p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 28 Sayı : 8 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 28 (8)
Cilt: 28  Sayı: 8 - Ağustos 2022
DIĞER
1.
Ön sayfalar
Frontmatters

Sayfalar I - V

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Periferik sinir defekti onarımı için halka sinir grefti prefabrikasyonu
Loop nerve graft prefabrication for peripheral nerve defect reconstruction
Sinan Öksüz, Fikret Eren, Ceyhun Cesur, Merve Acikel Elmas, Serap Şirvancı
PMID: 35920436  PMCID: PMC10315981  doi: 10.14744/tjtes.2022.68353  Sayfalar 1043 - 1051
AMAÇ: Harap edici yaralanmalarda otolog sinir grefti onarımının gecikmiş olarak yapılması kaçınılmaz olur. Gecikmiş veya uzamış onarım zamanla-rının sinir greftleri üzerinde zarar verici etkileri vardır. Sıçan uzun sinir defekti modelinde, özellikle doku kaybı olan yaralanmalarda kullanılabilecek halka sinir grefti prefabrikasyonu ile sinir grefti onarım sürecini iyileştirmeyi ve hızlandırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Yirmi dört Sprague-Dawley sıçan üç gruba ayrıldı. 1.5 cm uzunluğunda peroneal sinir segmenti eksize edildikten sonra ters çevrilerek otolog sinir grefti olarak kullanıldı. Konvansiyonel interpozisyonel sinir grefti grubunda (grup 1) sinir defektleri tek seferde ona-rıldı. Halka sinir grefti prefabrikasyonu grubunda (grup 2), greftler proksimal peroneal sinir güdüğüne uç uca dikildi. Greftlerin distal uçları ise, ilk aşamada peroneal sinir güdüğünün uç uca onarım yapılan bölgesinin 5 mm proksimaline uç yan dikildi. İkinci aşamada prefabrike greftlerin distal uçları transpoze edilerek defektin distal sinir güdüğüne dikildi. Aşamalı konvansiyonel interpozisyonel sinir grefti grubunda ise (grup 3), ilk aşamada greftler proksimal peroneal sinir güdüğüne uç uca dikildi. Greftlerin distal uçları ve sinir güdükleri birbirlerine dikilmeden ikinci aşamada yapılacak nihai onarıma kadar çevre kaslara tutturuldu. Takip süreleri grup 2 ve 3’te her bir aşama için dörder hafta, grup 1’de ise sekiz haftaydı. Sekiz haftanın sonunda peroneal fonksiyon indeksi (PFI), elektrofizyoloji ve histolojik değerlendirmeler yapıldı. İstatistiksel analizde p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
BULGULAR: Grup 1 (-22.75±5.76) ve 2 (-22.08±6) PFI sonuçları istatistiksel bir fark göstermedi (p>0.05). Grup 3 (-33.64±6.4) ise diğer gruplarla kıyaslandığında istatistiksel bir fark gösterdi (p<0.05). Elektrofizyoloji sonuçları açısından grup 1 (16.19±2.15 mV/1.16±0.21 ms) ve 2 (15.95±2.82 mV/1.17±0.16 ms) arasında istatistiksel bir fark görülmezken (p>0.05), bu iki grup grup 3 (10.44±1.96 mV/1.51±0.15 ms) ile kıyaslandığında istatistiksel bir fark gözlendi (p<0.05). Akson sayıları grup 1 (2227±260.4) ve 3 (2194±201.1) arasında istatistiksel bir fark göstermezken (p>0.05), bu iki grubun, grup 2’ye (2531±91.18) kıyasla anlamlı düzeyde daha düşük akson sayısına sahip olduğu görüldü (p<0.05).
TARTIŞMA: Halka sinir grefti prefabrikasyonu, aksonal rejenerasyonu gecikme olmadan iyileştirmiştir. Halka prefabrikasyonu, gecikmiş dönemde sinir onarımı yapılacak yaralanmalarda, uzamış rejenerasyon zamanını kısaltabilir. Halka sinir prefabrikasyonu ile elde edilen yüksek akson sayıları bu metodun ileri çalışmalarda akut uzun sinir defekti onarımlarında araştırılmasını teşvik edebilecek niteliktedir.
BACKGROUND: Delayed autologous nerve graft reconstruction is inevitable in devastating injuries. Delayed or prolonged repair time has deleterious effects on nerve grafts. We aimed improving and accelerating nerve graft reconstruction process in a rat long nerve defect model with loop nerve graft prefabrication particularly to utilize for injuries with tissue loss.
METHODS: Twenty-four Sprague-Dawley rats were allocated into three groups. 1.5 cm long peroneal nerve segment was excised, reversed in orientation, and used as autologous nerve graft. In conventional interpositional nerve graft group (Group 1), nerve defects were repaired in single-stage. In loop nerve graft prefabrication group (Group 2), grafts were sutured end-to-end (ETE) to the proximal peroneal nerve stumps. Distal ends of the grafts were sutured end-to-side to the peroneal nerve stumps 5 mm proximal to the ETE repair sites in first stage. In second stage, distal ends of the prefabricated grafts were transposed and sutured to distal nerve stumps. In staged conventional interpositional nerve graft group (Group 3), grafts were sutured ETE to proximal peroneal nerve stumps in first stage. Distal ends of the grafts and nerve stumps were tacked to the surrounding muscles until the final repair in second stage. Follow-up period was 4 weeks for each stage in Groups 2 and 3, and 8 weeks for Group 1. Peroneal function index (PFI), electrophysiology, and histological assessments were conducted after 8 weeks. P<0.05 was considered significant for statistical analysis.
RESULTS: PFI results of Group 1 (−22.75±5.76) and 2 (−22.08±6) did not show statistical difference (p>0.05). Group 3 (−33.64±6.4) had a statistical difference compared to other groups (p<0.05). Electrophysiology results of Group 1 (16.19±2.15 mV/1.16±0.21 ms) and 2 (15.95±2.82 mV/1.17±0.16 ms) did not present statistical difference (p>0.05), whereas both groups had a statistical difference compared to Group 3 (10.44±1.96 mV/1.51±0.15 ms) (p<0.05). Axon counts of Group 1 (2227±260.4) and 3 (2194±201.1) did not have statistical difference (p>0.05), whereas both groups had significantly poor axon counts compared to Group 2 (2531±91.18) (p<0.05).
CONCLUSION: Loop nerve graft prefabrication improved axonal regeneration without delay. Loop prefabrication can accelerate prolonged regeneration time for the injuries indicating a delayed nerve reconstruction. Higher axon counts derived with loop nerve prefabrication may even foster its investigation in immediate long nerve defect reconstructions in further studies.

3.
Asetabulumun anterior kolon posterior hemitransvers kırıklarında infrapektineal plak tek başına yeterli tespit sağlar mı? Karşılaştırmalı biyomekanik çalışma
Does an infra pectineal plate alone provide adequate fixation in anterior column posterior hemitransverse acetabular fractures? A comparative biomechanical study
Ekin Kaya Şimşek, Bahtiyar Haberal, Ateş Mahmuti, Bedi Cenk Balçık, Hüseyin Demirörs
PMID: 35920432  PMCID: PMC10315984  doi: 10.14744/tjtes.2021.99544  Sayfalar 1052 - 1058
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, asetabulumun anterior kolon posterior hemitransvers (AKPHT) kırık tipinin oluşturulduğu hemipelvis modelinde; arka ve ön kolon vidaları ile desteklenmiş infrapektineal tespit yöntemi, suprapektineal tespit yöntemi ve suprapektineal ile birlikte infrapektineal çift plak tespit yöntemlerinin biyomekanik olarak karşılaştırılmasıdır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada poliüretan köpükten özel olarak üretilmiş 21 adet sol hemipelvis modelleri üç ayrı gruba ayrıldıktan sonra Leto-urnel-Judet sınıflandırmasına göre anterior kolon posterior hemitransvers asetabulum kırığı oluşturuldu. Grup 1; suprapektineal yerleşimli 3.5 mm rekonstrüksiyon plak/vida tespiti ve plak üzerinden iki adet arka kolon ve bir adet ön kolon vidası uygulaması, Grup 2; infrapektineal yerleşimli 3.5 mm rekonstrüksiyon plak/vida tespiti ve suprapektineal alandan serbest olarak uygulanan iki arka kolon ve bir ön kolon vidası uygulaması, Grup 3; suprapektineal ve infrapektineal yerleşimli 3.5 mm rekonstrüksiyon plak/vida tespiti ve suprapektineal plak üzerinden iki adet arka kolon ve bir adet ön kolon vidası uygulaması. Çalışma gruplarında uygulanan farklı tespit yöntemleri, biyomekanik olarak otomatik materyal test makinesi kullanılarak vertikal yüklenme altında dayanıklılık bakımından test edildi ve elde edilen sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Tüm gruplarda, sırası ile implant yetmezliği gelişmesine neden olan ortalama maksimum kuvvet miktarı sırasıyla 2921 N, 2018 N ve 3658 N olarak belirlendi. İmplant yetmezliğine neden olan kuvvet göz önünde bulundurularak dayanıklılık karşılaştırıldığında, en dayanıklı tespitin suprapektineal ve infrapektineal tespit yönteminin birlikte uygulandığında sağlandığı, bunu sırasıyla suprapektineal tespit ve ön ve arka kolon vidaları ile destelenmiş infrapektineal tespit takip ettiği belirlendi.
TARTIŞMA: Bu çalışmada, asetabulumun AKPHT kırıklarında, suprapektineal ve infrapektineal tespit yönteminin birlikte uygulanmasının en stabil tespiti sağladığını, dayanıklılık açısından bunu suprapektineal tespitin takip ettiğini ve arka ve ön kolon vida uygulaması ile desteklenmiş infrapektineal tespit’in tek başına yetersiz olduğunu belirledik. Asetabulumun anterior kolon posterior hemitransvers kırıklarında limitli kombine yaklaşım ile uygulanan anterior ve posterior kolon vidaları ile desteklenmiş infrapektineal tespit hastalar için daha az invaziv olsa da yeterli stabiliteyi sağlamak için suprapektineal tespit, mutlaka cerrahi tedavi yöntemine dahil edilmelidir.
BACKGROUND: The purpose of this study is to compare biomechanical properties of suprapectineal (SP) plate fixation, in-frapectineal (IP) plate fixation, and both SP and IP plate fixation in anterior column posterior hemitransverse (ACPHT) fractures of the acetabulum using posterior and anterior column screws.
METHODS: In 21 hard plastic left hemipelvis models, ACPHT fractures of the acetabulum were created, and in three different fixa-tion groups, the methods were compared: Group 1: SP plating using a 3.5 mm reconstruction plate and cortical screw fixation, Group 2: İnfrapectineal plating using 3.5 mm reconstruction plate and cortical screws combined with posterior and anterior column screws, and Group 3: Combined fixation with SP and IP plating using 3.5 mm reconstruction plates and cortical screws. Maximum load to failure (strength) of these three groups was compared between groups.
RESULTS: The mean maximum load of failure for three groups was 2921 N, 2018 N, and 3658 N, respectively. When strength was compared considering the force that causing implant failure, it was determined that the strongest fixation was achieved when SP and IP fixation method were applied together, followed by SP only fixation and IP fixation supported by anterior and posterior column screws, respectively.
CONCLUSION: The combined application of SP and IP fixation provides the most stable fixation of the ACPHT acetabular frac-tures, and IP fixation does not provide comparable biomechanical stability despite reinforcement with three-column screws placed away from the plate. Although IP fixation supported by anterior and posterior column screws with the limited combined approach is less invasive approach for patients, SP fixation should be included in the surgical treatment method to ensure adequate stability.

4.
Karaciğer parankim kanaması oluşturulan sıçanlarda Inula viscosa ve Capsella bursa- pastoris ekstre karışımının hemostatik etkisi
Hemostatic effects of traditional Inula viscosa and Capsella bursa-pastoris plant mixture extract on rat liver parenchymal bleeding model
Ozan Utku Öztürk, Mustafa Ugur, Yelda Güzel, Mehmet Ali Öztürk, Didar Gürsoy, Serdar Doğan, Muhyittin Temiz
PMID: 35920433  PMCID: PMC10315968  doi: 10.14744/tjtes.2022.90838  Sayfalar 1059 - 1065
AMAÇ: Karaciğer cerrahisinde etkili bir kanama kontrolünün sağlanamaması ve transfüzyona bağlı problemler ameliyat sonrası mortalite ve morbiditenin en önemli nedenleridir. Bu amaçla topikal hemostatik ajanları da içeren birçok kanama durdurma yöntemi uygulanmaktadır. Bu çalışmada, sıçanlar üzerinde oluşturulan karaciğer laserasyon modeli üzerinde Hatay’da halk arasında geleneksel olarak kanama durdurucu ve antiseptik olarak kullanılan Inula viscosa ve Capsella bursa-pastoris bitkilerinin karışımının kanama durdurucu özelliğinin araştırması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 30 sıçan, 10’arlı üç gruba ayrıldı ve bütün sıçanlardan ameliyat öncesi hemoglobin ölçümü için kan alındı. Daha sonra sıçanlara standart karaciğer rezeksiyon modeli uygulandı. Rezeksiyon bölgesine 1. grupta spanç, 2. grupta Ankaferd ve 3. grupta Inula viscosa ve Capsella bursa-pastoris bitkilerinin ekstre karışımı üç dakika süreyle uygulandı. Ameliyat sonrası beşinci gün bütün sıçanların karaciğer örnekleri enflamasyon ve nekroz yoğunluğu açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Ameliyat sonrası Hb değerleri spanç grubunda 11.0±1.1 g/dL, Ankaferd grubunda 11.9±2.0 g/dL, İnula grubunda 14.1±1.2 g/dL olarak saptanmıştır (p<0.001). Yapılan histopatolojik incelemede İnula grubunda diğer gruplara göre daha az nekroz gözlenmiş (p=0.001), spanç ve Ankaferd grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. İnula grubunda diğer gruplara göre daha az enflamasyon izlenirken Ankaferd grubunda diğer gruplara göre daha fazla enflamasyon izlenmiştir (p<0.001).
TARTIŞMA: Bu çalışmada oluşturulan sıçan karaciğer rezeksiyon modelinde İnula viscosa ve Capsella bursa-pastoris ekstre karışımının Ankaferd ve spanç grubuna kıyasla daha az hemoglobin düşüşüne neden olduğu ve diğer gruplara kıyasla daha az enflamasyon ve nekroz oluşturduğu bulundu.
BACKGROUND: Failure to achieve effective bleeding control and problems related to transfusion in liver surgery are the most common causes of post-operative mortality and morbidity. Various methods/drugs including topical hemostatic agents have been em-ployed for bleeding control in liver surgery. This study was aimed to investigate the hemostatic properties of the herb mixture extract of Inula viscosa and Capsella bursa-pastoris (IvCbp) in rat liver laceration model, which have been traditionally used as antiseptic and hemostatic agents public in Hatay/Tukey.
METHODS: Thirty rats were divided into three groups equally and blood samples were taken from all rats for preoperative hemoglobin (Hb) measurements. Then, the standard liver resection model was applied to all rats. Sponge for the first rat group, Ankaferd Blood Stopper® Trend-Tech for the second rat group and IvCbp plant extract mixture for the third group were applied to resection areas for 3 minutes. Liver samples of all rats were evaluated in terms of inflammation and necrosis intensity on the 5th post-operative day.
RESULTS: Post-operative Hb values were found as 11.0±1.1 g/dL in the sponge group, 11.9±2.0 g/dL in the Ankaferd group, and 14.1±1.2 g/dL in the IvCbp herb mixture group (p<0.001). In the histopathological examination, less necrosis was observed in the herb mixture group compared to the sponge and Ankaferd groups (p=0.001). In addition, no statistically significant necrosis difference was observed between sponge and Ankaferd groups. While less inflammation was observed in the herb mixture group compared to the other groups, Ankaferd group had the highest inflammation score (p<0.001).
CONCLUSION: IvCbp herb mixture extract group provide effective hemostatic control, caused less Hb decrease and resulted in less inflammation and necrosis compared to Ankaferd and sponge groups in a rat liver resection model.

5.
Kısmi yük taşıyan tavşan ulnar segmental defektlerin biyouyumlu greftler ve/veya kemik iliğinden türetilmiş mezenkimal kök hücreler ile yenilenir
Partial load-bearing rabbit ulnar segmental defects are regenerated with biocompatible grafts with or without bone marrow-derived mesenchymal stem cells
Serdar Hakan Basaran, Alkan Bayrak, Gamze Tanrıverdi, Bülent Tanriverdi, Mustafa Cevdet Avkan
PMID: 35920424  PMCID: PMC10315982  doi: 10.14744/tjtes.2021.64569  Sayfalar 1066 - 1072
AMAÇ: Otolog kemik greftleri, kemik defekti olan olgularda kemik iyileşmesini başlatmak ve kolaylaştırmak için altın standart olarak hala kullanıl-maktadır. Otolog kemik greftlerinin bazı dezavantajları nedeniyle yeni biyokompozit greftler araştırılmıştır. Bu çalışmanın amacı, bir biyokompozit iskeleye yüklenen kemik iliğinden türetilen mezenkimal kök hücrelerin (BM-MSC’ler) kemik rejenerasyonunu artırıp artırmadığını araştırmaktı. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda sekiz adet tavşanın sağ ve sol ulnar kemiğin orta kısmında 10 mm’lik osteoperiosteal segmental kemik defekti oluşturuldu. Tavşanların sağ ulnar defektleri (Grup 1) bir biyokompozit iskeleye (Plexur PTM, Osteotech, Eatontown, NJ, ABD) yüklenmiş BM-MSC’ler ile tedavi edilirken, aynı tavşanların sol ulnar kemiklerine (grup II) sadece biyokompozit greft ile tedavi uygulandı. Altıncı haftanın sonunda ameliyat sonrası olarak her bir ön ayağın radyografileri çekildi. Daha sonra tavşanlara histopatolojik değerlendirme için farmakolojik olarak ötenazi yapıldı. Sonuçlar, modifiye Lane ve Sandhu puanlama sistemi kullanılarak puanlandı.
BULGULAR: Her iki grupta da tüm defektler iyileşti. Radyolojik ve histolojik toplam skorlar grup I’de daha iyiydi, ancak istatistiksel olarak altıncı haftanın sonunda radyolojik ve histolojik olarak iki grup arasında anlamlı bir farklılık gözlenmedi (p>0.05).
TARTIŞMA: Çalışmamızın sonuçları, tavşan ulnar segmental kemik defekt modelinin, BM-MSC’ler içeren veya içermeyen biyokompozit greft kullanılarak tatmin edici bir rejenerasyon elde edildiğini göstermiştir.
BACKGROUND: The autologous bone grafts still have been used as the gold standard to initiate and facilitate bone healing in cases with bone defects. Because of some disadvantages of autologous bone grafts, the new biocomposite grafts have been researched. The purpose of the present study was to investigate whether the bone marrow-derived mesenchymal stem cells (BM-MSCs) loaded into a biocomposite scaffold enhance bone regeneration.
METHODS: In our study, a 10 mm osteoperiosteal segmental bone defect was created in the middle of the right and left ulnar bones of eight rabbits. The created defects were filled in the right ulnar bones of eight rabbits (Group I) with BM-MSCs loaded onto a bio-composite scaffold (Plexur PTM, Osteotech, Eatontown, NJ, USA) and in the other ulnar bones of the same rabbits (Group II) with only biocomposite graft. Radiographs of each forelimb were taken postoperatively at the end of the 6th week. Then, the rabbits were euthanized pharmacologically for histopathological evaluation.
RESULTS: Were scored using a modified Lane and Sandhu scoring system. All defects healed in both groups. Radiological and histo-logical total scores were slightly better in Group I, but statistical tests did not reveal any significant differences between the two groups at the end of the 6th week radiologically and histologically (p>0.05).
CONCLUSION: The results of our study demonstrated that in rabbit ulnar segmental bone defect model was obtained satisfactory regeneration with using biocomposite graft with or without BM-MSCs.

6.
Rutinin sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan akut kalp kontüzyonuna etkisi: Biyokimyasal ve histopatolojik değerlendirme
The effect of rutin on experimentally induced acute heart contusion in rats: Biochemical and histopathological evaluation
Bekir Elma, Renad Mammadov, Halis Süleyman, Betül Gündoğdu, Şerif Yurt, Yasin Bilgin, Abdulkadir Çoban
PMID: 35920429  PMCID: PMC10315973  doi: 10.14744/tjtes.2021.97760  Sayfalar 1073 - 1081
AMAÇ: Travmaya bağlı gelişen akut kalp kontüzyonu yüksek mortalite ve morbiditesi ile bilinir. Patofizyolojisinde oksidatif stres ve enflamasyonun rol oynaması, cerrahi dışı tedavide antioksidan ve antienflamatuvar özellikli maddelerin araştırılmasına yol açmıştır. Bu çalışmada, sözkonusu iki özelliğe sahip olan rutinin akut kalp kontüzyonu üzerine etkileri araştırılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Albino Wistar türü 30 adet erkek sıçan, sağlıklı (HG), kontüzyon (CG) ve rutin+kontüzyon (rutin+CG) olmak üzere üç eşit gruba ayrıldı. İntraperitoneal yolla 60 mg/kg ketamin verilerek ve uygun aralıklarla ksilazin koklatılarak sağlanan anestezi yoluyla CG (n=10) ve rutin+CG (n=10) grubu hayvanların toraks ön duvarı üzerine 1 metre yükseklikten 200 gram ağırlık düşürülerek kalp kontüzyonu oluşturuldu. Kon-tüzyon işlemi uygulandıktan 30 dakika sonra rutin+CG grubu hayvanlara oral yoldan 50 mg/kg dozunda rutin, gavajla mideye verildi. Rutin günde bir defa olmak üzere iki gün kullanıldı. Sıçanlar 48 saatin sonunda öldürüldü. Kalp dokuları çıkarılarak biyokimyasal ve histopatolojik olarak incelendi. Sıçanlar öldürülmeden hemen önce kuyruk venlerinden alınan kan örneklerinde troponin I (TP I) ve kreatin kinaz MB (CK-MB) ölçümü yapıldı. BULGULAR: Kontüzyon grubunda sağlıklı gruba kıyasla TP I, CK-MB, malondialdehit (MDA), total oksidan status (TOS), nükleer faktör-kappa B (NF-κB) düzeyleri artmış ve rutin uygulaması bu artışı engellemiş; total glutatyon (tGSH) ve total antioksidan status (TAS) düzeyleri azalmış ve rutin uygulaması bu azalmayı engellenmiştir. Histopatolojik bulgular da bu bulguları desteklemektedir.
TARTIŞMA: Rutin, kalp dokusu üzerine koruyucu etki göstermiştir.
BACKGROUND: Acute cardiac contusion induced by trauma is known with its high mortality and morbidity. The role of oxidative stress and inflammation in its pathophysiology has led to the investigation of antioxidant and anti-inflammatory substances in non-sur-gical treatment. In this study, the effects of rutin which has these two features on acute cardiac contusion were investigated.
METHODS: Thirty male albino Wistar rats were divided into three equal groups as healthy (HG), contusion (CG), and rutin + con-tusion (rutin + CG). A heart contusion was created dropping 200 g weight from 1-m height onto anterior thorax of CG (n=10) and Rutin + CG (n=10) group animals by anesthetizing with intraperitoneal administration of 60 mg/kg ketamine and xylazine inhalation at appropriate intervals. Thirty minutes after contusion was applied, rutin at the dose of 50 mg/kg was administered orally to the stomach by gavage to the rutin + CG group animals. The rutin was used once a day for 2 days. Rats were killed at the end of 48 h. Heart tissues were removed and examined biochemically and histopathologically. Troponin I (TP I) and creatine kinase-MB (CK-MB) were measured in blood samples taken from the tail veins just before the rats were killed.
RESULTS: TP I, CK-MB, malondialdehyde, total oxidant status, and nuclear factor-kappa B levels increased in the CG when compared to the HG, and Rutin application prevented this increase, total glutathione (eGSH) and total antioxidant status levels decreased, and rutin application prevented this decrease. Histopathological findings also supported these findings.
CONCLUSION: Rutin had a protective effect on heart tissue.

KLINIK ÇALIŞMA
7.
Travmatik beyin hasarı olan hastalarda masif transfüzyon için modifiye erken uyarı puanı- nın tahmin değeri
Predictive value of modified early warning score for massive transfusion in patients with traumatic brain injury
Hwa Rang Chae, Dong Hun Lee, Byung Kook Lee, Dong Ki Kim
PMID: 35920415  PMCID: PMC10315988  doi: 10.14744/tjtes.2021.13611  Sayfalar 1082 - 1087
AMAÇ: Travmatik beyin hasarı (TBH) olan hastalarda ciddi kan kaybı ölümcül olabilir. Şiddetli travma hastalarında masif transfüzyonu (MT) öngör-mek için, yaralanma şiddeti skoru (ISS), revize travma skoru (RTS), şok indeksi (SI) ve modifiye erken uyarı skoru (MEWS)’nun prognostik perfor-manslarını analiz etmeyi ve karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük gözlemsel çalışmaya Ocak 2018–Aralık 2020 tarihleri arasında acil servisimize başvuran TBH’li ağır travma hastaları dahil edildi. Kısa travma ölçeği 3 veya daha yüksek olduğunda TBH kabul edildi. Birincil sonuç MT idi.
BULGULAR: Toplam 1.108 hasta dahil edildi ve 92 (%8.3) hastaya MT uygulandı. MT’yi öngörmek için ISS, RTS, SI ve MEWS’nin doğruluğunu değer-lendirmek üzere alıcı işletim karakteristik analizleri yapıldı. ISS, SI, RTS ve MEWS’nin MT’yi tahmin etmek üzere eğri altında kalan alanları (AUC’ler) sırasıyla 0.725 (%95 güven aralığı [CI], 0.698–0.751), 0.676 (%95 CI, 0.648–0.704), 0.769 (%95 CI, 0.743–0.793) ve 0.808 (%95 CI, 0.784-0.831) idi. MEWS’nin AUC’si, ISS ve SI’nin AUC’lerinden önemli ölçüde farklıydı, ancak MT’yi tahmin etmek için RTS’nin AUC’sinden farklı değildi. Çok değişkenli bir analizde, Glasgow Koma Skalası (Odds oranı [OR], 0.856; %95 CI, 0.803–0.911), vücut ısısı (OR, 0.596; %95 CI, 0.386–0.920) ve taze donmuş plazma (OR, 2.031; %95 CI, 1.794–2.299) bağımsız olarak MT ile ilişkiliydi. MEWS (OR, 1.425; %95 CI, 1.256–1.618), araya giren faktörler için ayarlama yapıldıktan sonra bağımsız olarak MT ile ilişkili bulundu.
TARTIŞMA: MEWS, TBH’li ciddi travma hastalarında MT’yi öngörmek için yararlı bir araç olabilir.
BACKGROUND: Exsanguination can be fatal in patients with traumatic brain injury (TBI). We aimed to analyze and compare the prognostic performances of injury severity score (ISS), revised trauma score (RTS), shock index (SI), and modified early warning score (MEWS) for predicting massive transfusion (MT) in severe trauma patients with TBI.
METHODS: In this retrospective observational study, severe trauma patients with TBI who visited our emergency department between January 2018 and December 2020 were included in the study. TBI was considered when abbreviated injury scale was 3 or higher. The primary outcome was MT.
RESULTS: A total of 1108 patients were included, and MT was performed in 92 (8.3%) patients. Receiver operating characteristic analyses were performed to evaluate the accuracy of ISS, RTS, SI, and MEWS for predicting MT. The area under curves (AUCs) of ISS, SI, RTS, and MEWS for predicting MT were 0.725 (95% confidence interval [CI], 0.698–0.751), 0.676 (95% CI, 0.648–0.704), 0.769 (95% CI, 0.743–0.793), and 0.808 (95% CI, 0.784–0.831), respectively. The AUC of MEWS was significantly different from the AUCs of ISS and SI but not the AUC of RTS for predicting MT. In a multivariate analysis, Glasgow Coma Scale (odds ratio [OR], 0.856; 95% CI, 0.803–0.911), body temperature (OR, 0.596; 95% CI, 0.386–0.920), and fresh frozen plasma (OR, 2.031; 95% CI, 1.794–2.299) were independently associated with MT. MEWS (OR, 1.425; 95% CI, 1.256–1.618) was independently associated with MT after adjustment for confounders.
CONCLUSION: MEWS may be a useful tool for predicting MT in severe trauma patients with TBI.

8.
Travmatik beyin hasarında erken dekompresif kraniyektominin yeri: Klinik deneyimimiz
Role of early decompressive craniectomy in traumatic brain injury: Our clinical experience
Abidin Murat Geyik, Sırma Geyik, Adem Dogan, Sait Kayhan, Yusuf İnanç
PMID: 35920418  PMCID: PMC10315979  doi: 10.14744/tjtes.2021.23176  Sayfalar 1088 - 1094
AMAÇ: Travmatik beyin hasarı özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde önemli bir mortalite nedenidir. Serebral dokunun etkilenmesi etkilenmesi nedeniyle, kafa içi basınç artışı ve yaygın ödem sonucu ciddi nörolojik disfonksiyonlarla kendini gösteren bu tabloda, dekompresif krani-yektomi cerrahi tedavi modalitesi olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, travmatik beyin hasarı nedeniyle kliniğimize başvuran ve dekompresif kraniyektomi yapılan olguların ameliyat sonrası mortalite ve morbidite oranlarını değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Farklı nedenlere bağlı olarak travmatik beyin hasarı gelişen 57 olgu incelendi. Olguların 25’i (%43.8) kadın, 32’si (%56.1) erkek’ti. Olgularda ortalama yaş 54.5’di (1–82). Olguların 14’ü (%24.5) subdural hematom, beşi (%8.7) epidural hematom, 18’i (%31.5) intrasereb-ral hematom, 13’ü (% 22.8) subaraknoid kanama ve yedisi (%2.2) de tanımlanamayan radyolojik bulgular ile başvurmuştu.
BULGULAR: Elli yedi olgunun tamamına başvuru sonrası en kısa sürede dekompresif kraniyektomi yapıldı. Ameliyat sonrası ilk üç günde 12 (%21.1), ameliyat sonrası 3–15. günler arasında ise yedi (%12.2) hasta ilerleyici serebral hasar ve sekonder enfeksiyonlar nedeniyle kaybedildi. Altı (%10.5) olgu tamamen iyileşerek taburcu edildi. İyileşen olguların 32’si (%56.1) palyatif bakım klinikleri ve fizik tedavi kliniklerine nakil edildi.
TARTIŞMA: Travmatik beyin hasarının tedavisinde hastanın başvuru anındaki nörolojik durumunun iyiliği ve intraserebral etkilenme derecesinin yanısıra erken dönemde yapılan dekompresif kraniyektominin etkinliği yüksektir. Daha erken süreçte dekompresif kraniektomi yapılan olgularda ameliyat sonrası sonuçlar daha yüz güldürücüdür.
BACKGROUND: Traumatic brain injury (TBI) is an important cause of death, especially in underdeveloped and developing countries. Diffuse edema in the damaged cerebral tissue as a result of trauma and the subsequent increase in intracranial pressure cause signifi-cant neurological deterioration. Consequently, decompressive craniectomy (DC) is performed as the surgical treatment of TBI. The aim of this study is to evaluate the post-operative mortality and morbidity rates of patients who underwent DC for TBI in our clinic.
METHODS: The data of 57 cases of TBI were retrospectively analyzed. Clinical, radiological and surgical features of these cases were reviewed. The rates of mortality and morbidity, as well as main indicators of mortality were investigated.
RESULTS: Twenty-five (43.8%) patients were female and 32 (56.1%) were male. The mean age was 54.5 years. Fourteen (24.5%) patients were presented with subdural hematoma, 5 (8.7%) with epidural hematoma, 18 (31.5%) with intracerebral hematoma, 13 (22.8%) with subarachnoid hemorrhage, and 7 (12.2%) with other radiological findings. DC was performed in all cases as soon as pos-sible after admission. Twelve (21.1%) patients died in the first 3 days postoperatively and 7 (12.2%) patients in the postoperative 3-15 days due to progressive cerebral damage and secondary infections. Six (10.5%) patients recovered completely and were discharged. Thirty-two (56.1%) patients were transferred to palliative care clinics and physical therapy clinics after the surgical treatment.
CONCLUSION: DC, which is performed in the early period of treatment in TBI, is as important as the degree of intracerebral damage at the time of admission and the high Glasgow coma scale score. Post-operative results are more satisfactory in patients who underwent DC at an earlier stage of treatment.

9.
COVID-19 pandemi sürecinin çocuk apandisitlerinde hastane başvuru süresi ve hastane kalış süresine etkileri
Impact of COVID-19 pandemic on pediatric appendicitis hospital admission time and length of hospital stay
Aytaç Taşçı, Kubilay Gürünlüoğlu, Turan Yıldız, Ahmet Kadir Arslan, Necmettin Akpınar, Ecem Serbest Çin, Mehmet Demircan
PMID: 35920414  PMCID: PMC10315972  doi: 10.14744/tjtes.2021.06777  Sayfalar 1095 - 1099
AMAÇ: Çocuklarda en sık cerrahi acillerden biri apandisittir. Bu geriye dönük klinik çalışmada COVID-19 pandemi sürecinin, çocuk apandisit olgu-ların da hastaneye başvuru süresi ve hastanede yatış süresi üzerine olan etkilerini belirlemeye çalıştık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Türkiye de ilk COVID-19 olgusunun rapor edildiği tarihten normalleşme sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 01 Hazi-ran 2020 tarihine kadar yapılan pediatrik açık cerrahi apendektomileri; aynı gün sayısında pandemi öncesi dönem çocuk apendektomilerle geriye dönük olarak yaş, cinsiyet, hastaneye başvuru süresi, hastane kalış süresi, ebeveyn eğitim düzeyi, laboratuvar değerleri ve histopatolojik bulgularla karşılaştırdık.
BULGULAR: Çocuk apandisit hastalarında COVID-19 döneminde semptomların başlamasıyla hastaneye başvuru arasında geçen sürede ortalama iki günlük bir artış mevcuttur (p=0.001). Diğer taraftan C-reaktif protein (CRP) değeri COVID-19 döneminde istatiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p=0.018). Yatış sürelerine bakıldığında ise, pandemi öncesi dönemde ortalama beş gün iken COVID-19 döneminde ortalama dört gün olarak hesaplanmıştır, bu fark istatistiksel olarak önemsizdir (p=0.273). Histopatolojik bulgular açısından da gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır (p=0.176). Ebeveyn eğitim düzeyinin başvuru süresi üzerinde etkisi yoktur.
TARTIŞMA: COVID-19 pandemisinde çocuk apandisitlerinde hastaneye başvuru süreleri anlamlı şekilde uzamış olup bu uzamanın etkisi histopato-lojik olarak saptanmamıştır. Pandemi sürecinde “evde kal” döneminde acil tedavi edilmesi gereken hastaların da sağlıklarına kavuşmalarını olumsuz yönde etkilenmiştir. Buna karşın hastanede kalış sürelerinde artışın olmaması hem ailelerin hem de hekimlerin mümkün olduğunca hastanedede kalış süresini kısa tutmak isteklerinden kaynaklanabileceğini düşünmekteyiz.
BACKGROUND: Appendicitis is one of the most common surgical emergencies among children. In this retrospective clinical study, we attempted to determine the effects of the COVID-19 pandemic period on hospital admission time and length of hospital stay (LOS) in pediatric appendicitis cases.
METHODS: We retrospectively compared pediatric appendectomies from the date of the first reported COVID-19 case to June 1, 2020, which is considered as the start of the normalization process, with pre-pandemic pediatric appendectomies of the same number of days in terms of age, gender, hospital admission time, LOS, parental educational level, laboratory values, and histopathological findings.
RESULTS: There was an average increase of 2 days in the time from the onset of symptoms to hospital admission in pediatric appen-dicitis patients in the COVID-19 period (p=0.001). Furthermore, C-reactive protein value was statistically significantly higher in the COVID-19 period (p=0.018). Given the LOS, it was calculated as an average of 5 days in the pre-pandemic period and 4 days in the COVID-19 period, and this difference was statistically insignificant (p=0.273). There was no significant difference between the groups in terms of histopathological findings (p=0.176). The parental educational level had no effect on the admission time.
CONCLUSION: The hospital admission time of pediatric appendicitis patients is significantly prolonged in the COVID-19 pandemic, but this prolongation had no histopathological effect. During the pandemic, the recovery of patients who required urgent treatment during the “stay-at-home” period was also negatively affected. Notwithstanding, we are of the opinion that the absence of an increase in the LOS may be due to the willingness of both families and physicians to keep the LOS as short as possible. Despite the increase in hospital admission time in pediatric appendicitis during the Covid 19 pandemic process, the lack of increase in the rate of complicated appendicitis may be an indicator of the importance of other factors in the development of complicated appendicitis.

10.
Hasar kontrol cerrahisi ve resüsistasyonu uygulama farkındalıkları: Suriye’de kitlesel travmalı olgularda akılcı acil cerrahi uygulama eğilimleri
Awareness of damage control surgery and resuscitation practice: Rational emergency surgical trends in mass trauma events in Syria
Bahadır Karaca, Burak Çelik
PMID: 35920435  PMCID: PMC10315965  doi: 10.14744/tjtes.2022.70887  Sayfalar 1100 - 1108
AMAÇ: Kitlesel travma olayı, hasta sayısının sağlık personelinin en uygun bakımı sağlama kapasitesini geçici olarak aştığı bir olaydır. Global terörizm indeksine bakıldığında Ortadoğu’da terörizmden en çok etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir ve kitlesel travmalara neden olabilecek terör riski devam etmektedir. Kitlesel travmaya yaklaşım denilince hasar kontrol yaklaşımı son yıllarda öne çıkmaktadır. Biz de çalışmamızda terör saldırıları ve toplumsal olaylar nedeniyle kitlesel travmaların çok görüldüğü Suriye’nin kuzeybatısında, acil ve cerrahi branş hekimlerinin hasar kontrol cerrahisi ve resüsitasyonu konularında farkındalığını ve eğitim etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Suriye’nin kuzeybatısındaki Çobanbey Hastanesi’nde bir travma ekibi tarafından “Hasar kontrol cerrahisi ve resüsitasyonu” konularında eğitim verildi. Bu eğitime katılan Suriyeli hekimlere eğitim öncesi ve sonrası hasar kontrol cerrahisi ve resüsitasyonu açısından farkındalık anketi yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 43 kişi dahil edildi ve yaş ortalamaları 44.04±9.01 yıldı. Eğitime katılan hekimlerin çoğunluğu Elbab (%23.3), Afrin (%23.3) ve Çobanbey’den (%20.9) gelmişti. Hekimlerin ortalama mesleki tecrübesi 14 yıldı ve son bir yılda elektif olmayan ameliyat sayısı median 47.5’ti. Eğitim öncesi öntest toplam puan ortalaması 67 iken, eğitim sonrası sontest toplam puan ortalaması 72’ye yükselmişti ve bu farklılık anlam-lıydı (p=0.008). İntratorasik klemp yara kelepçesi yerleştirme ve travma laporotomisi eğitimi alan ve uygulamayı yapmış olanların ön test ve son test puanları eğitimi almamış ve uygulamamış olanlara göre anlamlı olarak fazla iken (p<0.05), eğitimi almayan ve uygulamayanların ön test son test puanları arasındaki farklılık anlamlıydı (p<0.05).
TARTIŞMA: Suriye’nin kuzeybatısında 10 yıldan uzun süredir iç karışıklık ve terör eylemlerinin mevcut olduğu bilinmektedir. Bu bölgedeki hekimler için hasar kontrol stratejilerinin bilinmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda verdiğimiz hasar kontrol cerrahisi ve resüsitasyonu eğitimi ile hekim-lerde farkındalığın arttığı görülmüştür. İnsani yardım amaçlı açılan hastanelerde bu tarz ve benzeri ileri düzey eğitimlerin faydalı ve hayat kurtarıcı olacağını düşünmekteyiz.
BACKGROUND: Mass trauma is an event in which the number of patients temporarily exceeds the capacity of medical personnel to provide optimal care. Looking at the global terrorism index, Syria is one of the most terrorism-affected countries in the Middle East, and the threat of terrorist attacks that can cause mass trauma persists. When it comes to dealing with mass trauma, the damage control approach has come to the forefront in recent years. In our study, we aimed to assess the awareness and training effectiveness of emergency physicians and surgeons on damage control surgery and resuscitation in Northwest Syria, where mass trauma due to terrorist attacks and social events is common.
METHODS: A trauma team from Çobanbey Hospital in Northwest Syria conducted training on damage control and resuscitation. Syrian physicians who participated in this training were administered a damage control and resuscitation questionnaire before and after the training.
RESULTS: A total of 43 subjects were enrolled in the study, and their mean age was 44.04±9.01 years. The majority of the physicians who participated in the training were from Elbab (23.3%), Afrin (23.3%), and Çobanbey (20.9%). The average work experience of the physicians was 14 years and the average number of non-elective surgeries performed in the last year was 47.5. While the average total score (pre-test) before the training was 67, the average total score (post-test) after the training increased to 72, and this difference was statistically significant (p=0.008). While the pre-test and post-test scores of those who were trained and had practiced placing intrathoracic clamp-wound clamp and trauma laparotomy were significantly higher than those who were not trained and had not used them (p<0.05), the difference between the pre-test and post-test scores of those who were not trained and had not used them was statistically significant (p<0.05).
CONCLUSION: It is well known that there have been internal unrest and terrorist attacks in Northwest Syria for more than 10 years. It is important for physicians in this region to know the damage control strategies. In this regard, we have found that awareness among physicians has increased as a result of the training we have provided on damage control.

11.
Göğüs cerrahisinde tıbbi malpraktis iddialarının değerlendirilmesi
Evaluation of medical malpractice claims in thoracic surgery
Erdem Hösükler, İbrahim Üzün, Bilgin Hösükler
PMID: 35920427  PMCID: PMC10315966  doi: 10.14744/tjtes.2021.77089  Sayfalar 1109 - 1114
AMAÇ: Tıbbi uygulama hatası, doktorun standart uygulama veya bakımdan sapması sonucunda hastada hasar oluşması durumunda ortaya çıkar. Tüm tıp dallarında olduğu gibi göğüs cerrahları da tıbbi uygulama hatası iddialarıyla karşı karşıya kalabilirler.
GEREÇ VE YÖNTEM: İstanbul Adli Tıp Kurumu Birinci İhtisas Dairesi tarafından 01/01/2010 -21/12/2015 tarihleri arasında karara bağlanan dosyalar arasında, göğüs cerrahları hakkında malpraktis iddiası bulunan olgular geriye dönük olarak analiz edilmiştir.
BULGULAR: Oguların 59’u erkek (%72.8), 22’si kadındı (%27.2). Ortalama yaş 51.13±18.97 ve en yaygın yaş aralığı 60’ın üzerindedir (n=35, %43.2). Tıbbi uygulama hatası 11 (%13.6) olguda doğrulanmıştır. Tanı hatası en yaygın hata nedeniydi (n=7, %63.6) ve tanı hatasının en yaygın nedeni zamanında tanı koyamamaktı (n=4, %36.4). En sık tanı “travmaya bağlı yaralanmalar” (n=54, %66.7), ardından akciğer kanseri (n=9, %11.1) idi. Doktorların %80.2’si (n=65) hastaya konsültan olarak müdahale etti. Olguların 48’inde (%59.3) komplikasyon gelişti. En sık görülen komplikasyon pnömoniydi (n=7, %14.6).
TARTIŞMA: Çalışmamız göğüs cerrahları ile ilgili tıbbi malpraktis iddialarını içeren Türkiye’deki ilk çalışmadır. Tıbbi uygulama hatası iddiaları olan ol-guların incelenmesinin, hekimlere yalnızca yanlış uygulama iddialarının özelliklerini daha iyi anlamalarına değil, aynı zamanda yanlış uygulama iddialarını önlemek için stratejiler geliştirmelerine de yardımcı olacağını düşünüyoruz.
BACKGROUND: Medical malpractice occurs in cases, where a patient experiences damage as a result of the doctor’s deviation from the standard practice or care. As in all medical specialties, thoracic surgeons may face medical malpractice claims.
METHODS: Among the files reviewed by the First Board of Specialization of the Council of Forensic Medicine between January 01, 2010, and December 21, 2015, cases with malpractice allegations against thoracic surgeons were analyzed retrospectively.
RESULTS: Fifty-nine of the cases were male (72.8%), and 22 were female (27.2%). The mean age was 51.13±18.97 years, and the most common age range was >60 years (n=35, 43.2%). Medical malpractice was confirmed in 11 (13.6%) of the cases. A diagnostic error was the most common cause of error (n=7, 63.6%), and the most common cause of a diagnostic error was failure to diagnose a condition on time (n=4, 36.4%). The most frequent diagnosis was “injuries due to trauma” (n=54, 66.7%), followed by lung cancer (n=9, 11.1%). It was found that 80.2% (n=65) of the doctors intervened with the patient as a consultant. Complications developed in 48 (59.3%) of the cases. The most common complication was pneumonia (n=7, 14.6%).
CONCLUSION: This was the first study in Turkey that included cases of medical malpractice claims that involved thoracic surgeons. We think that examining cases with medical malpractice claims will help physicians not only better understand the characteristics of malpractice claims but also develop strategies to prevent malpractice claims.

12.
Suda boğulma ile sonuçlanan trafik kazaları
Drowning in submerged cars caused by traffic accidents
Hüseyin Cetin Ketenci, Sait Özsoy, Halil Ilhan Aydoğdu, Mehmet Altınok
PMID: 35920420  PMCID: PMC10315971  doi: 10.14744/tjtes.2021.35915  Sayfalar 1115 - 1121
AMAÇ: Trafik kazaları en sık ölüm nedenleri arasındadır. Suda boğulmaların ise küçük bir kısmının trafik kazaları ile ilişki bulunmaktadır. Çalışmanın yapıldığı Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki karayolları deniz, akarsu ve göletlere oldukça yakın mesafededir. Çalışmada; 2009–2016 yılları arasında trafik kazası sonrasında otopsileri yapılan ve suda boğulma sonucu öldüğü tespit edilen olguların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2009–2016 yılları arasında yapılmış otopsilerin raporları geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Adli kayıtların incelenmesi sonucunda 2009–2016 yılları arasında merkezimizde otopsisi yapılan 7124 olgudan 41’inin (%0.57) ölümü-nün suda boğulma ile sonuçlanan trafik kazası sebebiyle gerçekleştiği görüldü. Kazaya karışan araçların %73.2’si (n=30) akarsudan, %17.1’i gölden (n=7) ve %9.7’si denizden (n=4) çıkartıldı. Otuz dokuz olgunun tamamında primer ölüm sebebinin “suda boğulmaya bağlı asfiksi” olduğu tespit edildi. Yedi olguda (%17.1) ölüme etki eden diğer sebepler travmatik intrakraniyal kanamalar, dört olguda (%9.7) medulla spinalis hasarı, iki olguda (%4.9) akciğer yaralanmasıydı.
TARTIŞMA: Çalışmada trafik kazası sonrasında travma ile suda boğulmanın tipik otopsi bulgularının bir arada bulunabildiği tespit edildi. Bu tip olay-larda, trafik kazası gibi travmatik bir köken olsa da; suda boğulmaların tek başına ölüm nedeni olabileceği görüldü. İnceleme aşamasında travmatik bulguların yanında kimyasal ve mikroskobik incelemelerin, olay yeri bulguları ve tanık ifadeleri ile birlikte ele alınmasının gerekliliği ortaya konuldu.
BACKGROUND: Traffic accidents are among the most common causes of death. A small proportion of drownings are associated with traffic accidents. The roads in the Eastern Black Sea Region, where the study was conducted are fairly close to the seas, rivers, and ponds. This study aims to evaluate the cases who underwent autopsies after the traffic accident between 2009 and 2016 and who were found to have died as a result of drowning.
METHODS: A retrospective examination was made of the autopsy reports in the period 2009–2016.
RESULTS: As a result of the examination of forensic reports, from a total of 7124 autopsies performed in our center between 2009 and 2016, 41 (0.57%) were seen to be due to death in a traffic accident that resulted in drowning. Of the vehicles involved in the ac-cidents, 30 (73.2%) were retrieved from a river/stream, 7 (17.1%) from a lake, and 4 (9.7%) from the sea. In all 39 cases, the primary cause of death was determined as asphyxia related to drowning. Other reasons affecting death were traumatic intracranial bleeding in 7 (17.1%) cases, medulla spinalis injury in 4 (9.7%), and pulmonary injury in 2 (4.9%).
CONCLUSION: It was determined in the study that the typical autopsy results of trauma and drowning after a traffic accident could coexist. Drowning alone could be the cause of death, even though there was a traumatic origin such as a traffic accident in such cases. It was revealed that chemical and microscopic examinations should be handled together with crime scene results and eyewitness statements in addition to traumatic results during the examination phase.

13.
Depremlerin ilk 24 saatinde afet bölgesi triyajı, hastane öncesi ve hastane prosedürlerinin değerlendirilmesi: 6.6 Elazığ depremi
Disaster area triage in the first 24 h of earthquakes, evaluation of pre-hospital and hospital procedures: 6.6 Elazig earthquake
Şükrü Yorulmaz, Semih Korkut, Figen Tunali Türkdoğan, Kenan Ahmet Türkdoğan
PMID: 35920428  PMCID: PMC10315975  doi: 10.14744/tjtes.2022.91324  Sayfalar 1122 - 1127
AMAÇ: Depremler doğal olaylardır ancak sebep oldukları tahribat oldukça fazladır. Bir depremi önlemek mümkün olmadığı için deprem konusunda bilinçli ve duyarlı bireyler yetiştirmek ve çözüm aramak gerekir. 2020 Elazığ depreminde kullanılan triyaj, sarf malzemeleri, sıvılar ve ilaçların sunul-ması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: 24 Ocak 2020 tarihinde merkez üssü Sivrice/Elazığ olan depremden sonra, etkilenen tüm mağdurlar, hastane öncesi triyaj durumu, hastanede yatış sırasında acil durum ve diğer yatan hasta hizmetlerinin yönetimi, ameliyatlar dahil tıbbi müdahaleler, sarf malzemeleri, sıvılar ve ilaçlar ilk 24 saatteki verilerle geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Elazığ’da rihter ölçeğine göre 6.6 büyüklüğünde ve 22 saniye süren depremin ardından toplam yaralı sayısı 974 oldu. Otuz yedi (%3.7) kişi hayatını kaybederken, 18’i (%1.8) kadındı. Enkazda 34, acil serviste üç kişi hayatını kaybederken, yaş ortalamaları 46.0±12.5 yıl idi. İlk 24 saatte 654 hasta kayıt altına alınırken, bunlardan 30’u 112 Komuta Kontrol Merkezi’nde, 624’ü ayakta tedavi gördü. Üç yüz yirmi kişiye kimlik bilgileri olmadığı için geçici kayıt yaptırıldı.
TARTIŞMA: Deprem öncesi hazırlıklı ve organize olmak ve erken müdahale etmek afetzedelerin hayatta kalmasında önemli başarı sağlayacaktır.
BACKGROUND: Earthquakes are natural events, but the destruction they cause is quite high. Since it is not possible to prevent an earthquake, it is necessary to raise conscious and sensitive individuals about earthquakes and to seek solutions. It was aimed to present the triage, consumables, fluids, and drugs used in the 2020 Elazig earthquake.
METHODS: After the earthquake, the epicenter of which was Sivrice/Elazig on January 24, 2020, all affected victims, pre-hospital triage status, management of emergency, and other inpatient services during the hospitalization, medical interventions including sur-geries, consumables, fluids, and drugs were evaluated retrospectively with the data in the first 24 h.
RESULTS: The total number of injured after the earthquake in Elazig, which had a magnitude of 6.6 on the Richter scale and lasted for 22 s, was 974. While 37 (3.7%) people died, 18 (1.8%) of them were women. While 34 people died in the wreckage and 3 people in the emergency department, their mean age was 46.0±12.5 years. While 654 patients were registered in the first 24 h, 30 of them were by 112 Command and Control Center and 624 were outpatients. Temporary registration was provided to 320 people as they did not have their identity information.
CONCLUSION: Being prepared and organized before an earthquake, and taking early intervention will provide significant success in the survival of the disaster victims.

14.
Anorektal kaynaklı Fournier gangreninde mortaliteye etki eden risk faktörleri
Risk factors for mortality in Fournier’s gangrene of anorectal origin
Yasin Tosun, Ozan Akıncı, Hasan Fehmi Küçük
PMID: 35920430  PMCID: PMC10315985  doi: 10.14744/tjtes.2021.97866  Sayfalar 1128 - 1133
AMAÇ: Bu çalışmada yüksek morbidite ve mortalite ile seyreden ve acil cerrahi girişim gerektiren Fournier gangreninde mortaliteye etki eden risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2010–2020 yılları arasında anorektal orijinli Fournier gangreni nedeniyle kliniğimizde ameliyat edilen 150 hasta geriye dönük olarak incelendi. Olgular hayatta kalan ve ölen olarak iki gruba ayrıldı. Demografik, klinik, laboratuvar, tedavi verileri ve Fournier gangreni Severity Index (FGSI), simplified FGSI (SFGSI) skorları analiz edildi.
BULGULAR: Otuz günlük mortalite oranı %15.3 idi. Ölenlerin olduğu grupta; sigara, diyabetes mellitus, malignite ve diğer kronik hastalıkların oranı; ortalama yaş, başvuruya kadar geçen süre, debridman sayısı, SFGSI, FGSI, lökosit ve kreatinin anlamlı ölçüde yüksek; hematokrit, serum potasyum ve albumin düzeyleri ise anlamlı ölçüde düşük bulunmuştur (p<0.05). Bu faktörlerden yaş (OR=1.147, CI=1.019–1.291; p=0.023), sigara (OR=0.09, CI=0.023–0.418; p=0.002), malignite (OR=0.038, CI=0.008–0.186; p=0.001) ve serum potasyum düzeyi (OR=0.141, CI=0.022–0.910; p=0.04) Fournier gangreninde mortalite ile ilişkili risk faktörleri olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA: Fournier gangreni halen yüksek mortalite ile seyreden fatal bir fasiittir. İleri yaş, sigara, malignite ve hipopotasemi Fournier gangreninde mortalite için bağımsız prediktif risk faktörlerdir.
BACKGROUND: In the present study, we aimed to determine the risk factors for mortality in Fournier’s gangrene (FG), which has a high morbidity and mortality rate and requires urgent surgical intervention.
METHODS: A retrospective analysis was made of 150 patients who were operated on in our clinic due to FG of anorectal origin be-tween 2010 and 2020. The cases were divided into survival and non-survival groups. Demographic, clinical, laboratory, and treatment data, FG Severity Index (FGSI), and simplified FGSI (SFGSI) scores were analyzed.
RESULTS: Thirty-day mortality rate was 15.3%. In the non-survival group, rate of smoking, diabetes mellitus, malignancy and other chronic diseases, and mean age, duration of symptoms at admission, number of debridements, SFGSI, FGSI, white blood cells, and creatinine were significantly higher, while hematocrit, serum potassium, and albumin levels were significantly lower (p<0.05). Among these factors, age (OR=1.147, CI=1.019–1.291; p=0.023), smoking (OR=0.09, CI=0.023–0.418; p=0.002), malignancy (OR=0.038, CI=0.008–0.186; p=0.001), and serum potassium level (OR=0.141, CI=0.022–0.910; p=0.04) were identified as risk factors associated with mortality in FG.
CONCLUSION: FG is a fatal fasciitis still associated with high mortality. Advanced age, smoking, malignancy, and hypopotassemia are independent predictive risk factors for mortality in FG.

15.
Anstabil tibial kırıkların intramedüller çivileme ile tedavisinde yeni redüksiyona yardımcı destek çerçevesi: İlk sonuçlar
A novel reduction support frame for management of unstable tibial fractures with intramedullary nail: Preliminary report
İbrahim Deniz Canbeyli, Meric Cirpar, Caner Baysan, Birhan Oktas, Furkan Soy
PMID: 35920423  PMCID: PMC10315970  doi: 10.14744/tjtes.2021.47225  Sayfalar 1134 - 1141
AMAÇ: Anstabil tibial kırıkların yönetimi, proksimal ve distal metafizer bölgenin geniş olması, yumuşak doku problemleri ve zayıf damarlanma nedeniyle zor olabilir. Kullanılmış tübüler eksternal fiksatör sistemleri ile oluşturulan yeni tibial ortopedik redüksiyon desteği (TORS) çerçevesinin redüksiyon ve kırık iyileşmesinin kalitesi açısından etkisini manuel traksiyon tekniği ile karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Anstabil tibial kırık ile başvuran ve intramedüller çivileme yapılan toplam 65 hasta değerlendirildi; 43 hastaya manuel traksiyon tekniği, 22 hastaya TORS tekniği uygulandı. İlk ameliyat sonrası radyografilerde sagital ve koronal düzlem açılanmaları değerlendirildi ve takip röntgenlerinde tibia kırıkları için radyolojik kaynama skorları (RUST) karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı manuel traksiyon grubunda 43.49±19.09, TORS grubunda 43.41±16.8 yıl idi. Manuel traksiyon grubunda ortalama koronal düzlem açılanması 1.84±3.16, TORS grubunda ise 1.86±4.21 idi. Manuel traksiyon grubunda ortalama sagital düzlem açılanması 1.19±1.93 ve TORS grubunda 0.32±0.65 idi. Manuel traksiyon grubunda koronal ve sagital düzlem açılanması >5° olanların sayısı TORS grubuna göre daha yüksekti. 6., 9. ve 12. ay kontrollerindeki ortalama RUST skorları TORS grubunda manuel traksiyon grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. 9. ve 12. ay kontrollerinde TORS grubunda kaynama oranları daha yüksekti.
TARTIŞMA: TORS çerçevesi basit ve ucuz bir tekniktir ve stabil olmayan tibial kırıkların intramedüller çivileme ile tedavisinde redüksiyon desteği olarak düşünülmelidir.
BACKGROUND: Management of unstable tibial fractures (UTF) can be challenging due to widening of the proximal and distal metaphyseal zone, soft tissue problems, and poor vascularity. We aimed to compare the effect of novel tibial orthopedic reduction support (TORS) frame constructed by re-used tubular external fixator systems and manual traction with regard to the quality of re-duction, and fracture healing.
METHODS: A total of 65 patients who were admitted with UTF and underwent intramedullary nailing were assessed; 43 patients un-derwent manual traction technique, and 22 patients underwent TORS technique. The sagittal and coronal plane angulations were eval-uated in initial postoperative radiographs, and radiologic union scores for tibial fractures (RUST) were compared at follow-up X-rays.
RESULTS: The mean age of patients was 43.49±19.09 years in the manual-traction group and 43.41±16.8 years in the TORS group. The mean coronal plane angulation was 1.84±3.16 in the manual traction group and 1.86±4.21 in the TORS group. The mean sagittal plane angulation was 1.19±1.93 in manual traction group and 0.32±0.65 in the TORS group. The number of coronal and sagittal plane angulations >5° was higher in manual traction group than TORS group. The mean RUST was significantly higher in the TORS group than in the manual traction group at 6th, 9th, and 12th-month controls. The union rates were also higher in the TORS group at 9th and 12th-month controls.
CONCLUSION: TORS frame is a simple and cheap technique and should be considered as reduction support in the management of UTF by intramedullary nailing.

16.
Cerrahi olarak tedavi edilen boksör kırıklarında, erken harekete başlamak redüksiyon kaybına neden olmaz
Early movement does not cause loss of reduction in surgically treated boxer fractures
Metin Uzun, Cihangir Tetik
PMID: 35920419  PMCID: PMC10315983  doi: 10.14744/tjtes.2021.24668  Sayfalar 1142 - 1147
AMAÇ: Beşinci metakarpal kırıkların, özellikle Kirschner teli teknikleri kullanılarak cerrahi tedavisi, erken el hareketini sağladığı için son zamanlarda popüler hale gelmiştir. Kırığın başarılı anatomik redüksiyonu genellikle cerrahi ile sağlanmakla birlikte; anatomik bir redüksiyon her zaman elde edilemez ve 30° oblik grafilerde, kırık 40°’nin altındaki dorsal açılanma ile sabitlenir. Bu çalışmanın amacı, ameliyat sonrası bu tür kırıkların stabilitesini değerlendirmek ve el ve bileğin erken hareket etmesini sağlayan iki farklı açılanma seçeneğini karşılaştırmaktı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Beşinci metakarpal boyun kırığının 30 ardışık olgusu bir Kirschner teli ile intramedüller olarak tedavi edildi. Olgular iki gruba ayrıldı: Biri anatomik redüksiyonla sabitlendi (grup 1) ve diğeri (grup 2) 30° oblik radyografiye göre apeks dorsal açılanmada 40°’nin altında sabitlen-di. Quick DASH skorları ve kavrama kuvvetleri olarak açılanma, kısalma ve fonksiyonel sonuç altıncı ayda değerlendirildi.
BULGULAR: Grup 1 için ortalama düzeltme açısı 56.6° (30° ile 110° arasında) ve rezidüel açı 0° idi. Grup 2 için ortalama düzeltme açısı 42.4° (20° ile 75° arasında) ve rezidüel açı 23.6° (10° ile 45° arasında) idi. Ortalama Quick DASH skorları grup 1 için 1.9 (SS: 1.7) ve grup 2 için 5.67 (SS: 2.93) idi (p<0.05). Kavrama gücü değerleri her iki grup için benzerdi. Ortalama 4. haftada (SS: 1.4) (dağılım, 2–6 hafta) tüm hastalar herhangi bir sınırlama olmaksızın önceki mesleklerine döndüler. Redüksiyon kaybı veya kısalma gibi komplikasyonlar tespit edilmedi. Fizik muayenede rotasyon tespit edilmedi.
TARTIŞMA: Araştırmamız, kırığın kısalması veya rotasyon riski olmadığını ortaya koydu; hastalar günlük aktivitelerine hızla geri dönebildi.
BACKGROUND: The surgical treatment of fifth metacarpal fractures, especially using Kirschner (K) wire techniques, has recently become popular because it provides for early hand movement. Successful anatomical reduction of the fracture is often achieved with surgery; however, an anatomical reduction cannot always be achieved and, according to 30° oblique radiography, the fracture is fixed with an apex dorsal angulation below 40°. The aim of this study was to evaluate the stability of such fractures postoperatively and compare the two different angulation options that provide early movement of the hand and wrist.
METHODS: Thirty consecutive cases of neck fractures of the fifth metacarpal were treated intramedullarly with one K wire. Cases were divided into two groups: One fixed with anatomical reduction (Group 1) and the other (Group 2) fixed in apex dorsal angulation below 40°, according to 30° oblique radiography. Angulation, shortening, and functional outcome as Quick DASH scores and grip strengths were evaluated at 6 months.
RESULTS: The mean correction angle was 56.6° (between 30° and 110°) for Group 1 and the residual angle was 0°. The mean cor-rection angle was 42.4° (between 20° and 75°) for group 2 (Figs. 4 and 5) and the residual angle was 23.6° (between 10° and 45°). The mean Quick DASH scores were 1.9 (SD: 1.7) for Group 1 and 5.67 (SD: 2.93) for Group 2 (p<0.05). Grip strength values were similar for both groups. All the patients returned to their previous occupations without any limitations in an average of 4 weeks (SD: 1.4) (range 2–6 weeks). No complications such as correction loosening or shortening were detected. Rotation was not detected during physical examination.
CONCLUSION: Our investigation revealed no risk of shortening or rotation of the fracture; the patients were able to return quickly to their everyday activities.

17.
Spor yaralanması ilişkili geç kalınmış kova sapı menisküs tamiri ve eş zamanlı ön çapraz bağ rekonstrüksiyonu sonrası spora dönüş oranı
Return to sport rate following sports trauma-related delayed bucket-handle meniscus repair with concomitant ACL reconstruction
Özgür Başal, Talip Teoman Aslan, Hande Güney Deniz, Onur Bilge, Mahmut Nedim Doral
PMID: 35920416  PMCID: PMC10315980  doi: 10.14744/tjtes.2022.13614  Sayfalar 1148 - 1155
AMAÇ: Ön çapraz bağ (ÖÇB) rekonstrüksiyonuyla eşzamanlı kronik menisküs onarımı yapılan hastaların spora dönüş oranı belirsizliğini korumaktadır. Özellikle spora dönüşü değerlendirme için iyi tanımlanmış kriterler bulunmamaktadır. Bu geriye dönük çalışmanın amacı, eşlik eden ÖÇB rekonstrüksiyonu ile kronik kilitli kova saplı menisküs yırtığı (BHMT) onarımının spora dönüş başarısını belirlemekti.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, en az altı haftalık kova sapı menisküs yırtığı olan ve kronik ACL kopuklu 51 hastayı içermektedir. Bu olgular 2017–2020 yılları arasında artroskopik BHMT onarımı ve ÖÇB rekonstrüksiyonu ile tedavi edildi. Spora dönüş ile ilişkili hasta demografisi, kroniklik, preoperatif ve intraoperatif cerrahi değişkenler tanımlandı. BHMT, all-inside menisküs onarımı ve/veya kombine onarım prosedürü ile onarıldı, ardından femoral fiksasyon için bir süspansiyon cihazı kullanılarak anatomik dıştan içe ACL rekonstrüksiyonu uygulandı. Hastalara yaklaşık dört-sekiz ayda spora dönüş hedefi ile aynı rehabilitasyon programı uygulandı. Bu çalışmada değiştirilmiş bir spora dönüş kriteri(SDK) uygulanmıştır. BULGULAR: Ortalama yaşı 27.4 (dağılım, 18–48 yaş) olan 51 hasta alındı. Kilitli diz semptomlarının ortaya çıkmasından ameliyata kadar geçen ortalama süre 10.5±4.4 haftaydı. Ortalama takip süresi 25.3±4.5 ay idi. Başlangıçtan son takibe kadar hasta tarafından bildirilen tüm sonuçlarda önemli iyileşme gözlendi. Ortalama modifiye Lysholm diz skoru son takipte 45.5 puandan 91.5’e yükseldi (p<0.001). Elli bir hastanın 43’ü (%84.3) eğlence aktivitelerine (amatör sporlara) geri dönmüştü. Spora dönüş süresi ortalama 5.9±0.8 (5–8) aydı.
TARTIŞMA: BHMT onarımı ile ÖÇB rekonstrüksiyonu yapılan hastaların çoğu sekiz ayda ameliyat öncesi aktivite seviyelerine döner. Kronik ÖÇB rüptürü ile birlikte tüm ihmal edilmiş BHMT’ler, cerrahi zamandaki gecikmeye bakılmaksızın menisküsün yarı düzlem-içbükey şekli korunmuşsa, tek aşamalı bir ameliyatta tamir edilmelidir.
BACKGROUND: Return to sports rate of chronic meniscus repair concurrent with Anterior Cruciate Ligament (ACL) reconstruction remains unclear, especially there is no well-defined return to sports criteria for evaluation. The purpose of this retrospective study was to determine the success rate of chronic locked bucket-handle meniscal tear (BHMT) repair with concomitant ACL reconstruction.
METHODS: This study includes 51 chronic ACL injury patients with a locked meniscal tear of at least 6 weeks who underwent surgery. All cases were treated with arthroscopic BHMT repair and ACL reconstruction between 2017 and 2020. Patient demograph-ics, chronicity, pre-operative, and intraoperative surgical variables which associated with return to sports were defined. BHMT was repaired with an all-in-side meniscus repair and/or combined repair procedure first, then an anatomic outside-in ACL reconstruction using a suspension device for femoral fixation was performed. Patients underwent same rehabilitation program with the goal of return-ing to sport at approximately 4–8 months. A modified return-to-sport criterion was performed in this study.
RESULTS: Fifty-one patients with an average age of 27.4 (range 18–48) years were included in the study. The average time elapsed from the occurrence of locked knee symptoms to surgery was 10.5±4.4 weeks. The mean follow-up time was 25.3±4.5 months. Sig-nificant improvement was observed in all patient-reported outcomes from baseline to the final follow-up. The mean modified Lysholm knee score increased from 45.5 points to 91.5 at the final follow-up (p<0.001). The 43 out of 51 patients (84.3%) were return to their recreational activities (amateur sports). The mean time to return to sport was 5.9±0.8 (5–8) months.
CONCLUSION: Majority of the patients who underwent ACL reconstruction with BHMT repair return to their pre-operative activity levels in 8 months. All neglected BHMTs with concomitant chronic ACL rupture should be repaired in a single-stage surgery if the half plane-concave shape of the menisci has been preserved regardless of the delay in time to surgery.

18.
Radius distal uç kırıklarının tedavisinde volar plak ve eksternal fiksatör tedavi sonuçlarının karşılaştırılması: İzokinetik çalışma
Volar-locking plate versus external fixator in the management of distal radius fractures: An isokinetic study
Abdulrahim Dündar, Deniz Cankaya, Dilek Karakuş, Abdullah Yalcin Tabak
PMID: 35920425  PMCID: PMC10315986  doi: 10.14744/tjtes.2021.72606  Sayfalar 1156 - 1163
AMAÇ: Bu çalışmada, eksternal fiksatör ve kilitli volar plak ile tedavi edilen distal radius kırıklı hastalarda klinik ve izokinetik sonuçları karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: AO tip C1/C2/C3 olan 50 hasta çalışmaya alındı. Bunlardan 23 hastaya eksternal fiksatör, 27 hastaya volar kiliti plak uygula-ması yapıldı. Kırık tipleri AO sınıflandırma sistemine göre sınıflandırıldı, hastalar eksternal fiksatör ve volar kilitli plak uygulamasına göre iki guruba ayrıldı. Tüm hastalar minimum 12 ay takip edildi ve ortalama takip süresi 13.5±1.02 (12–15) ay idi. Fonksiyonel sonuçlar eklem hareket açıklığı (ROM) ve kavrama gücü ile ölçüldü. Radyografik parametreler (radial inklinasyon, radial yükseklik, radial tilt) ve izokinetik değerlendirmeler ameliyattan altı ay ve bir yıl sonra ölçüldü. Elbilek skorları DASH puanlama sistemine göre yapıldı. Tüm verilerin analizi SPSS Windows 15.0 sistemi üzerinden yapıldı. Niteliksel verilerin analizi için ki-kare testi, eşleştirilmiş t-test kullanıldı ve anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki gurup arasında DASH Skoru, palmarfleksiyon ve kavrama gücü gibi fonksiyonel parametrelerde altıncı ayda anlamlı fark bulunurken (p<0.05), birinci yıl sonunda fark bulunamadı (p=0.79). İzokinetik değerlendirmelerde volar plaklama yapılan hastalarda eksternal fiksatör yapılan hastalara göre altıncı ayda pik pronasyon tork ve total work daha iyiyken (p<0.05), birinci yıl sonunda fark bulunamadı (p=0.11). TARTIŞMA: Sonuç olarak, eksternal fiksatör ve volar plaklama uyguladığımız bu ileriye yönelik çalışmada, volar plaklama yapılan hastalarda altıncı ayda eklem hareket açıklığı ve izokinetik değerlendirmeler daha iyi iken birinci yıl sonunda iki grup arasında anlamlı fark bulunamadı. Çalışmamızda birinci yıl sonunda bir gurubun diğerine üstünlüğü bulunamadı.
BACKGROUND: The aim of this study was to compare the clinical and isokinetic evaluation of distal radius fractures treated by volar locking plate (VLP) and external fixator.
METHODS: The study included fifty patients with distal radius fracture type C1/C2/C3. Twenty-seven patients (12 men, 15 women; mean age 49.5±4.42) underwent open reduction and VLP fixation, and 23 patients (10 men, 13 women; 52.1±4.6) underwent closed reduction and external fixation. The follow-up period was at least 12 months and the mean following time was 13.5±1.02 (12–15) months. The functional parameters measured were range of motion (ROM) and grip strength. Radiographic parameters (radial incli-nation, palmar tilt, and radial height) and isokinetic evaluation were measured at the 6 months and at the final follow-up after surgery. The isokinetic test was done at the speed of 60º/s. The non-fractured arm was tested first and all results were also expressed as a percentage of that on the normal side. Wrist scores according to the disability of the arm, shoulder, and hand (DASH) questionnaire were used.
RESULTS: The DASH scores, grip strength, and palmar flexion were better in VLP group at the 6 months (p<0.05). However, there were no differences between two groups at the one year (p=0.79). Isokinetic evaluation of the VLP showed that peak pronation torque and total pronation work were better than external fixation at the 6 month (p<0.05). At the final of follow-up was seen no significant differences between two groups (p=0.11).
CONCLUSION: We looked at external fixation and locked volar plates in a prospective study and we found an improved range of movement and isokinetic evaluation outcome at 6 months after locked plating, but there were no differences between two groups at the final of follow-up. Our study showed no evidence for the superiority of one treatment over the other at the final follow-up.

19.
Pertrokanterik femur kırığı geçiren geriatrik hastalarda preoperatif nötrofil-lenfosit oranının yoğun bakım ihtiyacı açısından prediktif değeri var mı?
Is there a predictive value of the preoperative neutrophil-lymphocyte ratio in terms of intensive care need in geriatric patients who underwent pertrochanteric fracture surgery?
Ahmet Fevzi Kekeç, Tahsin Sami Çolak
PMID: 35920426  PMCID: PMC10315978  doi: 10.14744/tjtes.2021.73404  Sayfalar 1164 - 1169
AMAÇ: Pertrokanterik femur kırıkları, yaşlı popülasyonda giderek artan prevalansı ile ciddi bir sağlık sorunudur. Muhtemel ameliyat sonrası yoğun bakım ihtiyacı, hastaların daha donanımlı hastanelere sevk edilmek zorunda kalmasının yanı sıra, rezerve bir yoğun bakım yatağı ayarlanamaması nedeniyle ameliyat zamanlamasında gecikmelere yol açmaktadır. Bu çalışmanın amacı, pertrokanterik femur kırığı sonrası cerrahi uygulanan geriatrik hastalarda ameliyat öncesi nötrofil-lenfosit oranının (NLO) ameliyat sonrası yoğun bakım ihtiyacı açısından prediktif değeri olup olmadığını araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: 2017–2020 yılları arasında acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri 535 kalça kırığı tanılı hasta retrospektif olarak tarandı. Beş yüz otuz beş hastadan dahil etme ve dışlama kriterlerini karşılayan ASA 3 skorlu 317 hasta çalışmaya alındı. Taranan hasta popülasyonu ameliyat sonrası yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) ve ortopedi ve travmatoloji servisinde takip edilenler olarak iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Ameliyat sonrası ortopedi ve travmatoloji servisinde takip edilen 190 hasta (%59.9) ve ameliyat sonrası yoğun bakımda takip edilen 127 hasta (%40.1) mevcuttu. Tüm hastalarda ortalama ameliyat öncesi NLO 6.57 iken, ameliyat sonrası ortopedi ve travmatoloji servisinde takip edilen has-taların ortalama ameliyat öncesi NLO değeri 5.85, YBÜ’de izlenenlerin ortalama NLO değeri 7.65 olarak bulundu. YBÜ grubu hastalarının başvuru NLO değerlerinin ortopedi servisi grubuna göre anlamlı derecede yüksek olduğu saptandı (p<0.001). Ayrıca NLO için kestirim değeri 6.14 olarak hesaplandı. TARTIŞMA: Yoğun bakım ihtiyacı tam olarak belirsiz olan pertrokanterik kırıklı ortogeriatrik ASA 3 hastalar için bulduğumuz bu objektif, basit, uygun maliyetli ve hızlı belirtecin başka belirteçlerle kombine edilmesinin yoğun bakım ihtiyacını öngörmede yardımcı olabileceğine ve böylece rezerve YBÜ yatağının bulunmaması nedeniyle oluşan cerrahi gecikmelerin önlenebileceğine, dolayısıyla bu gecikmelerden kaynaklanan mortalite ve morbiditenin azaltılabileceğine inanıyoruz.
BACKGROUND: Pertrochanteric fractures are serious health problem with an ever-increasing prevalence in elderly population. Potential post-operative intensive care need leads to delays in the timing of surgery due to the referral of patients to better equipped hospitals as well as the inability to arrange a reserved intensive care bed. The purpose of this study is to investigate whether pre-op-erative neutrophillymphocyte ratio (NLR) has predictive value in terms of post-operative intensive care need in geriatric patients who underwent surgery following pertrochanteric fractures.
METHODS: A total of 535 patients aged 65 years and above with hip fractures who presented to the emergency service between 2017 and 2020 were retrospectively screened. Out of 535 patients, 317 patients who met the inclusion and exclusion criteria were included in the study. The screened patient population was divided into two groups as those followed in the post-operative intensive care unit (ICU) and those followed in the orthopedic ward.
RESULTS: There were 190 patients (59.9%) who were followed in the orthopedic ward postoperatively and 127 (40.1%) patients followed in the ICU postoperatively. While the mean pre-operative NLR value of all patients was 6.57, the mean pre-operative NLR of the patients who were followed up postoperatively in the orthopedic ward was 5.85, and the mean NLR of those who were followed up in the ICU was 7.65. It was found that the admission NLR values of the ICU group patients were significantly higher compared to those of the orthopedic ward group (p<0.001) and also the cutoff value of NLR was calculated as 6.14.
CONCLUSION: We believe that this objective, simple, cost-effective, and rapid marker can be used in combination with other parameters to predict ICU need to prevent surgical delays due to the lack of a reserved intensive care bed in the ASA 3 geriatric patient group with pertrochanteric fractures, whose intensive care need cannot be clarified, thereby reducing mortality and morbidity.

20.
Konservatif ve cerrahi tedavi edilen deplase asetabulum kırıklı hastaların fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarının karşılaştırılması
Comparison of the functional and radiological results of the conservatively and surgically treated displaced acetabulum fractured patients
Eren Alpaydın, Murat Erem, Cem Çopuroğlu
PMID: 35920413  PMCID: PMC10315967  doi: 10.14744/tjtes.2021.00310  Sayfalar 1170 - 1179
AMAÇ: Çalışmanın amacı, konservatif ve cerrahi olarak tedavi edilen deplase asetabulum kırıklı hastaların fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarını karşılaştırmaktı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya, 2000–2014 yılları arasında asetabulum kırıkları nedeniyle konservatif veya cerrahi olarak tedavi edilen 18 yaş üstü yer değiştirmiş asetabulum kırığı olan 61 hasta alındı. Hastalar tedavi şekline göre iki gruba ayrıldı. Grup 1, 2000–2010 yılları arasında konservatif tedavi gören 31 hastadan, grup 2 ise 2010–2014 yılları arasında cerrahi tedavi gören 30 hastadan oluşuyordu. Kırıklar Judet ve Letournel sınıflandırmasına göre sınıflandırıldı. Hastaların klinik değerlendirmesi Modifiye Merle D’Aubigne Skoru, SF-36 ve Harris Kalça Skoruna göre yapıldı. Radyolojik değerlendirme Matta’nın Radyolojik Değerlendirme Kriterlerine göre değerlendirildi. İstatistiksel analiz için Kolmogorov Smirnov, t-testi, Mann-Whitney U-testi ve iki Wilcoxon eşleştirilmiş örnek testi kullanıldı. Anlamlılık sınırı p<0.05 olarak seçildi.
BULGULAR: Ortalama takip süresi konservatif grup için 10 yıl, cerrahi grup için 5.5 yıldı. Her iki grup arasında fonksiyonel skorlarda istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05), ameliyat edilen grupta Matta’nın radyolojik evreleme skoru anlamlı olarak yüksekti (p=0.023).
TARTIŞMA: Radyolojik skorlar, fonksiyonel kapasite ile doğrudan ilişkili değildir. Cerrahi grupta iyi radyolojik ve fonksiyonel skorlar elde ettik, mutlak endikasyonlar mevcut olduğunda cerrahi tedavi düşünülmelidir. Konservatif olarak yönetilen kırıkların sonucu kasvetli değildir. Yer değiştirmiş asetabular kırıklarda cerrahi tedaviye bir alternatif olduğunu ve seçilmiş olgularda benzer fonksiyonel sonuçların alınabileceğini düşünüyoruz.
BACKGROUND: The purpose of the study was to compare the functional and radiological results of the conservatively and surgically treated displaced acetabular fractured patients.
METHODS: The study included 61 patients with a displaced acetabulum fracture over the age of 18, who have been treated con-servatively or surgically for acetabular fractures, between 2000 and 2014. Patients were divided into two groups according to their treatment type. Group 1 consisted of conservatively treated 31 between 2000 and 2010 patients and Group 2 consisted of surgically treated 30 patients between 2010 and 2014. The fractures were classified according to Judet and Letournel classification. Clinical evaluation of the patients was conducted according to Modified Merle D’Aubigne Score, SF-36, and Harris Hip Score. Radiological evaluation was evaluated according to Matta’s Radiological Evaluation Criteria. Kolmogorov–Smirnov, t-test, Mann–Whitney U-test, and two Wilcoxon paired sample tests were used for statistical analysis. The significance limit was chosen as p<0.05.
RESULTS: The mean follow-up time was 10 years for the conservative group and 5.5 years for the surgery group. There was no statistically significant difference in functional scores between both groups (p>0.05), Matta’s radiological staging score was significantly higher in the operated group (p=0.023).
CONCLUSION: Radiological scores are not directly correlated with the functional capacity. We obtained good radiological and functional scores in the surgical group, operative treatment should be considered when absolute indications are there. The outcome of conservatively managed fractures is not bleak. We think that there is an alternative to surgical treatment in displaced acetabular fractures and that similar functional results can be obtained in selected cases.

21.
Tip III açık tibia kırıklarında başarısız cerrahi girişimler sonrası gelişen kaynamamalarının Masquelet tekniği ile tedavisi
Management of tibial non-unions with Masquelet technique after failed previous treatment options for Grade III open fractures
Naim Özpolat, Mahmut Tunçez, Ali Reisoğlu, İhsan Akan, Cemal Kazimoğlu
PMID: 35920421  PMCID: PMC10315987  doi: 10.14744/tjtes.2021.36768  Sayfalar 1180 - 1185
AMAÇ: Açık tibia kırıkları sonrası izlenen kaynamama çok ciddi bir komplikasyondur. Bu çalışmada açık tibia kırığı sonrası kaynamama gelişen hastaların tedavisinde uygulanan indükte membran tekniğinin etkinliği incelenmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Açık tibia kırığı sonrası kaynamama izlenen on bir erkek hasta çalışmaya alındı. Hastaların ortalama yaşı 40.7 (25–63) idi. Tüm hastalara Masquelet tarafından tanımlanan indükte membran tekniği ile kemik rekonstrüksiyonu uygulandı. Ameliyatta öncelikle kemik defektler polimetilmetakrilat çimento spacer ile dolduruldu. Ameliyat sonrası ortalama 7.3 (6–10) haftada spacer çıkarılarak kemik graftleme uygulandı. Kaynama zamanı, tam yük verme zamanı ve oluşan komplikasyonlar değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama takip süresi ikinci aşamadan sonra 24.6 (13–40) aydı. Radikal debridman sonrası kemik defektlerinin ortalama uzunluğu 51 mm (25–98) idi. Dokuz hastada (%81) kırık iyileşmesi görüldü. Cerrahinin ikinci aşamasından sonra kemik kaynamasının iyileşmesi için gereken ortalama süre 8.1 (8–12) hafta idi. Hastaların, 12 haftada tolere edebildiği şekilde tam yük vermesine izin verildi. İki hastada kemik kaynaması ve enfeksiyon kontrolü sağlanamadı. İnatçı enfeksiyon nedeniyle bir hastada diz altı amputasyon uygulandı. Diğer hastada ise kemik kaynamaması nedeniyle vaskülarize kemik grefti yapıldı.
TARTIŞMA: İndüklenmiş membran tekniği, başarısız açık kırık tedavisi sonrası oluşan tibial kaynamamalarının tedavisinde güvenilir ve tekrarlanabilir bir tedavi yöntemidir. Buna rağmen büyük kemik defekti olan enfektif kaynamamış kemik kırıklarında kaynama ve enfeksiyon kontrolü öngörülemeyebilir.
BACKGROUND: Non-union is a serious complication of open tibial fractures. This case series investigates the efficiency of the induced membrane technique in patients with tibial exposed non-union.
METHODS: Eleven consecutive male patients with non-union after an open tibia fracture were enrolled into the study. The mean age of the patients was 40.7 (25–63). Induced membrane technique described by Masquelet was performed. Operative treatment with a temporary polymethylmethacrylate cement spacer to induce membrane formation followed by spacer removal and bone grafting at 7.35 (6–10) weeks were performed. Time to union, time to full weight-bearing, and any complications were evaluated.
RESULTS: The average follow-up period of patients was 24.6 (13–40) months after the second stage. The mean length of bone defects after radical debridement was 51 mm (25–98). Fracture healing was observed in 9 patients (81%). The mean time needed to obtain bony union healing was 8.1 (8–12) weeks after second stage of surgery. Patients were allowed to full weight bearing as tolerated at 12 weeks. Two patients were failed to obtain bony union and infection control. One patient had below knee amputation due to persistant infection. Vascularized bone graft was performed for other patient due to the inability to obtain bone union.
CONCLUSION: The induced membrane technique is a reliable and reproducible treatment modality for tibial non-unions after failed open fracture treatment. However, it is unpredictable to obtain bony union and control of infection in initial infected non-unions with a large bone defect.

22.
Groove pankreatitin klinik özellik ve sonuçlarına yönelik bir kohort: Literatür derlemesi ve tek merkez deneyimimiz
The clinical feature and outcome of groove pancreatitis in a cohort: A single center experience with review of the literature
Kamuran Cumhur Değer, İbrahim Hakkı Köker, Sabahattin Destek, Hüseyin Toprak, Yunus Yapalak, Ceren Gönültaş, Hakan Şentürk
PMID: 35920434  PMCID: PMC10315977  doi: 10.14744/tjtes.2022.12893  Sayfalar 1186 - 1192
AMAÇ: Groove (oluk) pankreatit (GP) kronik pankreatitin daha az karşılaşılaşılan ve multimodel görüntüleme yöntemleriyle yeni yeni farkındalığı artmakta olan nadir bir formudur. Amacımız GP tanısı almış hastaların farklı tedavi yaklaşımlarıyla orta-uzun dönem sonuçlarını analiz etmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Mayıs 2013–Haziran 2019 tarihleri arasında elektronik hasta kayıt veri tabanından “groove”, “paraduodenal” anahtar kelime-leri ile bilgisayar ortamında arama yapıldı. GP tanısı konulan 25 hastanın klinik, radyolojik ve patolojik verileri elde edildi.
BULGULAR: GP hasta grubunda median yaş 55 (25–87) ve %80 erkek cinsiyet hakimdi. Alkol ve sigara kullanımı %40 idi. En sık semptomlar sırasıyla üst karın ağrısı(%84) ve bulantı-kusma (%40) idi. Mide çıkış yolu obstrüksiyonu 4 (%16) hastada görüldü. BT ve EUS hastaların büyük bir çoğunluğunda uygulandı. (sırasıyla, %96 ve %92). 25 hastanın 14’üne EUS-FNA yapıldı. Patoloji sonuçları sırasıyla iki hastada atipi (%8), iki hastada adenoCA (%8) ve on hastada benign (%40) olarak geldi. EUS-FNA işlemi ilk radyolojik değerlendirmesi GP olarak yorumlanan iki pankreas başı malignitesinin nihayi tanısının konulmasında yardımcı oldu. Ortalama takip süresi 29 (3–71) aydı. Konservatif yaklaşım ağırlıklı olarak tercih edilen tedavi yöntemiydi (%56). Konservatif yöntemin dışında diğer tedavi stratejileri arasında, ERCP ile bilier stentleme, sfinkterotomi, wirsung stentleme, kolesistektomi vb. endoskopik/cerrahi girişimler yer aldı. Tüm tedavi modaliteleri göz önünde bulundurulduğunda, groove pankreatitli 12 (%48) hastada semptomlarda iyileşme görülürken, 7 (%28) hasta tekrarlayan pankreatit ataklarıyla seyretti.
TARTIŞMA: GP, pankreatitin daha az bilinen bir formu olmasından ötürü tanı ve tedavide klinisyenler için çeşitli zorlukları beraberinde taşır. Bilhassa pankreas malignitesini taklit edebilen bu form mutlaka karsinomdan ayırt edilmelidir. EUS(±FNA), radyolojik incelemeleri tamamlayan kullanışlı bir tanı aracıdır. Konservatif yaklaşım çoğu hastada hala ilk seçenek olarak yerini korumakla beraber, klinisyen gerekli özel durumlarda invazif endosko-pik işlemler ve cerrahi seçenekleri göz önünde bulundurmalıdır.
BACKGROUND: Groove pancreatitis (GP) is a rare form of chronic pancreatitis that is less common and is now gaining awareness with multimodal imaging modalities. Our aim is to analyze the mid-long term outcomes of patients diagnosed with GP with different treatment approaches.
METHODS: A computerized search from electronic patient record database between May 2013 and June 2019 with the keywords “groove”, “paraduodenal” was applied. The clinical, radiological and pathological data of 25 patients diagnosed with GP were obtained.
RESULTS: In the GP patient group, the median age was 55 (25–87) and 80% was male. Alcohol and tobacco abuse was 40% among GP patients. The most common symptoms were upper abdominal pain (84%) and nausea-vomiting (40%), respectively. Gastric outlet obstruction was observed in 4 (16%) patients. CT and EUS imaging were performed to majority of cases (96% and 92 %, respectively). EUS-FNA was done in 14 of 25 (56%) patients. It was reported as atypia, adenocarcinoma and benign in 2 (8%), 2 (8%) and 10 (40%) patients, respectively. EUS-FNA was helpful to diagnose two pancreatic head adenoCA whose preliminary radiological evaluation was GP. The mean follow-up period was 29 (3–71) months. Conservative approach was the predominantly preferred treatment (%56). Apart from conservative approach, treatment strategies included biliary stenting, sphincterotomy, wirsung stenting via ERCP, cholecystectomy etc. Considering all treatment modalities, symptoms improved in 12 (48%) patients and progressed with recurrent pancreatitis attacks in 7 (28%) patients.
CONCLUSION: Because GP is a less well-known form of pancreatitis, it presents several challenges for clinicians in diagnosis and treatment. This form, which can mimic pancreatic malignancy in particular, must be differentiated from carcinoma. EUS(±FNA) is a useful diagnostic tool complementary to imaging. Although the conservative approach remains the first choice in most patients, the clinician should consider invasive endoscopic procedures and surgical options in special cases when necessary.

OLGU SUNUMU
23.
Otomatik çivi tabancasının neden olduğu sternumdan geçen penetran kardiyak travma: Olgu sunumu
Sharp cardiac trauma through the sternum caused by an automatic nail gun: A case report
Ryunosuke Fukushi, Yasunori Iida
PMID: 35920431  PMCID: PMC10315976  doi: 10.14744/tjtes.2020.99458  Sayfalar 1193 - 1196
Otomatik çivi tabancasının neden olduğu el yaralanmaları, bu makinelerin inşaatlarda kullanılmasıyla yaygın olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, kardiyotorasik bölge yaralanmaları atipiktir. Bu yazıda, bir çiviyi çıkarırken yanlışlıkla sternumdan kalbe ulaşılan acil cerrahi müdahale olgusunu sunmaktayız. Yirmi dört yaşındaki bir erkek, bir şantiyede dar bir alanda çalışırken, otomatik havalı çivi tabancasının hava hortumuna takılıp düştü. Alet kişiye doğru bakarken yanlışlıkla tetik çekilmiş ve sternuma bir çivi girmiş. Göğsünde ağrı hisseden hasta, yakındaki bir ortopedi kliniğine yürü-müş ve ardından tedavi için hastanemize sevk edildi. Muayenede çivi prekordiyal göğüs orta hattına tamamen gömülüydü. Akciğer grafisi ve toraks bilgisayarlı tomografi görüntülerinde prekordiyal bölgeden sternuma giren ve anterior mediastene ulaşan çubuk şeklinde bir çivi görüldü. Çivi ucu pulmoner arter ve aort arasında durmaktaydı; pulmoner arterin ana gövdesine dokunuyordu. Masif kanama ve enfeksiyon olasılığı düşünülerek aynı gün, 45 mm uzunluğundaki (2 mm çapında) çivinin çıkarılması için acil cerrahi uygulandı. Yardımcı dolaşım sistemi kullanılmadı ve intraoperatif kan transfüzyonu gerekmedi. Hasta aynı gün ekstübe edildi. Ameliyat sonrası yedinci günde çekilen bilgisayarlı tomografi, endişe verici bir durum olma-dığını ve enfeksiyon belirtisi olmadığını doğruladı. Hasta ameliyat sonrası sekizinci gün taburcu edildi ve yürüyerek evine döndü. Hasta poliklinikte altı ay takip edildi; enfeksiyon durumu veya anormal hemodinamik bulgu saptanmadı. Bu olgu, başlangıçta önemsiz görünebilecek çivi tabancası yaralanmalarının dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Automatic nail gun injuries to the hand commonly occur with the use of these machines in construction. However, such injuries to the cardiothoracic area are atypical. Herein, we report a case of emergency surgery to remove a nail, which was accidentally shot through the sternum and reached the heart. A 24-year-old man was working in a narrow space at a construction site, where he tripped over the air hose of an automatic pneumatic nail gun. The trigger was accidentally pulled, while the machine was facing his direction, and a nail entered his sternum. The patient felt chest pain, walked to a nearby orthopedic clinic, and then was transferred to our hospital for treatment. On examination, the nail was completely embedded in the midline of the precordial chest. Chest X-ray and computed tomography (CT) images showed a rod-shaped nail penetrating the sternum from the precordial region and reaching the anterior medi-astinum. The nail tip was located between the pulmonary artery and the aorta; it was touching the main trunk of the pulmonary artery. Emergency surgery was performed to remove the 45-mm-long nail (2 mm in diameter) on the same day, considering the possibility of massive bleeding and infection. An auxiliary circulatory system was not used, and intraoperative blood transfusion was not required. The patient was extubated on the same day. On post-operative day 7, CT confirmed that there were no issues of concern and no signs of infection. The patient was discharged on post-operative day 8 and returned home on foot. The patient was followed up for 6 months in the outpatient clinic, and there were no signs of infection or abnormal hemodynamics. This case demonstrates the need for careful assessment of nail gun injuries, which may initially appear insignificant.

24.
Nadir görülen bir antite: De Garengeot hernisi
An uncommon entity: De Garengeot hernia
Mustafa Yener Uzunoğlu, Ömer Yalkın
PMID: 35920417  PMCID: PMC10315969  doi: 10.14744/tjtes.2021.13766  Sayfalar 1197 - 1199
De Garengeot Herni femoral herni içerisinde apendiks olmasıyla prezente olan nadir bir herni türüdür. Genellikle 7. dekatta, büyük çoğunlukta kadın olgularda ortaya çıkan acil cerrahi gereksinimi olan klinik antitedir. Bu yazıda, 73 yaşında femoral herni kesesi içerisinde akut apandisit tablosu ile başvuran olgu sunuldu.
De Garengeot hernia is a rare type of femoral hernia that presents with appendicitis. This clinical condition that usually occurs in the 7th decade, mostly in women, requires urgent surgery. Here, we present a 73-year-old patient with acute appendicitis within the femoral hernia sac.

25.
Adölesan medial epikondil kırığı sonrası gelişen median sinir tuzaklanması: Bir olgu sunumu
Median nerve entrapment in an adolescent medial epicondyle fracture of humerus: A case report
Ömer Cengiz
PMID: 35920422  PMCID: PMC10315974  doi: 10.14744/tjtes.2020.45742  Sayfalar 1200 - 1203
On dört yaşında bir erkek çocukta dirsek çıkığı olmaksızın deplase medial epikondil kırığına bağlı median sinir tuzaklanması tespit edildi. Median sinirin tuzaklanması, sunumda nörolojik defisit olmasa bile, yer değiştirmiş medial epikondil kırığının potansiyel bir sonucudur. Bu durum, perkütan tedavi veya nonoperatif tedavi yerine, bu tip kırıkların açık redüksiyonu için gerekçe sağlamaktadır. Tuzaklanan bir median sinirin erken tanımlanması ve tedavisi, çocuklarda üst ekstremite sinir felcinin katastrofik sonuçlarını önlemek ve kırık iyileşmesini ve gelişimini optimize etmek için zorunludur.
A 14-year-old boy with a displaced medial epicondyle fracture without elbow dislocation was found to have an entrapped median nerve. Entrapment of the median nerve is a potential consequence of a displaced medial epicondyle fracture, even when there are no neu-rologic deficits on presentation. This provides additional support for the open reduction of these fractures rather than percutaneous treatment or non-operative management. The early identification and release of an interposed median nerve are imperative to prevent the catastrophic consequences of the upper extremity nerve palsy in children, as well as to optimize fracture healing and development.