25% was applied every eight hours. In both groups, pain scores four hours after interventions were recorded. All patients were operated within 48 hours under spinal anesthesia. During spinal anesthesia, 2 mL of CSF samples were taken from all patients for analysis of IL-6 and IL-8 cytokines, and pain scores during positioning were recorded.
RESULTS: VAS scores four hours after the first preoperative pain treatment and during the positioning for regional anesthesia were significantly lower in the femoral nerve block group. IL-8 levels are significantly lower in the femoral nerve block group but not in IL-6 levels. The incidence of delirium was less in the femoral nerve block group, but the difference was not statistically significant.
CONCLUSION: The femoral nerve block was more effective in preoperative pain management of trochanteric femur fracture and preventing pain during regional anesthesia application. The mean IL-8 level was lower in the femoral nerve block group when compared to the paracetamol group. There is no difference in the postoperative delirium incidence between groups.

19.Factors predicting reoperation after hand flexor tendon repair
Aslı Çalışkan Uçkun, Fatma Gül Yurdakul, Hasan Murat Ergani, Tuba Güler, Burak Yaşar, Bedriye Başkan, Hatice Bodur, Ramazan Erkin Ünlü
PMID: 31942748  doi: 10.14744/tjtes.2019.92590  Pages 115 - 122
AMAÇ: Bu tek merkezli, geriye dönük çalışma, el fleksör tendon onarımı geçiren hastaların sosyodemografik, yaralanma özelliklerini ve toplam kayıp iş günlerini analiz etmeyi ve reoperasyonu öngören faktörleri tanımlamayı amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2013–Aralık 2016 tarihleri arasında erken rehabilitasyona tabi, dört geçişli modifiye Kessler kor dikiş kullanılarak yapılan el fleksör tendon onarımları dahil edildi. Bu çalışmada değerlendirilen değişkenler; hasta sosyodemografik ve yaralanma özellikleri, kayıp iş günü sayısı ve rüptür ve/veya adezyon oluşumu nedeniyle yapılan reoperasyonlardı. Yaralanma ciddiyeti, Modifiye El Yaralanması Ciddiyet Skorlaması (MEYCS) kullanılarak belirlendi. Reoperasyonun öngörücülerini belirlemek için ikili lojistik regresyon analizi yapıldı.k için ikili lojistik regresyon analizi BULGULAR: Toplam 329 tendon yaralanması geçirmiş 194 hasta çalışmaya dahil edildi. Katılımcılar genç (ortalama yaş, 31.8), çoğunlukla erkek (%79.4) ve mavi yakalı çalışanlardı (%50.0). Hastaların çoğu dominant elin tek parmağını etkileyen zon 2 yaralanmasına sahipti. Ortalama MEYCS değeri 46.6 ve işe geri dönüş süresi 114.0 gündü. Toplam 37 (%19.1) hastaya rüptür ve/veya adezyon oluşumu nedeniyle reoperasyon gerekti. Sigara içimi, zon 2 yaralanması ve yüksek MEYCS değeri, reoperasyonun negatif belirleyicileriydi.
TARTIŞMA: Reoperasyon ihtiyacını en aza indirmek için, cerrahlar ve rehabilitasyon ekibi, bölge 2 yaralanması, yüksek MEYCS değerleri ve sigara içme öyküsü olan hastalara özel dikkat göstermelidir.
BACKGROUND: This single-center, retrospective study aims to analyze the sociodemographic, injury characteristics, and the total number of lost working days of patients undergoing hand flexor tendon repair and to identify factors predicting reoperation.
METHODS: Hand flexor tendon repairs conducted using a four-strand modified Kessler core suture with early rehabilitation from January 2013 to December 2016 were included in this study. The variables evaluated in this study were patient sociodemographic and injury characteristics, number of lost working days, and reoperations because of rupture and/or adhesion formation. Injury severity was determined using Modified Hand Injury Severity Scoring (MHISS). Binary logistic regression analysis was conducted to identify the predictors of reoperation.
RESULTS: A total of 194 patients were included in this study, who had experienced 329 tendon injuries. Participants were young (mean age, 31.8), mostly male (79.4%), and mostly blue-collar workers (50.0%). Most patients had a zone 2 injury affecting a single digit of the dominant hand. The mean MHISS value was 46.6, and the mean time to return to work was 114.0 days. A total of 37 (19.1%) patients required reoperation because of rupture and/or adhesion formation. Smoking, zone 2 injury, and high MHISS value were negative predictors of reoperation.
CONCLUSION: To minimize the need for reoperation, surgeons and rehabilitation teams should take special care of patients with zone 2 injuries, high MHISS values, and smoking history.

20.Upper extremity replantation results in our series and review of replantation indications
Ayhan Okumuş, Aret Cerci Ozkan
PMID: 31942747  doi: 10.14744/tjtes.2019.85787  Pages 123 - 129
AMAÇ: İş ile ilgili el amputasyonları tek başlarına hayatı tehdit edici değildir. Ancak fonksiyonel sekellerine ek olarak oluşturduğu sosyal ve pikolojik sorunlar kişinin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkiler.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2007–2015 yılları arasında, 14 kişi üst ekstremite majör ampütasyonu ile acile başvurdu. Tüm olgular erkekti (ortalama 29.6 [22–45] yaş). Çok seviyeli ezilme yaralanması olan üç olgu hariç 11 olguya replantasyon uygulandı.
BULGULAR: Tüm replantasyonlarda başarı sağlandı. Önkol seviyesinden replantasyon yapılan iki ve distal kol seviyesinden replantasyon yapılan bir olguya ameliyat sonrası ek girişimler uygulandı. Ameliyat sonrası fonksiyonel sonuçlar değerlendirildi. Hastanın genel memnuniyeti, fleksör ve ekstansör hareket seviyeleri, her parmağın aktif hareket derecesi, başparmak opozisyon derecesi, el bileği ve dirsek eklemlerinin aktif hareketleri, medyan ve ulnar sinir traselerinde duyusal iyileşmesinın sonuçları, replante edilen elin ve/veya önkolun tüm günlük görevleri yerine getirebilirliği incelendi. Sonuçlar, el replantasyonlarında tatminkardı, ancak, proksimal önkol ve distal kol seviyesinde replantasyon yapılan dört olguda özellikle unlar sinir fonksiyonlarında distal motor minör fonksiyon sekelleri ile karşılaşıldı. Diğer hastalarda mükemmele yakın sonuçlar alındı.
TARTIŞMA: Gelişmiş protez seçenekleri, kadavralardan replantasyon olanaklarına rağmen, doğal ekstremitenin replantasyonu, ampute hastalar için hala en uygun tedavi yöntemidir. Bununla birlikte cerrahlar, nihai amacın sadece canlı dokuyu replante etmek değil, fonksiyon ve görünümü iyileştirerek yaşam kalitesini korumak olduğunu kabul etmelidir.
BACKGROUND: Upper extremity amputations are usually not life-threatening, but they negatively affect the life quality of the victim. In addition to the functional disabilities of upper extremity amputation, disfigurements frequently cause psychological and social debilitations.
METHODS: Between 2007–2015, fourteen cases were admitted to emergency with total major amputation of the upper extremity. All cases were male (22–45 years of age. Mean age: 29.6). Replantation was applied to all except three cases with multileveled crush injuries.
RESULTS: All replantations were successful. Additional interventions were needed in four cases with replantation at elbow level and replantation at the distal arm level. The postoperative functional results were evaluated. The patient’s overall satisfaction, the recovery of flexor and extensor mobility, the extent of the active motion of digits, the recovery of thumb opposition, active movements of wrist and elbow joints, recovery of sensitivity in the median and ulnar nerve, the ability of the surviving hand and/or forearm to perform daily works are all evaluated. The results were satisfactory in hand replantations. However, some ulnar nerve distal motor problems were encountered in three cases with replantation at elbow level, and one case with replantation at the distal arm level with a crush injury, acceptable and excellent results were obtained in other cases.
CONCLUSION: Despite the availability of prostheses, cadaveric upper extremity replantations, replantation of the native extremity is still the most appropriate treatment for amputated cases. However, surgeons should realize that the ultimate goal is not merely to save the viability of the extremity through replantation, but rather to preserve the life quality by improving the function.

CASE SERIES
21.Mid-term results of displaced acetabulum fractures surgically treated using anterior intra-pelvic approach (modified Stoppa)
Ömur Çağlar, Saygın Kamacı, Şenol Bekmez, Ahmet Mazhar Tokgözoğlu, Bülent Atilla, Emre Acaroğlu
PMID: 31942727  doi: 10.14744/tjtes.2019.03835  Pages 130 - 136
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı deplase asetubulum kırıklarının cerrahi tedavisinde anteriyor-intra pelvik (AİP) yaklaşımla açık redüksiyon ve içten tespitin etkinliğini, orta dönem klinik ve radyolojik sonuçlarını ortaya koymaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Deplase asetabulum kırığı tanısıyla başvuran hastalardan AİP yaklaşım ile açık yerleştirme ve içten tespit uygulanan 12 hasta geriye dönük olarak incelendi. Hastalar, kırık tipi, ek yaralanma varlığı, ameliyata kadar geçen süre, ek cerrahi girişim ihtiyacı, perioperatif komplikasyonlar, radyografik ve fonksiyonel sonuçlar açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Erkek/kadın oranı 1/2 idi. Ortalama yaş 40.5±16.2 (16-64) yıldı. Ortalama takip süresi 59.8±32.2 (12–124) aydı. Yedi hastada çift kolon, üç hastada anteriyor kolon+posteriyor hemitransvers, bir hastada transvers+posterior duvar ve bir hastada anteriyor kolon kırık paterni mevcuttu. Hastalar, ortalama 6.6±4.4’üncü (2–16) günde ameliyat edildi. Amaliyat sırasında kan transfüzyonu ortalama 830 (300–2000) mL idi. Sekiz hastada ameliyatta ve ameliyat sonrası komplikasyonlar gözlemlendi. Ortalama Merle d’Aubigné and Postel skoru 14.5±2.7 (10–18) idi. Anatomik redüksiyon elde edilen altı olguda mükemmel/iyi fonksiyonel ve radyolojik sonuç gözlemlendi. Anatomik olmayan redüksiyon elde edilen üç hastada orta dönemde post-travmatik kalça artrozu gelişti ve total kalça replasmanı ile tedavi edildi.
TARTIŞMA: AİP yaklaşım, asetabulumun deplase anteriyor duvar/kolon ve özellikle çift kolon kırıklarının cerrahi tedavisinde yeterli açılımı sağlar. Klinik sonuçlar, redüksiyon kalitesiyle doğrudan ilişkilidir. Anatomik olmayan redüksiyon elde edilen hastalarda orta-dönemde kalça eklem artrozu açısından dikkatli olunmalıdır.
BACKGROUND: This study aims to evaluate the radiological and clinical mid-term results of the patients with displaced acetabular fractures surgically treated with open reduction and internal fixation using an anterior intra-pelvic approach (AIP).
METHODS: In this study, we retrospectively reviewed 12 patients with displaced acetabular fractures treated surgically via the AIP approach. Patients were analyzed for Letournel’s acetabular fracture classification, associated injuries, time to surgery, additional surgical procedures needed, perioperative and postoperative complications, radiologic and functional results.
RESULTS: Of the 12 patients, the male/female ratio was 1/2; the mean age was 40.5±16.2 (16–64) years. The mean follow-up time was 59.8±32.2 (12–124) months. Seven patients had both column fractures, three patients had anterior column + posterior hemitransverse fractures, one patient had transverse + posterior wall and one patient had anterior column fracture. The mean time to surgery was 6.6±4.4 (2–16) days. The mean intraoperative blood transfusion was 830 (300–2000) ml. Intra-operative and post-operative complications were noted in eight patients. The mean Merle d’Aubigné and Postel score was 14.5±2.7 (10–18). Six patients with an anatomical reduction of the fracture showed excellent/good functional and radiologic outcomes. Three patients with a non-anatomic reduction developed post-traumatic arthrosis that was treated with total hip arthroplasty.
CONCLUSION: AIP approach provides a satisfactory exposure for the surgical treatment of displaced anterior wall/column and both column acetabular fractures. Clinical outcome is directly related to the reduction quality. Patients with poor reduction are most likely to develop mid-term complications, such as hip joint arthrosis.

22.Long-term comparative study of internal fixation with Kirschner wires or cannulated screws for displaced medial epicondyle fractures of the humerus in children: A 10-year follow-up of 42 cases
Ömer Naci Ergin, Mehmet Demirel, Fatih Şentürk, Serkan Bayram, Fuat Bilgili
PMID: 31942743  doi: 10.14744/tjtes.2019.77348  Pages 137 - 143
AMAÇ: Literatürde, deplase mediyal epikondil kırıklarının cerrahi tedavisinde hangi tip tespit materyalinin kullanılacağına karar vermenin ardında yatan gerekçe yeterince araştırılmamıştır. Çalışmamızda, deplase mediyal epikondil kırığı olan çocuklarda Kirschner teli (K-teli) veya kanüllü vida ile internal tespitin uzun dönem klinik ve radyografik sonuçlarını karşılaştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: 5 mm’den daha fazla yer değiştirmiş mediyal epikondil kırıkları için cerrahi tedavi uygulanmış toplam 42 çocuk iki gruba ayrıldı. Grup A, K-telleri ile internal tespit uygulanmış 22 çocuk içerirken, grup B kanüllü vida ile tespit uygulanmış 20 çocuktan oluşuyordu. Ortalama yaş grup A’da 9 yıl (ortanca, 10.5; aralık, 6–14) iken, grup B’de 15 yıldı (16, 10–17). Toplam takip süresi 10 (ortanca, 10; aralık, 5–15) yıl olarak hesaplandı. Hastaların klinik sonuçlarını değerlendirmek için, son takipteki dirsek hareket açıklığına (ROM) ek olarak Mayo Dirsek Performans Skorları (MEPS) kullanıldı. Radyografik değerlendirme sırasında, son takip radyografileri üzerinde epikondil kırığına ikincil olası deformiteler incelendi.
BULGULAR: Ortalama MEPS, A ve B gruplarında sırasıyla 95 (ortanca, 95; aralık, 85–100) ve 93 (94, 85–100) olarak tespit edildi (p=0.18). ROM’da anlamlı bir fark gözlenmedi (p=0.43). Radyografik incelemede her gruptan birer hasta fibröz kaynama saptanırken, her gruptan birer hastada hipoplazi mevcuttu. Deformite ve tespit tipi arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.34, χ2 testi).
TARTIŞMA: Deplase mediyal epikondil kırıklarının cerrahi tedavisinde, iskelet olgunluğuna yakın çocuklar için vida ile tespit, daha küçük çocuklar için iki adet K-teli ile internal tespit düşük morbidite ve radyografik deformite oranları ile uzun süreli takiplerde olumlu klinik ve radyolojik sonuçlar sağlayabilir.
BACKGROUND: The rationale behind the decision-making on which type of fixation to use in displaced medial epicondyle fractures is not well elucidated. This study aims to compare the long-term clinical and radiographic outcomes of internal fixation with either Kirschner wires (K-wires) or cannulated screws in children with displaced medial epicondyle fractures.
METHODS: In this study, 42 consecutive children who underwent surgical treatment for medial epicondyle fractures displaced more than 5 mm were categorized into two groups as follows: group A, 22 children undergoing fixation with K-wires and group B, 20 children undergoing fixation with a screw. The mean age was nine (median, 10.5; range, 6–14) years in group A and 15 (16, 10–17) in group B. The overall follow-up was 10 (median, 10; range, 5–15) years. To assess patients’ clinical outcomes, the Mayo Elbow Performance Scores (MEPS) were used in addition to the elbow range of motion (ROM) at the last follow-up. During the radiographic assessment, possible deformities secondary to the epicondyle fracture were examined on final follow-up radiographs.
RESULTS: The main MEPS were 95 (median, 95; range, 85–100) and 93 (94, 85–100) in groups A and B, respectively (p=0.18). In ROM, no significant differences were observed (p=0.43). In the radiographic assessment, one patient from each group developed a fibrous union, and one from each group had hypoplasia. There was no significant relationship between the deformity and fixation type (p=0.34, χ2 test).
CONCLUSION: Two smooth K-wires for younger children and screw fixation for children near skeletal maturity may provide favorable clinical and radiological outcomes at long-term follow-up, with low morbidity and radiographic deformity.

CASE REPORTS
23.Castleman's disease presenting with mechanical intestinal obstruction: A rare case
Abdulcabbar Kartal, Eray Atlı, Gürcan Vural, Murat Ferhat Ferhatoğlu, Ali İlker Filiz
PMID: 31942736  doi: 10.5505/tjtes.2018.42273  Pages 144 - 147
Castleman hastalığı, lenfoproliferatif bir hastalıktır ve ince bağırsakta görülmesi nadirdir. Bu çalışmada, terminal ileum tutulumuna bağlı mekanik bağırsak tıkanıklığına neden olan bir Castleman hastalığı olgusu sunuldu. Daha önce geçirilmiş karın cerrahisi öyküsü olmayan 50 yaşında erkek hasta, mekanik bağırsak tıkanıklığı bulguları ve semptomları ile hastaneye başvurdu. Muayene ve abdominal bilgisayarlı tomografi ile mekanik intestinal obstrüksiyon tanısı konuldu ve median insizyon ile acil cerrahi girişim yapıldı. Abdominal eksplorasyonda, distal ince bağırsak mezenterini ve ileoçekal valvi tutan tümör benzeri kitlesel lezyonun intestinal obstrüksiyona neden olduğu görüldü. İleoçekal rezeksiyon ve ileokolik anastomoz yapıldı. Castleman hastalığı nadir görülen bir durumdur. Görüntülemede ya da ameliyat sırasında büyümüş lenf bezlerine eşlik eden distal ileumda kitle benzeri görünüm tespit edilmesi durumunda mekanik bağırsak tıkanıklığının ayırıcı tanısında akılda bulundurulmalıdır.
Castleman’s disease (CD) is a lymphoproliferative disorder and the occurrence of CD in the small bowel is rare. In this study, we present one case of CD causing mechanical intestinal obstruction due to involvement of terminal ileum. A 50-year-old man was admitted to the hospital with signs and symptoms of mechanical intestinal obstruction without history previous surgery. After examination and obtaining abdominal computed tomography, diagnosis of mechanical intestinal obstruction was reached and emergency surgery was performed with a median incision. On abdominal exploration a tumor like mass that also held distal small intestine mesentery, and ileocecal valve causing complet intestinal obstruction was observed. Ileocecal resection and ileocolonic anastomosis were performed. CD is a rare entity and should be kept in mind during the differential diagnosis of mechanical intestinal obstruction provided that wall thickening in terminal ileum mimicking mass, and accompanying enlargement mesenteric lymph nodes observed during preoperative investigations or intraoperative exploration.

24.A rare case of acute mechanical intestinal obstruction: Colonic endometriosis
Mehmet Zeki Buldanlı, İbrahim Ali Özemir, Oktay Yener, Yasemin Dölek
PMID: 31942741  doi: 10.5505/tjtes.2018.62705  Pages 148 - 151
Endometriozis, üreme çağı kadınlarda görülen, endometrium dokusunun uterus dışında yer alması ile kendini gösteren bir hastalıktır. Kolonik endometriozis menstrüal siklusla ilişkili pelvik ağrı, disparoni, tenesmus ve ağrılı dışkılama şikayetleri ile ortaya çıkabildiği gibi, nadiren akut mekanik intestinal obstrüksiyona (AMİO) da yol açabilmektedir. Literatürde %3–37 oranında gastrointestinal yerleşim bildirilmiş olup bu olguların da %7–23’ünde AMIO kliniği bildirilmiştir. Literatürde kolon malignitesini taklit eden sigmoid endometriozise bağlı az sayıda mekanik obstrüksiyon olgusu bulunmaktadır. Biz de kolonik endometriozise ikincil olarak gelişen AMİO saptanan 40 yaşındaki kadın hastayı literatür eşliğinde sunmayı amaçladık. Hartmann prosedürü uygulanan ve cerrahi tam iyileşme ile taburcu edilen hastada patolojik incelemede endometriozis tespit edildi. Ameliyat sonrası 6. ayda kolostomi kapatılması ve kendi isteğiyle bilateral ooferektomi operasyonu uygulanan hastanın takipleri devam etmektedir. Endometriozis tüm organları tutabilen jinekolojik bir hastalık olup gastrointestinal yerleşimi AMİO etiyolojisinde özellikle reprodüktif dönemdeki kadın hastalarda akılda tutulmalı ve ilişkili semptomlar sorgulanmalıdır.
Endometriosis is a disease seen in women at reproductive age, characterized by extrauterine localization of endometrial tissue. Colonic endometriosis rarely causes acute mechanical intestinal obstruction (AMIO). It may also be presented with pelvic pain, dyspareunia, tenesmus, painful defecation related to the menstrual cycle. In the literature, 3-37% of the gastrointestinal location was reported and AMIO was observed in 7-23% of these cases. There are only few cases of mechanical obstruction related to sigmoid endometriosis mimicking colon malignancy. In this study, we aim to report a case of a 40-year-old patient with AMIO developed secondary to colonic endometriosis in light of the literature. The patient was discharged with full surgical recovery after the Hartmann procedure was performed, and the pathological diagnosis was reached as endometriosis. At the post-operative sixth-month colostomy, closure and bilateral oophorectomy were performed with the patient’s will. The patient was discharged with surgical recovery and is still being regularly followed up. Endometriosis is a gynecological disease that may occur in all organ systems even though the most common location is the overs. Gastrointestinal located endometriosis should, therefore, be kept in mind in the etiology of AMIO in women at reproductive age and the related symptoms should be questioned in differential diagnosis.

NONE
25.Reviewer List

Page 152
Abstract |Full Text PDF