p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 19 Issue : 4 Year : 2024

Quick Search




SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 19 (4)
Volume: 19  Issue: 4 - July 2013
EXPERIMENTAL STUDY
1.Effects of low-dose methotrexate in spinal cord injury in rats
Bülent Bakar, Emine Arzu Köse, Şebnem Kupana Ayva, Bahram Sarkarati, Mustafa Ömür Kasimcan, Kamer Kılınç
PMID: 23884668  doi: 10.5505/tjtes.2013.65475  Pages 285 - 293
Amaç: Bu çalışma, düşük doz metotreksatın sıçanlarda oluşturulan omurilik yaralanması üzerindeki olası koruyucu etkilerini incelemek amacıyla yapıldı.
Gereç Ve Yöntem: Otuz yedi adet Wistar albino sıçan üzerinde torakal laminektomi uygulandı ve sham grubu hariç tüm hayvanlarda geçici anevrizma klibi kullanılarak omurilik travması oluşturuldu. Akut ve subakut dönemde travmanın etkilerini incelemek amacıyla sham grubundaki hayvanlar dışındaki diğer hayvanlar iki ana gruba ayrıldı. Travma sonrası sham ve kontrol grupları hariç tüm hayvanlara ilgili deneysel ilaç (metotreksat veya metilprednisolon) periton içine verildi. Hayvanların omurilikleri travmanın histolojik ve biyokimyasal etkilerini incelemek amacıyla çıkarıldı.
Bulgular: Her iki deneysel materyalin de omurilik travmasının herhangi bir evresinde histopatalojik düzeyde belirgin düzeltici etkisinin olmadığı gözlendi. Travmanın gözlenen subakut evresinde metotreksatın lipit peroksidasyon düzeyini azaltmada metilprednisolona göre belirgin üstünlüğe sahip olduğu saptandı. Ancak, akut ve subakut dönemlerde her iki ajanın da miyeloperoksidasyon düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Düşük doz metotreksatın sıçanlarda oluşturulan omurilik yaralanmasının subakut döneminde gelişen lipit peroksidasyon düzeyleri üzerinde azaltıcı etkisi olduğu ancak miyeloperoksidasyon aktiviteleri ve histopatolojik evre bulguları üzerinde etkili olmadığı saptanmıştır.
Background: This study was designed to evaluate the possible protective effects of low-dose methotrexate in the spinal cord injury (SCI) in rats.
Methods: Thirty-seven Wistar albino rats were used in the present study. Except for the animals of the Sham group, all animals were divided into two main groups, which were used in acute and subacute stage investigations. Then, thoracal laminectomy was performed, and except for the Sham group, SCI was induced using a temporary aneurysm clip. After clip compression, the experimental material (methotrexate or methylprednisolone) was administered intraperitoneally, except in the Sham and Control groups. Then, the spinal cords were removed to evaluate the SCI histopathologically and biochemically at the scheduled date.
Results: Neither experimental material was shown to reduce the histopathological grade in either stage of SCI. Low-dose methotrexate was shown to decrease lipid peroxidation levels only in the subacute stage of SCI. However, methylprednisolone and low-dose methotrexate could not decrease or block myeloperoxidase enzyme activation in either stage of SCI.
Conclusion: Low-dose methotrexate was effective in reducing the lipid peroxidation levels in the subacute stage of SCI, although histopathological evaluation results and myeloperoxidase levels of all groups did not support this finding at either stage.

2.The effects of lornoxicam on brain edema and blood brain barrier following diffuse traumatic brain injury in rats
İsmet Topçu, Gül Gümüşer, Eda Bayram, Feray Aras, İsmail Çetin, Cüneyt Temiz, Melek Çivi
PMID: 23884669  doi: 10.5505/tjtes.2013.32458  Pages 294 - 298
Amaç: Bu çalışmada diffüz travmatik beyin hasarı (TBH) sonrası, lornoksikamın kan beyin bariyeri (KBB) ve beyin ödemi üzerine etkileri araştırıldı.
Gereç Ve Yöntem: Yirmi erişkin erkek Wistar albino sıçana anestezi uygulaması sonrası Marmarou yöntemi ile deneysel kapalı kafa travması oluşturuldu. Kafa travması sonrası sıçanlar randomize olarak iki gruba ayrıldı: Grup I intraperitoneal yolla 2 mL salin uygulanan kontrol grubu ve Grup II intraperitoneal yolla 2 mL 1.3 mg kg-1 lornoksikam verilen lornoksikam grubu. Kafa travmasından 24 saat sonra 99 mTc pentetate (DTPA) 37 MBq dozda verildi ve her bir sıçanın posterior planar görüntüsü bir Infinia gama kamera kullanılarak elde edildi. KBB permebilitesinin görüntülenmesi sonrası beyin dokuları kranyumdan disseke edildi. Tüm örneklerin beyin su içeriği (BSI) ıslak-kuru metodu ile hesaplandı.
Bulgular: Grup I lesion/background (L/b) oranları erken dönem (5. dk) 3,76±0,46 ve geç dönem (60. dk) 3,02±0,66 idi. Grup II L/b oranları erken dönem 3,52±0,96, geç dönem 2,63±0,63 olarak saptandı (p>0,05). BSC Grup I’de %79,6±2,5 ve Grup II’de %77,5±1,1 idi (p<0,05).
Sonuç: Bu TBH sıçan modelinde lornoksikamın beyin ödemini azalttığı ancak KBB geçirgenliğini etkilemediği görülmüştür.
Background: In this experiment, the effects of lornoxicam on brain edema and the blood brain barrier (BBB) following diffuse traumatic brain injury (TBI) were studied.
Methods: Twenty adult male Wistar albino rats were anesthetized, and experimental closed head trauma was induced by the Marmarou method. After head injury, the rats were randomly divided into two groups: Group I was the control group, to which 2 ml saline was administered intraperitoneally, and Group II was the lornoxicam group, to which 2 ml 1.3 mg kg-1 lornoxicam was administered intraperitoneally. Twentyfour hours after head trauma, 99 mTc pentetate (DTPA) was injected at a dose of 37 MBq, and posterior planar images of each rat were obtained using an Infinia gamma camera. After imaging of BBB permeability, brain tissues were dissected from the cranium. The brain water content (BWC) of each sample was calculated using the wet-dry method.
Results: The lesion/background (L/b) ratio of Group I was 3.76±0.46 and 3.02±0.66 for early (5th min) and late (60th min) imaging, respectively. In Group II, the L/b ratios were 3.52±0.96 and 2.63±0.63 for early and late imaging, respectively (p>0.05). BWC was 79.6±2.5% and 77.5±1.1% for Groups I and II, respectively (p<0.05).
Conclusion: In this rat model of TBI, lornoxicam reduced brain edema but did not affect BBB permeability.

3.Genotoxicity of fixation devices analyzed by the frequencies of sister chromatid exchange
Barış Altuğ Aydil, Hülya Koçak Berberoğlu, Sükrü Öztürk, Kıvanç Cefle, Şükrü Palandüz, Haluk Erkal
PMID: 23884670  doi: 10.5505/tjtes.2013.64176  Pages 299 - 304
Amaç: Çene kırıklarının tedavisinde kullanılan metal alaşımları genotoksik etkilere yol açabilir. Amacımız, kardeş kromatit değişim sıklığının analiziyle, çene kırıklarının tedavisinde kullanılan nikel-krom içerikli intermaksiller fiksasyon araçları ve titanyum miniplakların genotoksisitelerini karşılaştırmaktır.
Gereç Ve Yöntem: Bu ileriye yönelik çalışmada, farklı metal alaşımlarının genotoksisitesini araştırmak için çene kırığı bulunan ve sigara içmeyen toplam 28 hastanın (10 kadın, 18 erkek; ortalama yaş 33,43±10,76; dağılım 15-60 yıl) 14’ünde nikel-krom içerikli ark bar ve tel uygulanmasıyla intermaksiller fiksasyon gerçekleştirilirken diğer 14’üne titanyum miniplak tedavisi uygulandı. Sonuç değişkeni ameliyat öncesinde ve ameliyattan dört-altı hafta sonra alınan venöz kan örneklerindeki periferal lenfositlerde görülen kardeş kromatit değişiminin sıklığıydı.
Bulgular: Ortalama kardeş kromatit değişim sıklığının nikel-krom içerikli intermaksiller fiksasyon araçlarıyla tedavi edilen hastalarda titanyum miniplaklarla tedavi edilenlere oranla önemli ölçüde daha yüksek olduğu gözlendi (1,29±0,29 ve 0,46±0,39, p<0,001).
Sonuç: Her ne kadar titanyum miniplak osteosentezi nikel-krom içerikli intermaksiller fiksasyon araçlarına kıyasla daha invaziv bir teknik ise de, titanyumun nikel-krom alaşımından daha az genotoksik etkiye yol açtığı görülmektedir. Ancak bu bulgu daha geniş örneklem büyüklüğüyle gerçekleştirilen klinik çalışmalarla desteklenmelidir.
Background: Metal alloys utilized in the management of jaw fractures may exert genotoxic effects. Our purpose was to compare the genotoxicity of intermaxillary fixation devices containing nickel and chromium to that of titanium miniplates utilized in treatment of jaw fractures through the analysis of sister chromatid exchange.
Methods: In this prospective study, in a total of 28 non-smoker patients (10 females, 18 males; mean age 33.43±10.76; range 15 to 60 years) with jaw fractures, 14 were treated with intermaxillary fixation by administration of nickel-chromium wire and arch bar and 14 with titanium miniplates to investigate the genotoxicity of different metal alloys. The outcome variable was the frequency of sister chromatide exchange in peripheral lymphoctyes, determined through the analysis of venous blood samples obtained preoperatively and 4 to 6 weeks postoperatively.
Results: The frequency of the average sister chromatid exchange was found to be significantly higher in patients treated with the nickel-chromium intermaxillary fixation devices than those treated by titanium miniplates (1.29±0.29 vs. 0.46±0.39, p<0.001).
Conclusion: Although titanium miniplate osteosynthesis is an invasive technique in comparison with the nickel-chromium-containing intermaxillary fixation devices, titanium seems to exert less genotoxic effect than the nickel-chromium alloy. However, this finding should be supported in clinical studies with a larger sampling size.

4.Effects of abdominal adhesion-preventing 4% icodextrin solution on healing of bowel anastomoses
Okay Koç, Ahmet Dağ, Ahmet Koray Öcal, Mustafa Musa Dirlik, Ülkü Çömelekoğlu, Lülüfer Tamer Gümüş, Ebru Serinsöz, Emine Arzu Kanık, Hamdi Akça
PMID: 23884671  doi: 10.5505/tjtes.2013.98223  Pages 305 - 312
Amaç: %4’lük ikodekstrin solüsyonunun adezyonu önlemedeki etkinliğini ve anastomoz iyileşmesi üzerine etkisini, biyokimyasal parametrelerle birlikte ortaya koymak.
Gereç Ve Yöntem: Toplam 40 sıçan 10’ar sıçandan oluşan dört gruba ayrıldı. Grup A (abrazyon+ikodekstrn), Grup B (abrazyon), Grup C (anastomoz+ikodekstrin), Grup D (anastomoz). Gruplarda adezyon skoru, anastomoz patlama basıncı, histopatolojik inceleme, doku hidroksiprolin düzeyi, miyeloperoksidaz (MPO), nitrik oksit (NO) ve malondialdehit (MDA) değerlerine bakıldı.
Bulgular: Adezyon skoru A grubunda B grubuna oranla, C grubunda D grubuna oranla daha düşük bulundu (p=0,003577, p=0,001612). Grup C ve Grup D arasında anastomoz iyileşmesi arasında fark yoktu (p=0,816). Hidroksiprolin düzeyi A grubunda B grubuna oranla, C grubunda D grubuna oranla daha yüksekti (p=0,001, p=0,0001). NO ve MDA düzeyleri bakımından Grup A ve Grup B arasında fark yoktu, Grup C’de ise D grubuna oranla daha düşüktü (p=0,434, p=0,001, p=0,116, p=0,018). MPO değerleri Grup A’da B grubuna oranla, Grup C’de, Grup D’ye oranla daha düşük saptandı (p=0,0001).
Sonuç: %4’lik ikodekstrin solüsyonunun anastomoz iyileşmesini olumsuz yönde etkilemeden adezyon oluşumunu belirgin olarak azalttığı biyokimyasal parametreler, histopatolojik inceleme ve adezyon skorlaması ile ortaya kondu.
Background: We aimed to introduce the efficiency of 4% icodextrin solution on preventing adhesions and its effect on anastomotic healing, together with biochemical parameters.
Methods: In total, 40 rats were divided into four groups of 10 rats each as Group A (abrasion+icodextrin), Group B (abrasion), Group C (anastomosis+icodextrin), and Group D (anastomosis). Adhesion grade, anastomotic bursting pressure, histopathological analysis, tissue hydroxyproline level, and serum myeloperoxidase (MPO), nitric oxide (NO), and malondialdehyde (MDA) values were examined.
Results: Adhesion score was significantly lower in Group A than in Group B and significantly lower in Group C than in Group D (p=0.003577, p=0.001612). No difference in anastomoses healing was determined between Group C and Group D (p=0.816). Hydroxyproline level was significantly higher in Group A than in Group B and significantly higher in Group C than in Group D (p=0.001, p=0.0001). There were no differences in NO and MDA levels between Group A and Group B, but values were significantly lower in Group C than in Group D (p=0.434, p=0.001, p=0.116, p=0.018). MPO level was significantly lower in Group A than in Group B and significantly lower in Group C than in Group D (p=0.0001, p=0.0001).
Conclusion: Based on our results, 4% icodextrin solution evidently decreased the formation of adhesion without negatively affecting the anastomotic healing. We also reported herein the biochemical and histopathological results and adhesion scores.

5.Effects of combined and individual use of N-methyl-D aspartate receptor antagonist magnesium sulphate and caspase-9 inhibitor z-LEDH-fmk in experimental spinal cord injury
Altay Sencer, Aydın Aydoseli, Yavuz Aras, Mehmet Osman Akçakaya, Cengiz Gömleksiz, Halil Can, Ali Canbolat
PMID: 23884672  doi: 10.5505/tjtes.2013.45804  Pages 313 - 319
Amaç: Sıçanlarda oluşturulan omurilik travması sonrasında bir N-metil D-aspartat (NMDA) reseptör antagonisti olan magnezyum sülfat’ın ve kaspaz-9 inhibitörü olan z-LEHDFMK’nın ikincil hasar gelişimi üzerine olan etkileri karşılaştırıldı. Apoptozis ve nekrozun omurilik travması sonrası hasar görmüş hücrelerin kaybedilmesindeki iki ana yolu teşkil etmelerini göz önüne alarak kullandığımız bu iki ajan ile ikincil hasarın iki ana mekanizmasını birlikte engelleyerek ikincil hasarı en aza indirmeyi hedefledik.
Gereç Ve Yöntem: Omurilik travması sonrası deneklere gruplarına göre, ayrı ayrı ve kombine olarak, ilaç tedavisi uygulandı. Denekler beş gün boyunca klinik olarak gözlendi ve nörolojik fonksiyonları kaydedildi. Histopatolojik değerlendirme için beşinci gün sonunda alınan omurilik örnekleri hematoksilen eozin ve Tunel yöntemi ile boyanarak mikroskobik olarak incelendi.
Bulgular: Elde edilen verilerin karşılaştırılmasında, tedavi grupları ile kontrol grupları arasında histopatolojik açıdan tedavi grupları lehine istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu, ancak motor inceleme bulgularının değerlendirmesinde travma ve tedavi grupları arasında anlamlı bir farklılık yoktu.
Sonuç: İkincil hasar gelişiminin önlenmesinde MgSO4 ve z-LEHDFMK’nın kombine kullanımı ile izole kullanımları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamış, ancak tedavi grupları travma ve kontrol gruplarından daha iyi sonuçlara sahip olduğu görülmüş ve bu da omurilik travmasının gelecekteki tedavisi açısından umut verici bulunmuştur.
Background: We investigated the individual and combined effects of magnesium sulphate, which is an N-Methyl-D aspartate receptor antagonist (NMDA), and z-LEHD-FMK, which is a caspase 9 inhibitor, on the genesis of secondary injury in a rat spinal cord injury model. We aimed to minimize the effects of secondary injury in spinal cord trauma by choosing these two agents which served to block the two major mechanisms of cell loss, apoptosis and necrosis.
Methods: The drugs were given to the subjects according to their groups, either in singular or combined fashion. For motor examination, the subjects were kept under close clinical evaluation for five days. Histopathological examination and the emerging spinal cord samples were prepared with haematoxylene-eosin and Tunel techniques.
Results: A statistically significant difference in favor of the treatment groups has been found between the treatment and control groups in terms of histological data. However, there was no difference in the evaluation of motor examination between trauma and treatment groups.
Conclusion: We have found no difference between the individual and combined uses of MgSO4 and z-LEHD-FMK in the prevention of secondary injury; however, there were better histological results in the treatment groups compared to trauma and control groups which gives us hope for future investigations.

ORIGINAL ARTICLE
6.Analysis of appropriate tetanus prophylaxis in an Emergency Department
Gözde Şimşek, Erol Armağan, Özlem Köksal, Yasemin Heper, Suna Eraybar Pozam, Vahide Aslıhan Durak
PMID: 23884673  doi: 10.5505/tjtes.2013.05014  Pages 320 - 326
Amaç: Bu çalışmada, tetanoz profilaksisi verilen hastaların profilaksi endikasyonunun doğruluğu, hekim tarafından tetanoz riskli kabul edilen yaraların ve bu hastaların bağışıklık oranının belirlenmesi, belirli yaş gruplarının tetanoz bağışıklığının değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç Ve Yöntem: Eylül 2009-Mayıs 2010 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servis’ine (AS) başvuran ve birinci basamak hekimi tarafından tetanoz profilaksisi verilmesi uygun görülen hastalar bu çalışmaya alındı.
Bulgular: Toplam 320 hasta değerlendirildi. Hastaların yaş ortalaması 40,87±15,83 idi. Hastaların %73,1’i erkek, %28,6’sı kadındı. Hastaların %40,3’ü aşılama geçmişini biliyorken, %59,7’si aşılanma geçmişini hatırlamıyordu. Hastaların %14,7’si son dozunu beş yıl içinde alırken, %48,1’i 5-10 yıl içinde almıştı ve %37,2’si 10 yıldan daha fazla bir süre önce son kez aşılanmıştı. Hastaların %75’inde tetanoz immünglobulin (Ig)G düzeyi ≥0,1 IU/ml ve %25’inde tetanoz IgG düzeyi <0,1 IU/ml olarak saptandı. Okuma yazma bilmeyenlerde ya da sadece ilkokul mezunu olanlarda tetanoz bağışıklığı için koruyucu düzeyler daha düşüktü ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0,001).
Sonuç: Hastalardan alınan aşılanma öyküleri yanıltıcı olabilir ve bu amaçla hastaların yatak başı tetanoz bağışıklık durumunun test edilebileceği cihazlar kullanılabilir.
Background: In this study, our aim was to identify the validity of the prophylaxis indications for patients who received tetanus prophylaxis, determine the ratio of high-risk wounds to the number of patients with immunity, and to evaluate the tetanus immunity of specific age groups.
Methods: Patients who applied to the Emergency Department (ED) between September 2009 and May 2010 and who were considered for tetanus prophylaxis by his/her primary care physician were included in the study.
Results: A total of 320 patients were evaluated. The average age of the patients was 40.87±15.83 years. A total of 73.1% of the patients were male and 26.8% were female. A total of 40.3% of the patients knew their vaccination history, while 59.7% had no recollection of their vaccination history. 14.7% of the patients had received their last dose within 5 years and 48.1% within 5-10 years; 37.2% of the patients declared that more 10 years had passed since their last vaccination. In 75% of the patients, the tetanus immunoglobulin (Ig)G level was identified as ≥0.1 IU/ml, while 25% of the patients had levels <0.1 IU/ml. The number of patients with protective levels was lower among those who were illiterate or who had only a primary school education, and this difference was statistically significant (p<0.001).
Conclusion: The vaccination histories can be misleading. Certain equipment can be used at the bedside to determine a patient’s tetanus immunization status.

7.Impact of the practice of “Extended Focused Assessment with Sonography for Trauma” (e-FAST) on clinical decision in the emergency department
İlhan Uz, Aslıhan Yürüktümen, Bahar Boydak, Selen Bayraktaroğlu, Enver Özçete, Özgür Çevrim, Murat Ersel, Selahattin Kıyan
PMID: 23884674  doi: 10.5505/tjtes.2013.23326  Pages 327 - 332
Amaç: Çalışmamızda, “Genişletilmiş Acil Travma Ultrasonografi” (GATUS) uygulamasının, multipl travma hastasında, intraabdominal yaralanma, hemotoraks, yanı sıra pnömotoraks saptamada duyarlılığını, ayrıca invaziv işlem gerekliliğiyle ilişkisini göstermeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Acil servise başvuran, multipl travmalı tüm hastalar çalışmaya dahil edildi, hasta hakkında klinik bilgisi olmayan araştırmacı acil hekimi tarafından yatakbaşı GATUS yapıldı. Supin akciğer grafiği bulguları, yapılan invaziv girişimler kaydedildi. Altın standart olarak kabul edilen abdomen ve toraks BT (pnömotoraks düzeyine göre skorlama yapıldı) sonuçlarıysa radyoloji uzman düzeyinde değerlendirildi.
Bulgular: GATUS’un batın BT’ye göre intrabdominal yaralanmayı saptamada duyarlılığı %54.5 bulundu. BT’de hemotoraks saptanan 21 (%19.6) hastadan, 15’inde (%14) GATUS’da hemotoraks (duyarlılık %71) tanısı koyulabildi. GATUS ile tanılanamayan hemotoraks ve intraabdominal yaralanmalarda herhangi bir invaziv müdahale yapılamadığı görüldü. Toraks BT’de pnömotoraks saptanan 33 (%30.8) hastadan GATUS ile 27 (%25.2) hasta pnömotoraks tanısı aldı (duyarlılık %81.8). Yapılan skorlamaya göre GATUS ile “genişliği 1 cm’den az veya uzunluğu midkoronal çizgiyi geçmeyen” pnömotoraksların atlandığı görüldü. TT uygulanan hastaların tamamında, GATUS pozitifti.
Sonuç: GATUS, invaziv işlem gerektirebilecek pnömotoraksların saptanmasında, yüksek duyarlılık ile kullanılabilir. Hemotoraks ve intraabdominal yaralanmaların tanınmasındaysa duyarlılığı düşük olmakla beraber invaziv işlem gerekliliğini öngörülmesinde yol gösterebilir.
Key words: Ultrasonografi, acil servis, multipl travma
Amaç: Çalışmamızda, “Genişletilmiş Acil Travma Ultrasonografi” (GATUS) uygulamasının, çoklu travma hastasında, karıniçi yaralanma, hemotoraks, yanı sıra pnömotoraks saptamada duyarlılığını, ayrıca invaziv işlem gerekliliğiyle ilişkisini göstermeyi amaçladık.
Gereç Ve Yöntem: Acil servise başvuran, çoklu travmalı hastalar çalışmaya alındı. Hasta hakkında klinik bilgisi olmayan araştırmacı acil hekimi tarafından yatakbaşı GATUS yapıldı. Supin akciğer grafiği bulguları, yapılan invaziv girişimler kaydedildi. Karın ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) pnömotoraks düzeyine göre skorlama yapıldı) sonuçlarıysa radyoloji uzman düzeyinde değerlendirildi.
Bulgular: BT ile karşılaştırıldığında, karıniçi yaralanma ve hemotoraks için GATUS duyarlılıkları sırasıyla %54,5 ve %71 idi. GATUS ile tanılanamayan hemotoraks ve karıniçi yaralanmalarda herhangi bir invaziv müdahale yapılamadığı görüldü. Toraks BT’sinde pnömotoraks saptanan 33 (%30,8) hastadan GATUS ile 27 (%25,2) hasta pnömotoraks tanısı aldı (duyarlılık %81,8). Yapılan skorlamaya göre GATUS ile “genişliği 1 cm’den az veya uzunluğu midkoronal çizgiyi geçmeyen” pnömotoraksların atlandığı görüldü. Tüp torakostomi uygulanan hastaların tamamında, GATUS pozitifti.
Sonuç: GATUS, invaziv işlem gerektirebilecek pnömotoraksların saptanmasında, yüksek duyarlılık ile kullanılabilir. Hemotoraks ve karıniçi yaralanmaların tanınmasındaysa duyarlılığı düşük olmakla beraber invaziv işlem gerekliliğini öngörülmesinde yol gösterebilir.

8.Treatment of acute scrotum in children: 5 years’ experience
Volkan Sarper Erikci, Münevver Hoşgör, Nail Aksoy, Özkan Okur, Melih Yıldız, Ahmet Dursun, Yusuf Demircan, Yılmazcan Örnek, İncinur Genişol
PMID: 23884675  doi: 10.5505/tjtes.2013.82783  Pages 333 - 336
Amaç: Akut skrotum tanısı ile tedavi edilen olgular altta yatan değişik nedenlerin insidansı ve bu olgulardaki tedavi sonuçlarının belirlenmesi amacı ile geriye dönük olarak incelendi.
Gereç Ve Yöntem: 1 Ocak 2007 ile 15 Mayıs 2012 tarihleri arasında 50 akut skrotum olgusu tedavi edildi. Yaş, klinik yansıma, ek anomaliler, tıbbi ve cerrahi tedavi sonuçları araştırıldı. Tüm olgularda tanı, fiziksel inceleme, ultrasonografi ve/veya Doppler ultrasonografi ve biyokimyasal incelemelere dayanılarak konuldu.
Bulgular: Klinik görünüm inguinoskrotal bölgesinde ani şişlik ve ağrı oluşumuydu. Ortalama hasta yaşı 7,5 yıldı (2 ay-14 yaş). Olguların 22’sinde orşit/epididimo-orşit (O/EO), 16’sında strangüle herni (SH), 11’inde testis torsiyonu (TT), bir olguda da appendiks testis torsiyonu (ATT) saptandı. O/EO olgularının 5’inde eşlik eden ürolojik anomaliler saptandı. O/EO olguları konservatif olarak, SH, TT ve ATT olguları ise cerrahi olarak tedavi edildi.
Sonuç: Bu çalışmada E/EO akut skrotum nedeni olarak ilk sırada bulunmuştur. O/EO olanlar hariç akut skrotum hastalarda acil cerrahi tedavi gereklidir. Ayrıca E/EO tanılı olgular ek ürolojik anomaliler açısından ele alınmalıdır.
Background: A retrospective review was carried out to determine the incidence of various causes and outcome of management in patients with acute scrotum.
Methods: Fifty children had a diagnosis of acute scrotum between 1st January 2007 and 15th May 2012. Age, mode of presentation, associated anomalies, and results of treatment were studied. Diagnosis of acute scrotum was confirmed by physical examination, Doppler ultrasound and biochemical investigations.
Results: Clinical presentation consisted of sudden swelling and pain in the inguinoscrotal region. The average age was 7.5 years (2 months-14 years). Causes of acute scrotum were orchitis/epididymo-orchitis (O/EO) in 22, strangulated inguinal hernia (SIH) in 16, testicular torsion (TT) in 11, and torsion of testicular appendage (TTA) in 1. Associated urological anomalies were found in 5 patients with O/EO. Medical treatment was applied to patients with O/EO, and surgical treatment was performed in patients with SIH, TT and TTA.
Conclusion: In this series, O/EO was found to rank first as the cause of acute scrotum. Immediate surgical treatment in acute scrotum patients, except those with O/EO, is necessary. Associated urological anomalies should be investigated in patients with O/EO.

9.Non-operative treatment approach for blunt splenic injury: is grade the unique criterion?
Bülent Koca, Koray Topgül, Saim Savaş Yürüker, Hamza Çınar, Bekir Kuru
PMID: 23884676  doi: 10.5505/tjtes.2013.89411  Pages 337 - 342
Amaç: Bu çalışmada, künt dalak yaralanmasına ameliyatsız yaklaşım sonuçlarını irdelemeyi, yaralanma derecesinin önemini yeniden değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç Ve Yöntem: Cerrahi dışı yöntemle tedavi edilen 31 künt dalak yaralanmalı olgu geriye dönük olarak incelendi. Hastalar izole dalak travması (DT) grubu ve çoklu travma (ÇT) grubu olmak üzere iki gruba ayrıldı. İki grup arasında yatış süresi, kan replasmanı ihtiyacı, ameliyatsız izlem başarısı ve travma sonrası komplikasyonlar karşılaştırıldı. Hastalar kontrol karın ultrasonografisi (US) ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile değerlendirildi. Elde edilen sonuçlar postsplenik travma komplikasyonları ile ilgili olarak değerlendirildi.
Bulgular: Amerikan Travma Cerrahisi Derneği organ hasarı skoruna göre, olguların %25,8’inde derece 1, %32,2’sinde derece 2, %29’unda derece 3 ve %12,9’unda derece 4 yaralanma vardı. Transfüzyon miktarının yaralanma derecesi ile doğrudan orantılı olduğu görüldü. Ortalama yatış süresi MT grubunda daha uzundu. Derece 4 yaralanma ve çoklu travmalı olan 14 hasta ile tüm hastalar ameliyatsız yöntem ile başarıyla tedavi edildi. MT grubunda bir hastada splenik psödoanevrizma gelişti. Bir hastada geç dalak rüptürü tanısı kondu.
Sonuç: Hemodinamik stabilite konservatif tedavi endikasyonu için en önemli ölçüttür. Ancak, iyi seçilmiş olgularda 4. derece dalak yaralanması olan ve dalak dışı yaralanmalar da ameliyatsız tedavi ile başarılı bir şekilde tedavi edilebilir.
Background: We aimed to investigate the results of a non-operative approach to blunt spleen injury to re-evaluate the importance of injury grade.
Methods: Thirty-one blunt splenic trauma cases subjected to nonoperative treatment were evaluated retrospectively. The patients were classified into two groups as isolated spleen trauma (ST) group and multi-trauma (MT) group. The hospitalization and blood replacement needs, success of non-operative follow-up, and post-traumatic complications were compared between the two groups. The patients were evaluated via follow-up abdominal ultrasonography (US) and computerized tomography (CT). The results were evaluated with regard to post-splenic trauma complications.
Results: According to the organ injury scale of the American Association for the Surgery of Trauma, 25.8% were grade-1, 32.2% grade-2, 29% grade-3, and 12.9% grade-4 injuries. It was observed that the transfusion amount was directly proportional to the injury grade. All patients with grade-4 injury and 14 patients with MT were treated successfully with the non-operative method. Splenic pseudoaneurysm developed in one patient in the MT group. One patient was diagnosed with late splenic rupture.
Conclusion: Hemodynamic stability is the most important criterion for the indication of non-operative treatment. However, in wellselected cases, patients with grade 4 splenic traumas and those with extra-splenic injuries could also be treated successfully with the non-operative method.

10.Thoracic aortic aneurysms after blunt trauma
İrfan Taşoğlu, Doğan Emre Sert, Gökhan Lafçı, Bahadır Genç, Kemal Kavasoğlu, Ahmet Tulga Ulus, Mustafa Paç
PMID: 23884677  doi: 10.5505/tjtes.2013.32457  Pages 343 - 347
Amaç: Künt travmalardan sonra oluşan aort hasarı erken dönemde tanı almayıp yıllar içinde yaşamı tehlikeye atan kronik anevrizmalar şeklinde görülebilir. Bu çalışmanın amacı, bu anevrizmaların tanı ve uygun tedavisinin önemini göstermektir.
Gereç Ve Yöntem: 2009-2012 arasında kronik travmatik aort anevrizması tanısı alan sekiz hasta (ortalama 50±31 yaş), travmadan ortalama 20 yıl sonra torasik endovasküler aort tamiri (TEVAR) ya da açık cerrahi ile tedavi edildi.
Bulgular: Sekiz hastanın dört tanesi TEVAR, iki tanesi açık cerrahi, bir tanesi ise hibrid girişimle tedavi edildi. Bir hasta ameliyat sonrası dönemde hayatını kaybederken, bir tanesine tip 1 endoleak nedeniyle tekrar başarılı TEVAR işlemi uygulandı; bir hastaya ise endovasküler greft sonrası tespit edilen brakiyal emboli nedeniyle embolektomi yapıldı. Parapleji, alt ekstremite iskemisi ve başka bir komplikasyon görüldi. Bir hasta ameliyat öncesi dönemde anevrizma rüptürüne bağlı olarak hayatını kaybetti.
Sonuç: Künt travmalara bağlı aort anevrizmaları, travmadan yıllar sonra genel olarak görülen semptomlara yol açabilir. Travma hastasının izlem ve takibinde aortik anevrizma mutlaka akılda tutulmalıdır.
Background: Aortic injury after blunt trauma that is missed during the first admission will soon be seen as a chronic aneurysm. The objective of this study is to show the importance of the diagnosis and appropriate treatment of these aneurysms.
Methods: Between 2009 and 2012, 8 patients (mean age, 50±31 years) diagnosed with chronic traumatic aortic aneurysm were treated with either thoracic endovascular aortic repair (TEVAR) or conventional surgery 20 years on average after the trauma.
Results: Treatments included TEVAR in four patients, conventional surgery in two patients, and hybrid intervention in one patient. One patient died postoperatively. One patient had an endoleak requiring a repeat TEVAR, which was successful. Brachial embolectomy was performed after placing the endovascular stent. No paraplegia or lower extremity ischemia was seen. One patient died preoperatively due to rupture of the aneurysm.
Conclusion: Chronic traumatic aortic aneurysms may cause general symptoms years after a blunt trauma. Aortic injury must always be considered in the assessment and follow-up of trauma patients.

11.Fractures of the mandible: a 20-year retrospective analysis of 753 patients
Teoman Eskitaşcıoğlu, İrfan Öyazgan, Atilla Çoruh, Galip Kemali Günay, Yalçın Yontar, Mehmet Altıpamak
PMID: 23884678  doi: 10.5505/tjtes.2013.56313  Pages 348 - 356
Amaç: Kranyofasiyal bölge vücudun en sık yaralanan bölümlerinden biridir ve yüz bölgesindeki kemik yapısından dolayı mandibula kırıkları yüz yaralanmalarında sık görülür. Mandibula kırıkları en sık travmaya bağlı görülür ve bu kırıklar ile trafik kazaları, düşme, kişiler arası şiddet, spor aktiviteleri ilişkilidir.
Gereç Ve Yöntem: Geriye dönük olarak 753 hastada (615 erkek, 138 kadın; ortalama yaş 36,2 yıl) (>16 yaş) mandibula kırıkları değerlendirildi. Hastalar yaş, cinsiyet, etyoloji, mevsimsel değişim, kırık yeri, eşlik eden travmalar, tedavi yöntemi ve ameliyat sonrası komplikasyonlar açısından incelendi.
Bulgular: Trafik kazaları tüm yaş gruplarında ve her iki cinste de en sık etyolojik neden idi. Tüm olgularda toplam 1090 kırık vardı en sık kırık lokalizasyonu parasimfizer bölge idi (%28,6), bunu sırasıyla kondil, korpus, angulus, simfizis, dentoalveolar, ramus ve koronoid kırıkları izlemekteydi. Kırık hatları nondeplese olan 25 (%3.3) hastaya semptomatik tedavi uygulandı. Elastik bandaj, arch bar, Ivy Loop, quick fix vida ile 280 hastada kapalı redüksiyon uygulandı. Açık redüksiyon ve internal tespit (miniplak, vida veya transosseöz kablo) ile osteosentez 403 (%53,5) hasta üzerinde uygulandı. Bu hastaların 134’ünde kapalı redüksiyon gerçekleştirildi.
Sonuç: Son yıllarda, çift yol inşaatları, artan trafik denetimleri ve trafik kurallarına düzenlenmesiyle mandibula kırıklarının insidansı azalmıştır.
Background: The craniofacial region is one of the most frequently injured parts of the body, and mandibular fracture is one of the commonest facial skeletal injuries. The most frequent causes of mandibular fractures are the traumas related to traffic accidents, falls, interpersonal violence, and sports activities, etc.
Methods: Seven hundred fifty-three cases (615 male, 138 female; megan age 36.2 years) (age >16) with mandibular fracture were evaluated retrospectively. Patient records were examined in terms of age, sex, etiology, seasonal variation, fracture localization, accompanying traumas, treatment modality, and postoperative complications.
Results: Traffic accidents were the most common etiologic cause in all age groups and both sexes. All cases had a total of 1090 fractures, and the most common fracture localization was the parasymphysis (28.6%), followed by the condyle, corpus, angulus, symphysis, dentoalveolar process, ramus, and coronoid process, respectively. In 25 (3.3%) patients with fissurelike, non-displaced fracture, only symptomatic treatment was applied. Closed reduction with elastic bandage, arch bar, quick-fix screws or Ivy Loop was the only method performed in 280 (37.2%) patients. Osteosynthesis by open reduction and internal fixation (miniplates, screws or transosseous wiring) was performed in 403 (53.5%) patients; closed reduction techniques were also performed in 134 of these patients.
Conclusion: In the recent years, double-road constructions, increased traffic audits and regulation of the traffic rules decreased the incidence of mandibular fractures.

12.Demographic and etiologic characteristics of children with traumatic serious hyphema
Fatih Mehmet Türkcü, Harun Yüksel, Alparslan Şahin, Kürşat Cingü, Şeyhmus Arı, Yasin Çınar, Muhammed Şahin, Adnan Yıldırım, İhsan Çaça
PMID: 23884679  doi: 10.5505/tjtes.2013.99810  Pages 357 - 362
Amaç: Çocuk yaş grubunda künt göz travmaları sonrası oluşan ciddi hifemalarda etyolojik faktörler, oluşan komplikasyonlar, takip ve tedavi sonuçları değerlendirildi.
Gereç Ve Yöntem: Ocak 2006 ile Aralık 2011 yılları arasında künt göz travması nedeni ile evre 3 ve 4 hifema tanısı alan ve tedavisi yapılmış 136 hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. Görme keskinliği (GK), gözlenen komplikasyonlar, uygulanan medikal ve cerrahi tedaviler kaydedildi. Evre 3 ve 4 olgularda görme prognozu üzerinde etkili faktörler ve tedavi sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalamaları 9,7±4 yıl idi. Travmaya sebep olan etyolojik faktörler sırası ile taş çarpması 53 (%39), boncuk mermisi 25 (%18,4) ve diğer faktörler 58 (%42,6) oluşturmakta idi. Evre 3 ve 4 hifemanın en sık komplikasyonu travmatik midriyazis (%19,1) iken bunu katarakt (%9,6) ve glokom (%5,1) izlemekteydi. İlaç tedavisi 114 (%83,8) olguda başarılı olurken, 22 (%16,2) olguda cerrahi gerekti. İlk ve son GK evre 4 olgularda evre 3’lere göre belirgin olarak daha düşüktü.
Sonuç: Künt travma nedeni ile hifema gelişen evre 3 ve 4 olgularda ilave göz patolojileri nedeni ile görme prognozu olumsuz etkilenebilmektedir. Ciddi hifemalı olgularda görme prognozundaki olumsuz seyir göz önüne alınarak bu hastaların yakın takibi ve tedavisi oluşabilecek komplikasyonların kalıcı etkilerini önleyebilecektir.
Background: We aimed to evaluate the etiologic factors, complications, follow-up, and treatment outcomes in serious hyphema following blunt ocular trauma in childhood.
Methods: The medical records of 136 patients diagnosed as grade 3 or 4 hyphema due to blunt ocular trauma between January 2006 and December 2011 were evaluated. Visual acuity (VA), complications, and medical and surgical treatments were analyzed. Factors affecting visual prognosis were compared in grade 3 and 4 hyphema cases.
Results: The mean age of patients was 9.7±4 years. Etiologic factors for trauma were stone in 53 (39%), bead bullet in 25 (18.4%) and others in 58 (42.6%) patients. The most common complication of grade 3 and 4 hyphema was traumatic mydriasis (19.1%), followed by cataract (9.6%) and glaucoma (5.1%). Medical treatment was successful in 114 (83.8%) patients, and 22 (16.2%) patients underwent surgery. Mean initial and final VA of grade 4 patients were found to be significantly lower than those of grade 3 patients.
Conclusion: In grade 3 and 4 hyphema due to blunt trauma, visual prognosis worsened in the presence of additional ocular pathologies. Considering the bad visual prognosis of severe hyphema patients, prompt treatment and close follow-up may prevent complications resulting in poor VA.

CASE REPORTS
13.A rare complication of blunt trauma; diaphragm-pericardium rupture and cardiac herniation in a child case
Ersin Arslan, Ahmet Ferudun Işık, Maruf Şanlı, Ahmet Uluşan, Levent Elbeyli
PMID: 23884680  doi: 10.5505/tjtes.2013.89138  Pages 363 - 365
Diyafram ve perikart yaralanmaları künt travma sonrası nadir görülür, tedavisi cerrahidir. Künt travma sonrası gelişen diyafram ve perikart rüptürü nedeniyle ameliyat edilen
dört yaşında erkek olgu; bu birlikteliğin nadir görülmesi, çocuklarda klinik ve radyolojik özelliklerin farklılıkları irdelenerek sunuldu.
Diaphragma and pericardium rupture is rarely seen after blunt trauma. It’s treatment is surgery. A 4-year-old male patient who was operated for diaphragm and pericardium
rupture which developed after blunt trauma; rarity of this union, differences in the clinical and radiological features in children was examined.

14.Traumatic renal artery occlusion in the pediatric age group: a case and review of the literature
Saurabh Garge, Ravi Kanojia, Kln Rao
PMID: 23884681  doi: 10.5505/tjtes.2013.29938  Pages 366 - 370
Künt travma çocuklarda başlıca ölüm nedenini oluşturmaktadır. Renal arter yaralanmalarının görülme sıklığı %1’den düşüktür. Pediyatrik yaş grubunda travmatik renal arter oklüzyonu nadiren oluşmaktadır. Ancak, çocuk yaştaki bu nadir olguların kesin insidans ve tedavi sonuçları hakkında bilgi eksikliği vardır. Bu yazıda bir olgu sunuldu ve pediyatrik yaş grubunda bu ağır travmaya ilişkin mevcut literatür gözden geçirildi.
Blunt trauma represents a major cause of death in children. The incidence of renal arterial injuries in these cases is less than 1%. Traumatic renal artery occlusion is a rare occurrence in the pediatric age group. However, there is lack of information on the exact incidence and results of the management of these rare cases in the pediatric age group. We report herein a case and we review the available literature of this severe injury in the pediatric age group.

15.Residual pellet in fetal brain tissue following a gunshot injury to a pregnant woman: a case report
Ümit Naci Gündoğmuş, Harun Akkaya, Kenan Karbeyaz, Ayşe Keskin
PMID: 23884682  doi: 10.5505/tjtes.2013.89656  Pages 371 - 374
Gebe bir kadına karşı işlenen yaralama suçlarında, hem annenin hem de fetüsün yaşamsal fonksiyonları ve oluşan zararların yaşam kalitesine etkisi neden sonuç ilişkisi açısından önem taşımaktadır. Ceza ve tazminat hukukunda ayrı ayrı değerlendirme zorunluluğu olan bu tür durumlarda annede doğurganlığı etkileyecek kalıcı organ kayıpları, fetüste ise vaktinden önce doğma ve kalıcı fonksiyonel bozuklukların niteliği ceza ve tazminat miktarında artırıcı etken olabilmektedir. Literatürde, ateşli silah yaralanmasına bağlı fetüste morfolojik ve fizyolojik değişimlerin ele alındığı ender sayıda olgu bildirimi bulunmaktadır. Bu yazıda, 41 yaşında, 27 haftalık gebe bir kadında ateşli silah yaralanması sonucu fetüs açısından oluşan durumun irdelenmesi amaçlandı. Anne normal sağlıklı bir yaşam sürdürür iken, dört yıllık gelişim evresinde çocuk yönünden belirgin şikayet hiperaktivite yakınması olmuştur. İntrauterin frontal lobu etkileyen bu lezyonun, çocukta ortaya çıkan ruhsal bulgulara etkisinin değerlendirilmesi önem taşımaktadır.
Vital functions and the effect of injuries on quality of life are important from a viewpoint of causation in willful injury crimes committed against a pregnant woman. In such conditions, which should be evaluated separately in criminal law and compensation law, permanent losses of organ function that may negatively affect the woman’s fertility, the features of permanent functional impairments and premature birth of the fetus can be additive factors for the indemnification amount. In scientific literature, case reports addressing the morphological and physiological changes to the fetus due to firearm injury are rare. In the presented case, we aimed to evaluate the fetus’s situation, following firearm injury to a 41-year-old woman at 27 weeks gestation. While the mother was living a healthy life, the significant problem of the child in the first four-year period of his development was hyperactivity. Evaluating the effect of the frontal lobe lesion on the psychiatric findings of the child is important.

16.Bouveret syndrome: evaluation with multidetector computed tomography and contrast-enhanced magnetic resonance cholangiopancreatography
Oktay Algın, Evrim Özmen, Melike Ruşen Metin, Pamir Eren Ersoy, Mustafa Karaoğlanoğlu
PMID: 23884683  doi: 10.5505/tjtes.2013.97254  Pages 375 - 379
Kolesistoenterik fistüller, safra taşlarının %1’den daha az bir sıklıkta görünen komplikasyonlarındandır. Bouveret sendromu, mide çıkımında safra taşı/taşları tarafından oluşturulan tıkanıklık sonucu gelişir. Bu taşlar sıklıkla kolesistoenterik veya nadiren de kolesistogastrik fistül aracılığı ile mide çıkımını veya proksimal duedenumu tıkarlar. Bouveret sendromunun erken tanı ve tedavisi, morbidite ve mortalitenin azaltılması için gereklidir. Bu olgu sunumunda, kolesistoenterik fistüllü ve Bouveret sendromlu bir hasta sunuldu. Bildiğimiz kadarıyla, çokkesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) (64 dedektörlü) ve kontrastlı manyetik rezonans (MR) kolanjiyopankreatografi (MRKP) ile Bouveret sendromu tanısı hakkında çalışma literatürde bulunmamaktadır. Amacımız kolesistoenterik fistüllerin saptanması ve değerlendirilmesinde ÇKBT ve kontrastlı MRKP etkinliğini tartışmaktır. ÇKBT ve kontrastlı MRKP ile safra yollarını fizyolojik olarak inceleyebildik ve biliyoenterik fistülü net olarak gösterdik. Ayrıca kontrastlı MRKP ile fizyolojik olarak safra sistemini değerlendirdik. Sonuç olarak, bu tür olgularda ÇKBT, röntgen ve ultrasondan sonraki ilk tercih olmalıdır. Komplike veya safra tıkanıklığı şüphesi olan olgularda kontrastlı MRKP, tüm karın ve safra sistemi ile ilgili önemli morfolojik ve fizyolojik bilgileri verebilir.
Cholecystenteric fistula is one of the rarest complications of biliary lithiasis, with a frequency of less than 1%. Bouveret syndrome is a gastric outlet obstruction produced by gallstone(s) located in the distal stomach or proximal duodenum. The route of gallstone migration to the bowel is most commonly via a cholecystoduodenal fistula; however, fistulization of the stomach is a rarer variation. Early diagnosis of this situation is crucial to reduce morbidity and mortality. In this report, we present a patient with cholecystogastric fistula and Bouveret syndrome. To our knowledge, there is no published paper in the literature related to the diagnosis of Bouveret syndrome with multidetector computed tomography (MDCT) (64 detectors) and/or contrast-enhanced magnetic resonance cholangiopancreatography (CE-MRCP). Our aim was to discuss the efficacy of MDCT and CE-MRCP in the detection and evaluation of cholecystenteric fistulas. We showed the exact localization and relation of biliary stones and the fistula by MDCT and CE-MRCP. We also evaluated the biliary system with CE-MRCP physiologically. In conclusion, when biliary lithiasis and ileus are detected in plain radiography, the firstline diagnostic tool should be MDCT. In complicated cases or when biliary obstruction is suspected, CE-MRCP can give important morphological and physiological information regarding the whole abdomen and biliary system.

17.De Garengeot’s hernia: a case of acute appendicitis in a femoral hernia sac
Ceren Şen Tanrıkulu, Yusuf Tanrıkulu, Nezih Akkapulu
PMID: 23884684  doi: 10.5505/tjtes.2013.37043  Pages 380 - 382
Femoral fıtık kesesi içerisinde apendiksin bulunması de Garengeot fıtığı olarak adlandırılır. Bu klinik durum, oldukça nadir görülen ve acil cerrahi girişim gerektiren bir klinik durumdur ve De Garengeot fıtığı tanısının ameliyat öncesi konulması oldukça zordur. Bu yazıda sunulan olgu sağ kasık bölgesinde aniden başlayan ağrısı olan 58 yaşında kadın hastadır. Tanı, bilgisayarlı tomografi bulguları ile konuldu ve apendektomiyle birlikte greftsiz fıtık onarımı uygulandı. Ameliyat sonrası komplikasyon gelişmedi. Histopatolojik inceleme gangrenli apandisit ile uyumluydu.
The presence of an appendix vermiformis in a femoral hernia sac is called De Garengeot’s hernia. It is a very rare clinical condition and requires emergency surgery. However, preoperative diagnosis of De Garengeot’s hernia is difficult. Herein, we report a 58-year-old female who presented with sudden-onset painful swelling in the right groin region. Diagnosis was established based on computed tomography findings, and appendectomy with meshfree hernia repair was performed. The postoperative period was uneventful, and the histopathologic examination of the specimen revealed gangrenous appendicitis.

18.Severe burn on 81% of body surface after sun tanning
Marcos Sforza, Katarina Andjelkov, Renato Zaccheddu
PMID: 23884685  doi: 10.5505/tjtes.2013.44522  Pages 383 - 384
Bu yazıda 42 yaşında, bronzlaşmak için incir yaprağı çayı sürmüş ve güneş banyosu sonrası vücudunun %81’i ağır biçimde yanmış halde yanık ünitesine gelmiş bir olgu sunuldu. Hasta yanık ünitesinin yoğun bakımında 13 gün yattı ve ayaktan takip için taburcu edildi. Bu tip yanıkların tedavisi, ikinci derece sıcaktan yanıkların konvansiyonel tedavisinden farklı değildir. Böylemev yapımı yoğun psoralen içeren bronzlaştırıcı çözeltilerin tetiklediği fitofotodermatitin fizyopatolojisi ayrıntılı tartışılmaktadır.
We report herein the case of a 42-year-old woman who presented to the Burns Unit with 81% of her body surface severely burned following sun bathing, after applying fig leaf tea as a tanning agent. The patient was hospitalized for 13 days in a Burns Intensive Care Unit, and was discharged for an ambulatory follow-up. The treatment of such burns does not differ from any conventional treatment for heat- induced second-degree burns. The physiopathology of the phytophotodermatitis induced by such homemade tanning solutions rich in psoralen is discussed in detail.

19.An extremely rare appendiceal anomaly: horseshoe appendicitis
Cem Oruç, Özgen Işık, Orhan Üreyen, Oytun Saffet Kahyaoğlu, Ayhan Köseoğlu
PMID: 23884686  doi: 10.5505/tjtes.2013.67424  Pages 385 - 386
Apendiks anomalileri çoğunlukla erişkin popülasyonda rastlantı sonucu bulunan çok nadir malformasyonlardır. Apendiks agenezis ve duplikasyonu iyi bilinmesine rağmen, bildirilmiş sadece üç adet atnalı apendiks olgusu bulunduğunu biliyoruz. Acil servise başvuran 64 yaşında kadın hasta akut apandisit ön tanısı ile ameliyathaneye alındı. Standart yaklaşımla apendektomi uygulanırken, “at nalı apendiks” şeklinde distal ucun ikinci bir güdük ile çekumla bağlantılı olduğu görüldü. Buradaki amacımız bu sıra dışı bulguyla ilgili deneyimimizi paylaşmaktır.
Appendiceal anomalies are extremely rare malformations that are usually found in adult populations as an incidental finding. Agenesis and duplication of the appendix have been well documented, but we know of only three reported cases of a horseshoe appendix. A 64-year-old woman admitted to the emergency department. A provisional diagnosis of acute appendicitis was made, and the patient was taken to the operating room. While appendectomy was being performed with a standard approach, the distal tip was seen to communicate with the cecum by another stump, or “horseshoe appendix”. The aim of this report is to share our experience with this extraordinary finding.