p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 28 Issue : 1 Year : 2024

Quick Search




SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 28 (1)
Volume: 28  Issue: 1 - January 2022
NONE
1.Frontmatters

Pages I - X

EXPERIMENTAL STUDY
2.Evaluation of renal function in rats with moderate and mild brain trauma
Şebnem Tekin Neijmann, Alev Kural, Nurten Sever, Halil Dogan, Sezgin Sarıkaya
PMID: 34967428  PMCID: PMC10443170  doi: 10.14744/tjtes.2020.29015  Pages 1 - 7
AMAÇ: Acil servislerde sık olarak karşılaşılan beyin travmalı hastalarda, olguların tanı ve tedavisi sırasında olası akut böbrek hasarının (ABH) yeni biyokimyasal belirteçler eşliğinde erken tanısını koyarak, komplikasyonların önüne geçmeyi, tedavi süresini ve hastanın hastanede yatış süresini kısaltmayı amaçladık. Deney hayvanı kullanarak materyal metod açısından bilimsel sonuçlara ulaşabileceğimize karar verdik.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamıza Wistard albino sıçanlar alındı. On beş sıçan rasgele üç gruba ayrıldı. Sham kontrol (n=1, sadece kraniyotomi), kontrol (n=7, sağlam), travma grup (n=7, kraniyotomiyi takiben beyin travması).
BULGULAR: Plazma kreatinin seviyelerinde 0. ve 24. saatlerde istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (sırasıyla, 0.35±0.02, 0.33±0.03, p>0.05). Her iki grubun plazma NGAL ve KIM-1 konsantrasyonlarında belirgin istatistiksel anlamlılık vardı (Friedman p<0.05). NGAL ve KIM-1 konsantrasyonlarının zamana göre karşılaştırılmasında (0 saat [s]-2s, 0s-24s, 2s-24s) belirgin istatistiksel anlamlılık vardı (Wilcoxon p<0.001, Bonferroni düzeltmesinden sonra).
TARTIŞMA: Hafif ve orta beyin travması olan hastalarda ABH’nın varlığı mortaliteyi artırmaktadır. ABH’nın ilk 24 saat içerisinde tanısının erken biyobelirteçlerle konularak tedaviye başlanması hayati önem taşımaktadır.
BACKGROUND: We aimed to diagnose possible acute kidney injury (AKI) with new early biochemical markers in patients who were admitted to the emergency department frequently with mild and moderate brain trauma, and to prevent possible complications, shorten the duration of treatment and hospital stay. With this purpose, we decided to reach our scientific target using the experimental rat model.
METHODS: Wistar albino rats were included our experiment. Fifteen rats were randomly separated into three groups: Sham control (n=1: Underwent craniotomy alone), control (n=7: Without craniotomy), and trauma group (n=7: Underwent craniotomy followed by brain injury).
RESULTS: There were no significant differences groups creatinine levels within 0 and 24 h (0.35±0.02 and 0.33±0.03, respectively, p>0.05). Plasma NGAL and KIM1 concentrations were statistically significant different in both control and trauma groups (Friedman p<0.05) and significant differences at both NGAL and KIM-1 concentrations at dual comparisons by means of all sampling time (0–2 h, 0–24 h, and 2–24 h) (Wilcoxon p<0.001, after Bonferroni correction).
CONCLUSION: The presence of AKI in patients with mild-to-moderate brain trauma increases the risk of mortality. Early diagnosis of AKI reduces the hospitalization period and requiring of dialysis. Diagnosis of AKI within 24 h with early biomarkers and starting therapy is crucial issues.

3.Short-term protective effect of octreotide on the lungs of rats with experimentally induced sepsis
Saylav Ejder Bora, Arife Erdoğan, Mumin Alper Erdoğan, Gürkan Yiğitturk, Adem Çakır, Oytun Erbaş
PMID: 34967421  PMCID: PMC10443160  doi: 10.14744/tjtes.2020.02589  Pages 8 - 14
AMAÇ: Akut solunum sıkıntısı sendromu (ARDS), sepsisin yıkıcı bir komplikasyonudur. Preklinik modeller, doğrudan akciğer hasarının, akciğer epiteline saldırı ile başladığını, ancak dolaylı akciğer hasarının, enflamatuvar mediatörlere bağlı sistemik endotel hasarından kaynaklandığını göstermektedir. Bu çalışmanın amacı, farelerde cerrahi olarak indüklenen sepsis modelinde oktreotidin akciğerler üzerindeki etkisini araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 32 erkek Sprague Dawley sıçan kullanıldı ve 4 gruba ayrıldı. Grup 1: normal (opere olmayan ve oral yoldan kontrol, n=8); Grup 2: sham operasyonlu (n=8); Grup 3: CLP (tedavi edilmemiş grup, n=8); Grup 4: CLP ve 100 µg/kg oktreotid i.p. (n=8). Sepsis için, sepsis modelini indüklemek için 16 sıçanda çekal ligasyon ve ponksiyon (CLP) prosedürü uygulandı. Tüm gruplar analiz edildi, kanları arteriyel kan gazı analizi için alındı. Histolojik inceleme için akciğer dokuları çıkarıldı ve parçalar hazırlandı.
BULGULAR: Histololojik incelemede CLP+Octreotid’i sadece CLP grubu ile karşılaştırırsak, CLP+Octreotid grubunda alveoler ve interstisyel alanda enflamatuvar hücrelerin infiltrasyonu azaldı, CLP grubu oktreotid grubuyla karşılaştırıldığında, ödem, kanama azaldı ve tüm histopatolojik parametreler anlamlı olarak geriledi ve ciddiyet indeksi 3’ten 1’e düştü. Arteriyel kan gazı için, CLP ve oktreotide grubu CLP grubuyla karşılaştırıldığında, iyileşme lehine anlamlı bir değişiklik olduğu ve neredeyse kontrol grubu ve sham grubuna yaklaştığı görülmüştür.
TARTIŞMA: Sonuç olarak, sepsis hastalarında akut akciğer hasarı durumu için oktreotid uygulamasının yararlı olacağı düşünülülebilir.
BACKGROUND: Acute respiratory distress syndrome is a devastating complication of severe sepsis. Preclinical models suggest that direct lung injury begins with attack to the lung epithelium, but indirect lung injury results from systemic endothelial damage due to inflammatory mediators. The aim of the present study was to explore the effect of octreotide on lungs in a surgically induced sepsis model in rats.
METHODS: We used 32 male Sprague Dawley rats and divided into four groups. Group 1: Normal (non-operative and orally fed control, n=8); Group 2: Sham operated (n=8); Group 3: Cecal ligation and puncture (CLP) (untreated group, n=8); and Group 4: CLP and 100 µg/kg octreotide i.p. (n=8). For sepsis, CLP procedure was performed on 16 rats to induce a sepsis model. All groups were analyzed, their blood was taken for arterial blood gas analysis. For histological examination, lung tissues were removed and sections were prepared.
RESULTS: In histological examination, if we compare CLP + Octreotide with only CLP group in CLP + Octreotide group decreased inflammatory cell infiltration in alveolar and interstitial area as well as edema, bleeding, when CLP group was compared with octreotide group, all histopathological parameters improved significantly and the severity index decreased from 3 to 1. For arterial blood gas, when CLP and octreotide groups were compared with CLP group, it was observed that there was a significant change in favor of healing and that they almost came up to controls and sham group.
CONCLUSION: It could be hypothesized that it would be beneficial to administer octreotide for ameliorate lung injury state in sepsis patients.

4.Investigation of acute effects of topical Alpinia officinarum (galangal) treatment in experimental contact type burns and comparison with topical silver sulfadiazine treatment
Koray Kadam, Selahattin Kıyan, Yiğit Uyanıkgil, Fatih Karabey, Emel Öykü Çetin
PMID: 34967434  PMCID: PMC10443162  doi: 10.14744/tjtes.2020.69002  Pages 15 - 26
AMAÇ: Yara iyileşmesi üzerine etkili olduğu düşünülen Alpinia officinarum’un (AO) (havlıcan) deneysel temas tipi yanıklarda iyileştirici olup olmadığının belirlenmesi ve etkilerinin gümüş sülfadiazin (GSD) ile karşılaştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Otuz beş sıçan her grupta yedi adet olacak şekilde beş gruba ayrıldı. Sırtlarındaki üç ayrı traşlı alana 100°C sabit sıcaklıkta tutulabilen, 1x1 cm’lik bakır uç, on saniye süreyle hiç basınç uygulanmadan temas ettirilerek yüzeyel ikinci derece yanık oluşturuldu. 100 cc serum fizyolojik ile tüm gruplar iki dakika boyunca yıkandı. Grup I’e (kontrol) bir işlem veya tedavi uygulanmadı. Grup II’ye (yanık kontrol) irrigasyon, Grup III’e (GSD) topikal GSD altı saatte bir dört kez (0, 6, 12 ve 18. saatlerde), Grup IV’e (havlıcan) topikal AO dört kez, Grup V’e (jel) topikal AO hazırlanmasında kullanılan plasebo topikal materyal dört kez uygulandı. Yara iyileşmesi bulguları histolojik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Havlıcan grubunda; kolajen diskolorasyonunun diğer gruplara kıyasla derin dermise ilerlemediği, epidermis, kıl folikülleri ve sebase gland yapılarının yanık kontrol grubuna kıyasla korunduğu ve daha kalın bir epidermis tabakasının olduğu görüldü. Havlıcan grubunun yapısal olarak kontrol grubuna en yakın grup olduğu histopatolojik olarak saptandı. Havlıcan grubunda diğer üç gruba kıyasla; epidermis kalınlığının ve dejenere kıl kökü sayısının tüm saatlerde anlamlı oranda daha fazla olduğu saptanırken (p<0.05), damar sayısının dördüncü, toplam kıl kökü sayısının ise sekizinci saatte anlamlı oranda daha çok olduğu saptandı (p<0.05). Hem gruplar arası hem de grupların kendi süreçleri içindeki karşılaştırmalarda havlıcan grubunun; ödem, PMNL infiltrasyonu, kolajen diskolorasyonu, damar, kıl folikülleri ve glandula sebasea hasarı değerlendirilmesinde en düşük skorlara sahip olduğu saptandı.
TARTIŞMA: Alpinia officinarum içeren jeli ilk 24 saat içinde günde dört kez uygulamak deneysel temas tipi ikinci derece yanık modelinde etkilidir. GSD tedavisinden, özellikle uygulamanın ilk sekiz saatinde, önemli ölçüde üstündür.
BACKGROUND: It was aimed to determine whether Alpinia officinarum (AO) (galangal), which has been regarded to be effective on wound healing, is healing on experimental contact type burns and compare its effects with silver sulfadiazine (SSD).
METHODS: Thirty-five rats were divided into five groups of seven rats each group. Superficial second degree burns were formed by contacting a 1×1 cm copper tip which was kept at 100°C constant temperature to the three shaved areas on the back of rats without applying any pressure for 10 s. All groups were irrigated with a 100 cc saline solution for 2 min. Any procedure or treatment was not applied to Group I (Control). Group II (Burn Control) was only irrigated, Group III (SSD) was applied topical SSD 4 times, with 6-h intervals (at h 0, 6, 12 and 18), Group IV (Galangal) was applied topical AO 4 times, and Group V (Gel) was applied placebo topical material, used for the preparation of topical AO, 4 times. Wound healing findings were evaluated histopathologically.
RESULTS: In the galangal group, it was found that collagen discoloration didn’t penetrate into deep dermis compared to other groups; epidermis, hair follicles, and sebaceous glands remained protected compared to the burn control group, and there was a thicker layer of epidermis. It was found that the galangal group was the closest group to the control group histologically. In the galangal group, it was determined that the number of vessels and total hair follicles were significantly higher in the 8th h and 4th h respectively (p<0.05), while epidermal thickness and number of degenerated hair follicles were significantly higher in all hours compared to other three groups (p<0.05). It was determined that galangal group had the lowest scores in the evaluation of edema, polymorphonuclear leukocytes infiltration, collagen discoloration, injury of vessels, hair follicles and sebaceous glands in comparisons between groups and within groups’ own processes.
CONCLUSION: Administrating AO containing gel 4 times a day within the first 24 h is effective in the experimental contact type second degree burn model. It is significantly superior to SSD treatment, especially in the first 8 h of administration.

ORIGINAL ARTICLE
5.The impact of COVID-19 pandemic in the first 100 days on orthopedic trauma surgery practice, the experience of a university hospital in Istanbul
Mahmut Kürşat Özşahin, Göker Utku Değer, Nuri Aydın
PMID: 34967425  PMCID: PMC10443172  doi: 10.14744/tjtes.2021.23796  Pages 27 - 32
AMAÇ: Covid-19 pandemisinin tüm tıbbi uygulamalarda yarattığı hızlı ve etkili değişim ile travma cerrahisi pratiği de etkilendi. Pandeminin ilk 100 gününün ortopedi ve travmatoloji alanında referans üniversite hastanesinde yapılan operasyonlara olan etkisini bir önceki yılın aynı dönemiyle karşılaştırarak değerlendirmeyi ve uygulanan kısıtlamaların önemini göstermeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: 18 Mart 2020 (elektif ameliyatları durdurduğumuz gün) ile 1 Temmuz 2020 (normalleşme sürecinin başladığı gün) arasında hastanemiz ortopedi ve travmatoloji kliniğinde gerçekleştirilen ameliyatlar, 2019 yılının aynı dönemiyle karşılaştırılmak üzere elektronik arşivden çıkarıldı.
BULGULAR: 2020 yılı Covid-19 kısıtlamalarının uygulandığı zaman aralığında yapılan 102 ameliyata karşı, 2019 yılının aynı döneminde 380 ameliyat yapıldığı görüldü. Covid-19 döneminde yapılan ameliyatların büyük bölümünü travma olguları oluşturmasına rağmen, bu olgu grubunda %25 oranında azalma ile 73’den 58’e düştüğü değerlendirildi (p<0.001). Kısıtlama döneminde ameliyat edilen travma hastaları arasında pediatrik gruptaki azalma (p<0.04) ve 65 yaş üstü hastalarda artış istatistiksel olarak anlamlı görülmüştür. Geçen yılın aynı dönemine göre diyabetik ayağa bağlı amputasyon olgularında %50 artış olduğu görüldü (p<0.001).
TARTIŞMA: Covid-19 salgını nedeniyle elektif olguların ertelenmesi, kapasite kullanımının azalmasına rağmen travma olgularının yeterli yönetimini sağladı. Ayrıca, okulların online eğitime geçmesi ve sokağa çıkma kısıtlamaları uygulanması pediatrik grubun travma sayılarında belirgin azalma sağladığı görüldü. Ameliyathane ve servislerin ayrılması, Covid-19 dışı hastaların korunmasında çok büyük bir etkiye sahip olduğu görüldü. Bu çalışmanın ışığında, sağlık politikalarına rehberlik edebileceğimizi ve diğer meslektaşlarımızın pandemi sürecinin olası yeni dalgalarını veya gelecekte meydana gelebilecek benzer süreçleri yönetmelerine yardımcı olabileceğimizi umuyoruz.
BACKGROUND: With the rapid and effective change created by the COVID-19 pandemic in all medical practice, we aimed to evaluate the impact of the first 100 days of the COVID-19 pandemic on the operations performed in a reference university hospital in the field of orthopedics and traumatology. Compare the results with the same period of the previous year and aim to evaluate importance of restrictions.
METHODS: The operations performed in orthopedics and traumatology clinic between March 18, 2020 (the day we stopped the elective surgeries), and July 1, 2020 (when the normalization process began), were collected from the electronic archive to compare with the same period of 2019.
RESULTS: Comparing the same periods of the year, it was seen that 102 surgeries were performed in the 2020 COVID-19 period compared to 380 operations performed in 2019. Although most of the operations performed during the COVID-19 period were traumas, the comparison revealed that trauma cases decreased by 25% from 73 to 58 (p<0.001). Among trauma patients operated in the restraint period, decrease in the pediatric group and the increase in patients over 65 years of age had seen statistically significant. Compared to the same period of the previous year, 50% increase seen in amputation cases related to diabetic foot (p<0.001).
CONCLUSION: The postponement of elective cases due to the COVID-19 pandemic enabled us to manage trauma cases despite decreasing capacity utilization. In addition, it was observed that the transition of schools to online education and the implementation of curfews significantly reduced the number of trauma in the pediatric group. Separation of operating rooms and wards had a huge effect on protection of non-COVID patients. We hope that, in light of this study, we can guide health policies and help other colleagues to manage the possible new waves of the pandemic process or similar processes that may occur in the future.

6.Determination of factors associated with perforation in patients with geriatric acute appendicitis
Emine Emektar, Seda Dağar, Rabia Handan Karaatlı, Hüseyin Uzunosmanoğlu, Hakan Buluş
PMID: 34967426  PMCID: PMC10443166  doi: 10.14744/tjtes.2020.25741  Pages 33 - 38
AMAÇ: Geriatrik hastalarda abdominal acillerinin tanınması ve tedavisi, genç popülasyona göre daha karmaşıktır. Biz bu çalışmada, akut apandisit tanısı alan geriatrik hastaların demografik özellikleri ve erken dönemde perforasyonla ilişkili faktörleri araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Lokal etik kurul onayı alındıktan sonra, Ocak 2015–Aralık 2019 tarihleri arasında apendektomi yapılan 65 yaş ve üzeri hastalar çalışmaya alındı. Hastaların demografik verileri, fizik muayene bulguları, laboratuvar sonuçları incelendi. Hastalar, cerrahi raporlarına göre perfore ve basit apandisit olarak iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Çalışma süresince 72 hasta değerlendirildi. Çalışmamızda hastaların %48.6’sı erkek, ortanca yaş 71.5 idi (IQR 25–75, 68–80). Hastaların %28’inde perfore apandisit saptandı. Perfore apandisitli hastaların büyük çoğunluğunun erkek olduğu; kronik böbrek hastalığı ve ameliyat sonrası lokal komplikasyonların daha sık olduğu; lökosit, nötrofil, kan üre azotu, kreatinin ve toplam bilirubin değerlerinin yüksek; albümin değerlerinin daha düşük olduğunu tespit ettik ve bu farklılıklar istatistiksel olarak anlamlıydı (tüm değerler, p<0.05). Çok değişkenli analiz ise artmış nötrofil sayısının ve erkek cinsiyetin perfore apandisit ile anlamlı olarak ilişkili olduğunu gösterdi (sırasıyla, p=0.035, p=0.01).
TARTIŞMA: Kronik böbrek hastalığı olan geriatrik hastalarda yetersiz karın fizik muayene sonuçları nedeniyle perforasyon apandisit riski daha fazladır. Ek olarak, erkek cinsiyet ve artmış nötrofil sayısı perforasyonun bağımsız belirleyicileridir.
BACKGROUND: Recognition and management of abdominal emergencies in geriatric patients are more complicated compared to the younger population. We aimed to investigate the demographic characteristics of geriatric patients diagnosed with acute appendicitis and to investigate the factors associated with perforation in the early stages in this study.
METHODS: After obtaining local ethical committee approval, patients 65 years and older who had appendectomy between January 2015 and December 2019 were included the study. Demographic data of the patients, physical examination findings, and laboratory results were analyzed. Patients were divided into two groups based on surgical reports: Perforated and simple appendicitis.
RESULTS: During the study period, 72 patients were evaluated. In our study, 48.6% of the patients were male, and the median age was 71.5 years (IQR 25–75, 68–80). Perforated appendicitis was detected in 28% of the patients. We were determined that the vast majority of patients with perforated appendicitis were male; had more frequent chronic kidney disease and post-operative local complications; had increased leukocytes, neutrophils, blood urea nitrogen, creatinine, and total bilirubin; and had reduced albumin; and these differences were statistically significant (all values p<0.05). Multivariate analysis shows increased neutrophil count and male sex was significantly associated with perforated appendicitis (p=0.035 and p=0.01, respectively).
CONCLUSION: Geriatric patients with chronic kidney disease can be at higher risk of perforated appendicitis due to inadequate abdominal physical examination results. In addition, male gender and an elevated neutrophil count are independent predictors of perforation.

7.Prediction of adverse outcomes using non-endoscopic scoring systems in patients over 80 years of age who present with the upper gastrointestinal bleeding in the emergency department
Okan Bardakçı, Duygu Sıddıkoğlu, Gökhan Akdur, Güven Şimşek, Ünzile Atalay, Murat Das, Okhan Akdur, Yavuz Beyazit
PMID: 34967427  PMCID: PMC10443161  doi: 10.14744/tjtes.2020.27810  Pages 39 - 47
AMAÇ: Varis dışı üst gastrointestinal (GİS) kanaması olan yaşlı hastalar için acil servis başvuruları artmaktadır. AIMS65 ve Glasgow-Blatchford skoru (GBS), bu hastalarda hastane içi ve taburculuk sonrası mortaliteyi, kalış süresini ve sağlıkla ilgili maliyetleri tahmin etmek için önerilen iki ayrı skorlama sistemidir. Bu çalışmanın amacı, 80 yaşında veya daha büyük olan UGIB hastalarında 30 günlük mortalite ve kalış süresini tahmin etmek için, Charlson komorbidite indeksi (CCI) ile birlikte bu skorlama sistemlerinin etkinliğini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Hastanesi Acil Servisi’ne başvuran varis dışı üst GİS kanamalı 182 hasta geriye dönük olarak incelendi. AIMS65, GBS ve CCI skorları hesaplandı ve olumsuz hasta sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 85.59±4.33 yıl idi ve hastaların 90’ı (%49.5) erkekti. AIMS65, 30 günlük mortaliteyi tahmin etmede GBS’den (sırasıyla, AUROC 0.695 vs 0.877) ve CCI’dan (sırasıyla, AUROC 0.526 vs 0.877) üstündür. Her üç skor da hastanede kalış süresini tahmin etmede yetersiz performans gösterdi. AIMS65 skoru için mortalite tahmininde, duyarlılık ve özgüllük en üst düzeye çıkaran kesme değeri 3 (duyarlılık, 0.87; özgüllük, 0.80; NPD, 0.977; PPD, 0.392), GBS için 14 (duyarlılık, 0.83; özgüllük, 0.51; NPD, CC23 için 0.923; PPD, 0.367) ve CCI için 5 (duyarlılık, 0.91; özgüllük, 0.22; NPD, 0.946; PPD, 0.145) olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA: AIMS65, acil servis ayarlarında kolayca yapılabilen basit, doğru ve endoskopik olmayan bir skorlama sistemidir. UGIB’li yaşlı hastalarda 30 günlük mortaliteyi tahmin etmede GBS ve CCI’den daha üstündür.
BACKGROUND: The emergency department (ED) admission rate for elderly patients with non-variceal upper gastrointestinal bleeding (UGIB) is increasing. The AIMS65 and Glasgow-Blatchford score (GBS) are two distinct scoring systems proposed to predict in-hospital and post-discharge mortality, length of stay (LOS), and health-related costs in these patients. The objective of the present study is to evaluate the accuracy of these scoring systems, in conjunction with the Charlson comorbidity index (CCI), to predict 30-day mortality and LOS in UGIB patients who are 80 years of age or older
METHODS: A retrospective analysis was undertaken of 182 patients with non-variceal UGIB who were admitted to the ED of Canakkale Onsekiz Mart University Hospital. The AIMS65, GBS, and CCI scores were calculated and adverse patient outcomes were assessed.
RESULTS: The mean age of patients was 85.59±4.33 years, and 90 (49.5%) of the patients were males. The AIMS65 was superior to the GBS (area under the receiver operating characteristic curve [AUROC] 0.877 vs. 0.695, respectively) and CCI (AUROC 0.877 vs. 0.526, respectively) in predicting the 30-day mortality. All three scores performed poorly in predicting the LOS in hospital. The cutoff threshold that maximized sensitivity and specificity for mortality was three for the AIMS65 score (sensitivity, 0.87; specificity, 0.80; negative predictive values [NPV], 0.977; positive predictive values [PPV], 0.392), 14 for GBS (sensitivity, 0.83; specificity, 0.51; NPV, 0.923; PPV, 0.367), and 5 for CCI (sensitivity, 0.91; specificity, 0.22; NPV, 0.946; PPV, 0.145).
CONCLUSION: The AIMS65 is a simple, accurate, and non-endoscopic scoring system that can be performed easily in ED settings. It is superior to GBS and CCI in predicting 30-day mortality in elderly patients with UGIB.

8.Are there factors in the disease of peroneal necrotizing fasciitis which should be used when choosing the anesthetic technique?: Descriptive analysis of a cohort from two centers
Ömer Faruk Boran, Bülent Katı, Veli Fahri Pehlivan, Maruf Boran, Evren Büyükfırat, Mehmet Buğra Bozan, Osman Barut, Mehmet Kutlu Demirkol, Halil Çiftçi
PMID: 34967423  PMCID: PMC10443158  doi: 10.14744/tjtes.2020.15088  Pages 48 - 56
AMAÇ: Mevcut çalışmada özellikli bir hastalık grubu olan Fournier’s gangrenli hastalarda kullanılacak anestezik yöntem seçiminde etki eden faktörlerin incelenmesi ve literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2014–Mayıs 2019 yılları arasında Fournier’s gangreni nedeniyle ameliyat edilen 113 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Yetmiş sekiz hastanın spinal anestezi (Grup S), 35 hastanın ise genel anestezi (Grup G) ile ameliyat edildiği görüldü. Hastalar yaş, cinsiyet, kullanılan anestezi yöntemi (spinal, genel), uygulanan anestezik ajan sepsis varlığı, biyokimyasal, hematolojik ve enflamatuvar parametreler gibi bilgiler açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların FGSI skorları açısından değerlendirildiğinde de grup 1’deki hastaların daha düşük değerlere sahip oldukları görüldü (p=0.001). Ameliyat öncesi dönemde hastaların 87’sine (%77) tomografik inceleme yapıldığı görüldü. Hastaların tomografik görüntüleri incelendiğinde genel anestezi uygulanan hastalardan 13’ünde (%37.1) sağ/sol gluteal alandan birisi ya da her ikisinde de bulunan ve cilt altı dokuya dek uzanan içerisinde hava değerleri izlendiği görüldü. Genel anestezi seçimine etki eden faktörler incelendiğinde FGSI değerindeki artışın (r=0.482, p=0.001), sepsis varlığı ile (r=0.485, p=0.001) ve gluteal bölge tutulumu ile (r=0.628, p<0.001) pozitif yönde korelasyon izlenirken platelet değerlerindeki düşüşle de spinal anestezi uygulaması arasında ilişki olduğu görüldü (r=0.238, p=0.011).
TARTIŞMA: Fournier’s gangrenli hastalarda anestezi yöntem seçimi hastanın genel durumu, sepsis varlığı, kanama dizatezi bulunup bulunmaması, gibi faktörlerin yanı sıra FGSI indeksi ve tomografik olarak gluteal bölge tutulumu gibi pek çok faktörün etkilediği kompleks bir durum olup anestezi yöntem tercihinde hastaların risk-fayda dengesinin bireysel olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
BACKGROUND: This study aims to examine the factors affecting the selection of anaesthesia method in Fournier’s gangrene.
METHODS: A retrospective evaluation was made of 113 patients operated on because of Fournier’s gangrene between January-May 2019. The operations were performed under spinal anaesthesia in 78 cases (Group S) and under general anaesthesia in 35 cases (Group G). The patients were evaluated regarding age, gender, the anaesthesia method used (spinal, general) anaesthetic agent applied, presence of sepsis, and biochemical, hematological and inflammatory parameters.
RESULTS: When the patients were evaluated regarding the Fournier Gangrene Severity Index (FGSI), patients in Group S had lower scores (p=0.001). Examination of the tomography images revealed that in 13 (37.1%) patients, air values were seen in the right or left gluteal area, or both, extending to the subcutaneous tissue. In the evaluation of the factors affecting the selection of general anaesthesia, a positive correlation was determined between an increase in FGSI (r=0.482, p=0.001) and the presence of sepsis (r=0.485, p=0.001) and gluteal region involvement (r=0.628, p<0.001).
CONCLUSION: The selection of anaesthesia method in Fournier gangrene patients is a complex process affected by factors, such as the patients’ general condition, sepsis, and whether or not there is bleeding diathesis. The risk -benefit balance in the selection of anaesthesia method should be evaluated individually for patients.

9.Epidemiology and outcome of 1442 pediatric burn patients: A single-center experience
Özer Özlü, Abdulkadir Başaran
PMID: 34967435  PMCID: PMC10443157  doi: 10.14744/tjtes.2020.69447  Pages 57 - 61
AMAÇ: Yanıklar özellikle gelişmekte olan ülkelerde çocuklarda sık görülen önemli bir mortalite ve morbidite sebebidir. Epidemiyolojik veriler, önleyici tedbirler için yol gösterebilir ve çocuklarda yanık olgularının azaltılmasına katkıda bulunabilir. Bu çalışmanın amacı yanık merkezinde yatarak tedavi edilen çocuk hastalarda yanıkların epidemiyolojik özelliklerini incelemek ve önleyici tedbirler önermektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda 1 Ocak 2015–30 Haziran 2019 tarihleri arasında 3. basamak yanık merkezine yatırılarak tedavi edilen 1442 çocuk hastanın demografik ve epidemiyolojik verileri, yanık mekanizması, yanık etiyolojisi, yanık total vücut alanı yüzdesi (TBSA), tedavi sonuçları geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Yanık total vücut alanı (TBSA) yüzdesi 1442 hasta için 11.23±10.70 olurken hastanede yatış süresi 14.38±18.1 gün olarak bulundu. Hastaların %89.18’inde (n=1286) yanma olayı ev içerisinde gerçekleşmişti. Yanık etiyolojisinde tüm yaş gruplarında sıcak su ve çay ile yanma en sık görülürken, süt çocuğu döneminden sonra alev yanıkları artmakta, okul çağında elektrik yanıkları daha fazla görülmektedir. Toplam 10 hasta (%0.69) hayatını kaybetti. Bunlardan yedisi başka hastanelerden gelen gecikmiş hastalardı.
TARTIŞMA: Yanık merkezimizdeki çocuk hastaların çoğunluğu süt çocuğu ve erkek hastalar idi. Yaş arttıkça TBSA oranları ve hastanede yatış süresi de artmakta idi. Çocuk yanıkları genellikle okul öncesi çocuklarda ev içerisinde ve yanlarında bir ebeveyn varken olmaktadır. Bu nedenle bu çocukların gözetimini yapan aile bireylerine yönelik eğitim programı ve farkındalık yaratacak çalışmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: Burns are common injuries among children resulting with significant mortality and morbidity, especially in developing countries. Epidemiological data may guide for the preventive measures and contribute reducing the incidence of burns in children. The aim of this study is to report the epidemiological features of pediatric burn patients treated in a tertiary burn center and to suggest preventive measures.
METHODS: Between January 1, 2015, and June 30, 2019, a total of 1442 children hospitalized in our burn center were evaluated retrospectively. Demographic, epidemiological, and clinical data including burn etiology, percentage of burned total body surface area (TBSA), hospital stay, infection, and mortality rate were reported.
RESULTS: The percentage of burned TBSA was 11.23±10.70 and the length of hospital stay was 14.38±18.1 days. In total, 89.18% of the patients (n=1286) experienced burn injury indoors. With regard to the etiology, scalding with hot water and tea was the most common in all age groups. Flame burn incidence increases after infancy, and electrical burns occur more in school age. A total of 10 patients (0.69%) were died and seven of them were delayed referrals from other hospitals.
CONCLUSION: Infants and males consist of the majority of our pediatric burn patients. The percentage of burned TBSA and length of hospital stay increased as the patient age increased. Childhood burn injuries are mainly scald burns that occur indoors, while their parents were nearby. Therefore, education programs focusing on primary prevention addressing family members are required to avoid pediatric burns.

10.Comparison of complicated appendicitis rates between refugees and local patients
Saliha Karagöz Eren, Yunus Dönder
PMID: 34967436  PMCID: PMC10443165  doi: 10.14744/tjtes.2020.70025  Pages 62 - 68
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, mülteci hastaların komplike apandisit ile başvurma olasılığının daha yüksek olup olmadığını belirlemeyi amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma kapsamında 2018–2020 yılları arasında akut apandisit tanısı ile yatırılarak, tedavi edilen hastalar değerlendirilmeye alındı, çalışma popülasyonu mülteci hastalar (n=140) ve yerel hastalar (n=386) olarak iki gruba ayrıldı. Çalışmanın birincil sonucu komplike apandisit oranlarıydı, semptomların süresi, apendektomiye kadar geçen süre, tanısal yöntemler ve hastanede kalış süresi ayrıca değerlendirildi. Ameliyat sırasındaki bulgular ve patoloji raporlarına göre olgular komplike ve non-komplike apandisit olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Komplike apandisit oranları ve semptom süresi 72 saatten daha uzun olan hasta sayısı mülteci hasta grubunda istatistiksel olarak daha anlamlı idi (sırasıyla, p=0.009 ve n=186, p=0.000). Mülteci hastaların yaş ortalaması daha gençti ve erkek hasta oranı istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti (her ikisi için p=0.000). Gruplar arasında apendektomi zamanı, ameliyat süresi, cerrahi yöntem, hastanede yatış süresi ve tanısal yöntemler açısından anlamlı fark yoktu (p>0.05).
TARTIŞMA: Ülkemizde mülteci hastalar sağlık hizmetlerine eşit erişim imkanına sahip olmalarına rağmen, bu çalışmanın sonuçları mülteci hastaların daha yüksek komplike apandisit ve geç başvuru oranlarına sahip olduklarını göstermiştir. Mülteci hastaların sonuçlarını etkileyen faktörleri belirlemek için gelecekte yapılacak araştırmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: This study aims to determine whether refugee patients are more likely to present with complicated appendicitis.
METHODS: Patients who were hospitalized and treated with the diagnosis of acute appendicitis in a single center between 2018 and 2020 were evaluated within the scope of this study, and the included patients were divided into two groups as refugees (n=140) and local patients (n=386). The primary outcome was complicated appendicitis rate, and the duration of symptoms, time to appendectomy, operation time, diagnostic modality, and length of hospital stay were also analyzed. According to operational diagnosis and pathology reports, cases were categorized as either non-complicated or complicated.
RESULTS: The complicated appendicitis rate, and the number of patients with symptoms lasting longer than 72 h were statistically more significant in refugee patients (p=0.009 and n: 186, p=0.000, respectively). The refugee patients had a younger mean age and a higher male patient rate which was statistically significant (p=0.000 for both). There was no significant difference between the groups concerning time to appendectomy, operation time, type of surgery, hospital length of stay, and diagnostic modality (p>0.05).
CONCLUSION: The findings of this study demonstrated that refugee patients have a higher complicated appendicitis rate and late admission rate, even though refugee patients have equal access to healthcare in our country. Future research is needed to identify factors affecting outcomes of refugee patients.

11.Exposure of married women to spousal violence: A community-based study in Eastern Turkey
Evrim Çelebi, Edibe Pirincci, Ayşe Birsen Durmuş
PMID: 34967431  PMCID: PMC10443171  doi: 10.14744/tjtes.2020.47012  Pages 69 - 77
AMAÇ: Kadına yönelik şiddet, kadınları eşitlik, güvenlik, haysiyet, öz değer ve temel özgürlüklerden yararlanma haklarından yoksun bırakan, kadınları değersizleştiren; kadınları erkeklere göre daha aşağı toplumsal bir durumda var olmaya zorlayan en önemli sosyal oluşlardandır ve sağlıklı toplumların oluşmasında önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu araştırma, Türkiye’nin Doğusunda yer alan Elazığ il merkezinde yaşayan 15 yaş ve üzeri evli kadınların eş şiddetine maruz kalma durumlarını belirlemek amacıyla yapıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Elazığ il merkezinde bulunan tüm aile sağlık merkezlerine gidilerek ilgili kayıtlardan sistematik örnekleme yapılarak 792 evli kadın seçildi. Veri toplama aracı olarak anket formu kullanıldı. Anket formu iki bölümden oluşmaktaydı. İlk bölümde katılımcıların yaşı, cinsiyeti, eğitim düzeyi, mesleği gibi demografik özelliklere ilişkin sorulara yer verilirken, ikinci bölümde şiddete maruz kalma durumlarını belirlemeye yönelik sorular soruldu. Anketler ev ziyaretleri yapılarak yüz yüze görüşme tekniği kullanılarak dolduruldu.
BULGULAR: Araştırmaya katılan kadınların %51.5’i fiziksel şiddete, %82.9’u sözel/duygusal şiddete, %39.7’si cinsel şiddete, %47.6’sı ekonomik şiddete maruz kalmıştı. Kadının ve eşinin eğitim düzeyinin düşüklüğü, ailenin ekonomik durumunun kötü olarak algılanması, kadının gelir getiren bir işte çalışmıyor olması eşi tarafından hem fiziksel şiddet hem de ekonomik şiddet görmesinin önemli bir faktör olabileceği bulundu.
TARTIŞMA: Elazığ il merkezinde yaşayan evli kadınlarda eş şiddeti maruziyeti yüksektir. Sorunun bireysel, ailesel toplumsal düzeylerde çözümüne yönelik eğitim ve hizmet sunulmalıdır.
BACKGROUND: Violence against women deprives women of their rights to enjoy equality, security, dignity, self-worth and fundamental freedoms and devalues them; is one of the most significant social facts that force women to exist at a lower social level than men and constitute a significant obstacle to the formation of healthy societies. This study was conducted to determine the status of exposure to spousal violence of 15 years and older married women living in the city center.
METHODS: Family health centers in Elazig Province were visited and 792 married women were selected from the related records by systematic sampling. As a data collection tool, a questionnaire form was used. The questionnaire consists of two parts. In the first part, participants were asked about demographic characteristics such as age, gender, education level, and profession, while in the second part, questions were asked to determine the extent of exposure to violence. Questionnaires were filled out using interview technique by making home visits.
RESULTS: It has been found that the low level of education of the wife and her spouse, perception of the economic situation of the family as being bad, and the fact that the woman does not work in an income-generating business can be an important factor in exposing to both physical violence and economic violence by her husband.
CONCLUSION: Conclusion: Rate of exposure to spousal violence is high in married women living in the city center of Elazig Province. Education and services should be provided for solving the problem at individual, familial, and social levels.

12.Deaths due to “patpat” accidents in the Black Sea Region, Turkey
Hüseyin Çetin Ketenci, Mehmet Altınok, Sait Özsoy, Halil Ilhan Aydoğdu, Muhammet Çelik, Nazım Ercüment Beyhun
PMID: 34967430  PMCID: PMC10443155  doi: 10.14744/tjtes.2020.46705  Pages 78 - 83
AMAÇ: Günümüzde tarımsal üretim yapan birçok yerde traktör tarla sürme yük taşıma gibi birçok amaçla kullanılmaktadır. Yaygın kullanım alanına sahip olan traktörlerin yerine zamanla daha basit ihtiyaçlara uygun tarım araçları imal edilmiştir. Çalışması esnasında çıkardığı yüksek motor sesinden ötürü “patpat” olarak adlandırılan ve asıl amacı tarla sürmek olan araç bunlara örnektir. Patpatlar römork eklenmiş iki tekerlekli tek akslı traktörlerdir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu tanımlayıcı çalışmada; Adli Tıp Kurumu Trabzon Grup Başkanlığı’nda 2006–2017 tarihleri arasında otopsileri yapılan “patpat” kazası ile ilişkili ölümlerde olay yeri inceleme belgelerindeki bilgiler, otopsi ve laboratuvar bulguları ışığında, olgulara ait tanımlayıcı bilgiler ve olguların ölüm nedenleri analiz edildi.
BULGULAR: Olgular ortalama 47.6±20.3 yıl (medyan: 57, dağılım: 10–75 yıl) olan 17 (%81) erkek ve dört (%19) kadından oluşmuştur. Kazaların %85.7’si (n=18) tek taraflı patpat kazası idi. Kaza sonrasında patpatların %52.4’ü (n=11) karayolununu kenarında, %33.3’ü (n=7) bir derenin kenarında veya dik bir vadinin altında bulundu. Kaza sebeplerinin %33.3 (n=7) olguda patpatın virajda devrilmesi ve %85.7’sinde (n=18) patpatın devrilmesi veya yan dönmesi olduğu tespit edildi. En sık yaralanma şekli kaza esnasında araçtan (%38.1, n=8) fırlamaydı. Olguların %66.7’sinde (n=14) ölen kişi patpat sürücüsü idi.
TARTIŞMA: Patpat kazaları; kullanım sıkılığı, denetime elverişli olmaması ve özellikle kullanıldığı coğrafyanın zorlu şartları nedeniyle ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
BACKGROUND: Overtime, agricultural machines have been designed appropriate to more simple needs, instead of tractors which have a wide area of use. An example of these is the “patpat,” so named because of the sound of the motor, and for which the main purpose is ploughing.
METHODS: A patpat is a single-axle, two-wheeled tractor with a trailer attached. In this descriptive study, the descriptive characteristics and causes of death were analyzed of case related to patpat accidents for which autopsies were performed by the Forensic Medicine Institution Trabzon Group Directorate between 2006 and 2017.
RESULTS: Information was retrieved from the scene of accident examination documents, and the autopsy and laboratory records. The 21 cases comprised 17 (81%) males and 4 (19%) females, with a mean age of 47.6±20.3 years (median: 57, range: 10–75 years). Of the total accidents, in 85.7% (n=18), no other vehicle was involved. Following the accident, 52.4% (n=11) of the patpats were found at the side of the road, and 33.3% (n=7) at the edge of a stream or at the bottom of a steep valley. The cause of the accident was determined to be that the patpat had overturned on a bend in 33.3% (n=7) cases and in 85.7% (n=18) of cases, the patpat was found overturned or on its side. The most common injury was being thrown from the vehicle (38.1%, n=8), and in 66.7% (n=14) of cases, the deceased was the patpat driver.
CONCLUSION: Patpat accidents are a serious problem because of the frequency of use of these vehicles without proper supervision and especially because of the hazardous topographical conditions where they are used.

13.Clinical outcome of pediatric hand burns and evaluation of neglect as a leading cause: A retrospective study
Abdulkadir Başaran, Mehmet Ali Narsat
PMID: 34967422  PMCID: PMC10443163  doi: 10.14744/tjtes.2020.13922  Pages 84 - 89
AMAÇ: Çocuk yanıklarının çoğu yakınında bir yetişkin varken meydana gelmektedir. Bu durum yanık nedeni olarak yetişkin dikkatsizliği veya ihmalinin rolünü düşündürmektedir. Bu çalışmanın amacı pediatrik el yanıkları hakkında klinik veriler sağlamak ve çocuklarda yanık yaralanmalarında ihmalin rolüne dikkat çekmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Eylül 2017–Ekim 2018 tarihleri arasında üçüncü basamak yanık merkezinde yatarak tedavi edilen çocuklar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, yanık etiyolojisi, olay yeri, yakınlardaki erişkin varlığı, fiziksel istismar veya ihmal varlığı, yanık toplam vücut yüzey alanı, yatış süresi ve komplikasyonlar kaydedildi.
BULGULAR: Yanık merkezinde yatarak tedavi edilen 335 pediatrik yanık hastası arasından el yanığı olan 89 hasta çalışmaya alındı. Hastaların %79.8’i 6 yaş altındaydı. Yanık kazalarının %88.8’i iç mekanlarda meydana gelmişti. El yanıklarının çoğu haşlanma yanığı idi. Hastaların %71.9’unda yanık yaralanması esnasında yakınlarda bir yetişkin vardı. El yanığı olan hastaların 19’u (%21.35) ihmal olarak değerlendirildi. Tüm ihmal olguları altı yaşın altındaydı.
TARTIŞMA: Pediatrik yanıklar çoğunlukla ev içerisinde ve yakınlarda bir yetişkin varken meydana gelmiştir. Sıcak içecek tüketme alışkanlıkları, mutfakta tehlikeli pişirme uygulamaları ve farkındalık eksikliği yanık kazasına yol açan bazı önemli konulardır. Etiyolojik bir neden olarak ihmal el yanıklarının %21.35’inde tespit edilmiştir. Tekrarlanan yanık yaralanmalarının önlenmesi için genel önlemlerin yanı sıra hastaların değerlendirilmesinde ihmal bulgularına özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir. Ebeveynin yetersiz denetim veya ihmali düşünüldüğünde resmi makamlara bildirimde bulunulmalıdır.
BACKGROUND: Majority of the pediatric burns happen when an adult is nearby the child. This suggests the role of adult carelessness or neglect as a cause of burns. The aim of this study is to provide clinical data on pediatric hand burns and to draw attention to the role of neglect in pediatric burn injuries.
METHODS: Children admitted to a tertiary burn center between September 2017 and October 2018 were included in the study. Epidemiological data including age, sex, etiology and place of injury, presence of caregiver nearby, physical signs of neglect or abuse, clinical outcomes including burned total body surface area, length of admittance, and complications were recorded.
RESULTS: A total of 335 pediatric burns were admitted to the burn center. Among them 89 patients with hand involvement were included in the study. Most of the patients were under the age of 6 (79.8%) and 88.8% of the burn accidents occurred indoors. Scalding was the main mechanism for hand burns. There was an adult nearby in 71.9% of the patients. Among patients with hand involvement, 19 (21.35%) were considered as neglect. All the neglect cases were under the age of 6.
CONCLUSION: Pediatric burn accidents occurred mainly at home, mostly with an adult around. Habits of drinking hot beverages, dangerous cooking practices and lack of awareness are some important issues leading to burn accident. Neglect is found in 21.35% of hand burns as the etiology. In addition to general preventive measures special attention should be paid to the signs of neglect in the evaluation of patients. These burns should also be reported to official services, as they may reflect inadequate supervision or neglect by the caregiver.

14.Urological injuries in the civil war of Libya
Özkan Onuk, Nusret Can Çilesiz, Arif Özkan, Elbrus Zarbaliyev, Nurten Dayıoğlu, Barış Nuhoğlu
PMID: 34967432  PMCID: PMC10443168  doi: 10.14744/tjtes.2020.57291  Pages 90 - 93
AMAÇ: Bu makalede Libya sivil savaşında genitoüriner yaralanma sonrası ileri inceleme ve tedavi amacıyla tarafımıza transfer edilen hastaların tedavi sonuçlarını değerlendirmeyi ve sunmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bir ya da daha fazla kombine 21 (%17.3) ürogenital yaralanması olan hasta olmak üzere toplam 121 yaralı hasta, Ekim 2014–Eylül 2016 arasında Yeni Yüzyıl Üniversitesi Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi’nde tedavi edildi.
BULGULAR: Yirmi bir hastanın 13’ünde (%61.9) patlayıcı silahlar, %8’inde (%38.1) mermi yaraları vardı. Yirmi bir hastanın yedisinde böbrek yaralanması (%33.4), beşinde (%23.8) üreteral yaralanma, beşinde (%23.8) mesane yaralanması, ikisinde (%9.5) skrotum, ikisinde (%9.5) penis yaralanması saptandı. Ürogenital sistem dışındaki organ yaralanmaları 21 hastanın tamamında eşlik etmekteydi. Böbrek yaralanması olan iki hastada nefrektomi yapıldı. Geri kalan hastalarda ürogenital organ rezeksiyonu yapılmadı. Ürogenital travma oranının karaciğer hasarı, genel enfeksiyon, kan transfüzyonu ve uzamış hastane yatışından daha fazla olduğu saptandı.
TARTIŞMA: Savaşla ilişkili cerrahi hastalarının ayrı ve standart olmayan bir kategori olarak ele alınması gerektiğini bilerek, her olgu ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Hastalar multidisipliner bir yaklaşımla değerlendirilmeli ve doktorlar morbidite ve mortaliteyi etkileyen enfeksiyonların farkında olmalıdır.
BACKGROUND: In this article, we aimed to evaluate results of patients who acquired various injuries during Libya civil war who then were transferred to our facility with genitourinary trauma for further assessment and treatment.
METHODS: A total of 121 wounded patients, including 21 (17.3%) with 1 or more combined urogenital injuries, were treated at Yeni Yüzyıl University Private Gaziosmanpaşa Hospital from October 2014 to September 2016.
RESULTS: Of the 21 patients, 13 (61.9%) were injured by explosive weapons, while the rest 8 (38.1%) had bullet wounds. The 21 urogenital injuries were to the kidney in 7 cases (33.4%), ureter in 5 (23.8%), bladder in 5 (23.8%), scrotum in 2 (9.5%), and penis in 2 (9.5%). There was associated damage to organs other than the urogenital system in 21 patients (100%). Two patients had nephrectomies performed on-site medical facility. The rest of patients had no urogenital organ resections. Urogenital trauma had higher rates of liver damage, generalized infection, blood transfusions, and longer hospital stay.
CONCLUSION: Knowing that war related surgery patients should be approached as a distinct and non-standard category, every case must be evaluated individually. Patients should be evaluated in a multidisciplinary approach and physicians should be aware of infections affecting morbidity and mortality.

15.An evaluation of the characteristics of orthopedic pediatric traumas during the COVID-19 pandemic lockdown period
Alper Köksal, Yalkin Çamurcu, Ferdi Dırvar, Furkan Yapıcı, Hakan Akgün, Ozan Kaya
PMID: 34967433  PMCID: PMC10443156  doi: 10.14744/tjtes.2020.67681  Pages 94 - 98
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, uygulanan sosyal izolasyon önlemlerinin COVID-19 pandemisine bağlı karantina döneminde pediatrik kırıkların özellikleri üzerindeki etkilerini araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Merkezimize 3 Nisan 2019–31 Mayıs 2019 (karantina olmayan dönem) ve 3 Nisan 2020–31 Mayıs 2020 (karantina dönemi) olmak üzere iki dönem arasında başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi. Grup 1, karantina olmayan dönemde tedavi edilen 743 hastadan oluşurken, Grup 2, karantina döneminde tedavi edilen 615 hastadan oluşuyordu. Hastaların tıbbi kayıtları ve radyografileri hastanemizin bilgisayar veri tabanı üzerinden gözden geçirildi. Ek olarak, hastaların yaşı, cinsiyeti, kesin tanı, travmanın anatomik yeri, travma tipi (kırık, çıkık, tendon yaralanması, bağ yaralanması, kırıklı çıkık, açık kırık vb.), pediatrik kırık tipi (deplase kırık, torus kırığı, epifiz kırığı, patolojik kırık, vb.) ve tedavi yöntemi (konservatif/cerrahi) kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı Grup 2’de anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.001). Gruplar arasında travmaların anatomik lokalizasyonu açısından anlamlı farklılıklar vardı (p<0.001). Travma tipleri, pediatrik travma ve tedavi gruplar arasında anlamlı olarak farklıydı (sırasıyla, p<0.001, p<0.001 ve p<0.001). Cerrahi tedavi sıklığı Grup 2’de anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.001).
TARTIŞMA: Sonuçlarımız, COVID-19 pandemisi sırasında hasta demografisinde ve kırık özelliklerinde önemli farklılıklar göstermiştir.
BACKGROUND: The purpose of this study is to investigate the effects of implemented social isolation measures on the characteristics of orthopedic pediatric traumas during this COVID-19 pandemic lockdown period.
METHODS: Patients who were admitted at our center between two time periods: April 3, 2019–May 31, 2019 (no lockdown period) and April 3, 2020–May 31, 2020 (lockdown period) were included to the study. Group 1 comprised 743 patients who were treated during no lockdown period, whereas Group 2 comprised 615 patients who were treated during lockdown period. Patients’ medical records and radiographs were reviewed through our hospital’s computer database. In addition, we recorded each patients’ age and gender, their definite diagnosis, the anatomic location of the trauma, the type of trauma (fracture, dislocation, tendon injury, ligament injury, fracture dislocation, open fracture, etc.), the type of pediatric fracture (displaced fracture, torus fracture, epiphyseal fracture, pathological fracture, etc.), and the treatment method (non-operative/operative).
RESULTS: The mean age of the patients was significantly lower in Group 2 (p<0.001). There were significant differences between the groups in terms of anatomic locations of the traumas (p<0.001). The types of the traumas, pediatric traumas, and treatment were significantly different between the groups (p<0.001, p<0.001, and p<0.001, respectively). The frequency of operative treatment was significantly higher in Group 2 (p<0.001).
CONCLUSION: Our results demonstrated significant differences in patients’ demographics as well as trauma characteristics during COVID-19 pandemic.

16.Comparison of different treatment techniques in the mandibular condyle fracture
Nihal Durmuş Kocaaslan, Beyza Karadede Ünal, Melekber Çavuş Özkan, Berşan Karadede, Özhan Çelebiler
PMID: 34967439  PMCID: PMC10443169  doi: 10.14744/tjtes.2020.94992  Pages 99 - 106
AMAÇ: Mandibula kondil kırıkları, intermaksiller fiksasyon (IMF) ile konservatif olarak veya açık redüksiyon ile tedavi edilmektedir. Birçok çalışmada bu tip kırıklar için optimal tedavi yöntemi tartışılmıştır. Bu çalışmada, mandibuladaki kondil kırıklarında uygulanabilecek konservatif teknikler ile cerrahi tekniğin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda 18–24 yaş arası kondil boynu kırığı tanısı konualarak üç farklı tedavi yöntemi ile tedavi edilmiş toplam 24 hastanın ameliyat öncesi ve sonrası arşiv bilgisayarlı tomografi kayıtları kullanılmıştır. Cerrahi müdahale uygulanmayan hastaların yaşına ve dişsel durumuna bağlı olarak intermaksiller fiksasyon (IMF) yapılabilmesi için toplamda 19 hastaya braketleme, ark bar ya da mini vida uygulanmış; sekiz adet hastaya sadece ortodontik IMF, 11 hastaya ise tek veya çift taraflı yükselticili okluzal splint IMF ile birlikte uygulanmıştır. Ayrıca beş hastaya da mini plak ile açık redüksiyon uygulanmıştır. Ortodontistler ve cerrahlar tarafından, klinik ve radyolojik olarak hastaların ameliyat öncesi ve altı aylık ameliyat sonrası değerlendirmeleri yapılmıştır.
BULGULAR: Tek taraflı kondil boynu kırığı olan hastalarda, iyileşme sonrasında, kondil ve mandibula’nın en çıkıntılı noktaları arasındaki uzaklık, etkilenmeyen taraf ile karşılaştırılarak IMF ile tedavi edilen hastalarda uzunluk farkı sadece 5.94 mm; braket ve splint uygulanan hastalardaki uzunluk farkı 3.36 mm (p<0.05); vidalı plaklar ile tedavi edilen hastalardaki uzunluk farkı 1.80 mm (p>0.05) olarak tespit edilmiştir. Lakin IMF, Oclusal Splint & IMF ve Mini Plak gruplarının, travma tarafı ve karşı taraf arasındaki karşılaştırmalarda gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark (p>0.05) bulunmamıştır. Travma öncesi oklüzyonları bilinmeyen hastaların oklüzyonlar ortodontist tarafından yeniden konumlandırıldı ve hiçbir hastada ankiloz, açık kapanış, ağız açmada kısıtlılık, fasiyal asimetri, laterognati veya retrognati görülmemiştir.
TARTIŞMA: Uygun olgularda IMF’nin oklüzal splint ile uygulanması, açık redüksiyondan daha konservatif ve kabul edilebilir bir tedavi yöntemidir.
BACKGROUND: Mandibular condyle fractures can be treated conservatively by intermaxillary fixation (IMF) or by open reposition and internal fixation. Although many studies have discussed for the optimal treatment method, the issue remains controversial. In this study, we aimed to compare conservative techniques in the mandibular condyle fractures.
METHODS: Twenty four unilateral condyle fracture patients aged between 18 and 48 years were treated according to one of three different modalities. Bracketing, arch bar or mini screw was applied to all non-surgery patients to obtain IMF. Eight patients were treated with only IMF meanwhile eleven patients were treated with one or double-sided amplifier occlusal splint according to the status of fractured segments, in addition to IMF. Remaining five patients have undergone open reduction and fractured segments immobilized with mini plates. Pre- and post-operative images were recorded with a computerized tomography device. Clinical and radiological examinations were performed by orthodontists and surgeons at baseline and at 6 months of treatment.
RESULTS: The condyle lengths of the patients with unilateral fracture after recovery were compared with the unaffected side. The length between the most protruding point of the condyle and the mandible was measured and the length difference was only 5.94 mm in patients who were treated by IMF. The length difference of patients who used brackets and splints was 3.36 mm (p<0.05). The length difference of patients who were repaired by plate screws was 1.80 mm (p>0.05). However, there was no statistically significant difference (p>0.05) between the groups in the IMF, occlusal splint and IMF and mini plate groups, between the trauma side and the opposite side. None of the patients developed ankylosis, open mouth, limitation of mouth opening, facial asymmetry, laterognathia, and retrognathia. The occlusion of the patients who were not known to have pre-trauma occlusions were directed, repositioned and provided an appropriate occlusion.
CONCLUSION: The use of IMF with an occlusal splint is a more conservative and acceptable treatment modality than open reduction in selected cases.

17.Can formation of avascular necrosis really be prevented in Delbet type 2 femoral neck fractures?
Mehmet Sait Akar, Şeyhmus Yiğit
PMID: 34967429  PMCID: PMC10443173  doi: 10.14744/tjtes.2020.33568  Pages 107 - 112
AMAÇ: Çocuklarda proksimal femur kırıkları oldukça nadir görülmektedir. Bu kırıklar avasküler nekroz, koksa vara, femurbaşı epifizinin erken kapanması gibi ciddi komplikasyonlarla sonuçlanabilmektedir. Bu çalışmanın amacı en çok görülen ve avasküler nekrozun yoğun olarak saptandığı delbet tip 2 kırıkların geriye dönük incelenmesini içermektedir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastanemizde Ocak 2009 - Haziran 2018 yılları arasında tedavi edilen Delbet tip 2 kırıkları olan 42 hasta tarandı. Hastaların, kırıkların oluşum mekanizması, kırığın deplase olup olmaması, eşlik eden yaralanmaların varlığı, cerrahi zamanlaması, açık ya da kapalı redüksiyon yapılması ve vidaların epifiz hattını geçip geçmemesi, AVN verileri geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Taranan 42 hastadan takip grafileri ve dosyaları tam olan 34 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 11.02 yıl (1–17 yaş arası), ortalama takip süresi 40.82 ay (24–98 ay) idi. Hastaların takip grafileri incelendiğinde dokuz hastada (%26.5) avasküler nekroz, iki hastada (%5.9) koksa vara, bir hastada (%2.9) kaynamama geliştiği saptandı. Yüksek enerjili yaralanması olan ve başlangıçta kırık deplasmanı fazla olan hastalarda AVN oranı anlamlı olarak daha yüksek saptandı (sırasıyla, p=0.034, p=0.047).
TARTIŞMA: Delbet tip 2 kırıklarda bulgularımıza göre, travmanın şiddeti ve kırığın ilk yer değiştirmesi dışında tedavi süreciyle ilgili faktörlerin avasküler nekroz (AVN) gelişimi üzerinde önemli bir etkisi yoktur. Bu hastalarda yaş AVN gelişimi için risk faktörü olarak belirlenmemiştir.
BACKGROUND: Fractures of proximal femur are rarely seen in childhood. These fractures can result in serious complications such as avascular necrosis (AVN), coxa vara, and early closure of the femoral epiphysis. The aim of this study is to investigate retrospectively the Delbet type 2 fractures that are commonly seen and has high rates of AVN.
METHODS: Forty-two patients whose Delbet type 2 fractures were treated in our hospital between January 2009 and June 2018 were analyzed. The patients’ mechanism of fracture formation, displacement of the fracture, presence of accompanying injuries, timing of surgery, open or closed reduction, whether the screws cross the epiphyseal growth plate epiphyseal line, and AVN data were analyzed retrospectively.
RESULTS: Of the 42 screened patients, 34 patients with complete follow-up graphs and files were included in the study. The mean age of the patients was 11.02 years (1–17 years old), and the mean follow-up time was 40.82 months (range 24 to 98 months). When the follow-up radiographs of the patients were examined, it was found that AVN in 9 patients (26.5%), coxa vara in 2 patients (5.9%), and non-union in 1 patient (2.9%). The AVN rate was significantly higher in patients with high-energy injuries and high fracture displacement at baseline (p=0.034 and p=0.047, respectively).
CONCLUSION: According to our findings in Delbet type 2 fractures, other than the severity of the trauma and the initial displacement of the fracture, factors related to the treatment process do not have a significant effect on the development of AVN. Age was not determined as a risk factor for the development of AVN in these patients.

CASE REPORTS
18.A case of soft tissue hematoma detected incidentally on 99m TC-labelled RBC gastrointestinal bleeding SPECT/CT
Rüya Erinç, Özge Vural Topuz, Müge Öner Tamam
PMID: 34967438  PMCID: PMC10443159  doi: 10.14744/tjtes.2020.90376  Pages 113 - 115
Bu çalışmada, kliniğimize başvuran 49 yaşında bir kadın hastanın kanama yerinin lokalize edilmesi amacıyla 99mTc işaretli RBC gastrointestinal kanama sintigrafisindeki rastlantısal bir bulgu sunuldu. Hastanın ayrıca kronik böbrek yetersizliği olup ve femoral kateterizasyon için çeşitli müdahaleler yapılmıştı. Takip sırasında sağ inguinofemoral bölgede büyük bir yumuşak doku hematomu olarak değerlendirilen ve daha sonra SPECT/CT ile doğrulanan artmış aktivite tutulumu gözlendi. Yirmi dördüncü saatte alınan geç görüntüde, karın sağ tarafındaki bağırsak hattı boyunca bir aktivite birikimi, alt gastrointestinal kanamanın kanıtı olarak görüldü.
We report an incidental finding on 99mTc-labelled RBC gastrointestinal bleeding scintigraphy of a 49-year-old female patient referred to our clinic in order to localize the bleeding site. The patient has also been suffering from chronic renal insufficiency and received several interventions of femoral catheterization. During the follow-up, an intense uptake was observed at the right inguinofemoral area which is evaluated as a large soft tissue hematoma and confirmed by SPECT/CT subsequently. On the 24th h delayed image an activity accumulation along the bowel trace on the right side of the abdomen was seen as evidence of lower gastrointestinal bleeding.

19.Delayed diagnosis and successful management of completely transected common hepatic duct in a blunt multitrauma patient
Mehmet Köstek, Özgür Bostancı, Tayfun Bilgiç, Muharrem Battal
PMID: 34967424  PMCID: PMC10443164  doi: 10.14744/tjtes.2020.22903  Pages 116 - 119
Ekstrahepatik safra yolu yaralanmaları nadirdir ve çoklu travma hastalarında kolayca gözden kaçabilmektedir. Safra yolu yaralanması olan hastalar bu konuda özel bir yaklaşım ile tedavi edilmelidirler. Bu yazıda, ana hepatik kanalın tamamen ayrıştığı bir olgu ve tedavi yaklaşımı tartışıldı. Stabil olmayan hastalarda hasar kontrol cerrahisi de kullanılabilmektedir. Otuz iki yaşında erkek hasta, acil servise darp nedeniyle oluşan çoklu travma sonucu getirildi. Radyolojik görüntülemede kranyal, nazal, lumbar vertebral ve kostal kırıklar, sağ böbreğe azalmış kan akımı ve perihepatik, perisplenik sıvı mevcuttu. Bu safhada acil cerrahi düşünülmeyen hasta nöroşirürji doktorları tarafından ameliyat edildi. Takiplerinde, ameliyat sonrası ikinci günde hasta genel cerrahi kliniğine devredildi ve tanısal laparotomi uygulandı. Ana hepatik kanal tamamen ayrışmıştı ve hastanın hemodinamik olarak stabil olmaması nedeniyle hastanın safra yolunun eksternal fistül şeklinde bırakılmasına karar verildi. Hasta ameliyat sonrası 10. gününde taburcu edildi. Hastanın klinik takiplerine devam edildi ve elektif şekilde roux-n-y hepatikojejunostomi uygulandı. Ekstrahepatik safra yolları klinik olarak nadir görülmekle birlikte kompleks multitravma hastalarında bu konuda şüphelenmek gereklidir. Hasarın boyutu her hasta için özeldir ve tamir için kullanılan cerrahi teknik zorlayıcı olabilmektedir
Extrahepatic bile duct injuries are very uncommon and easily be missed in multitrauma patients. Patients suffer from bile duct injuries need special approach to this situation. In this report, a case with total transection of common hepatic duct and treatment approach was presented. In unstable patients, damage control surgery can be applied. A 32-year-old male patient was brought to the emergency department after a beating that includes multiple blunt trauma. Radiological screening showed cranial, nasal, lumbar vertebral, and costal bone fractures, decreased blood flow to the right kidney and free perihepatic and perisplenic fluid. Neurosurgeons operated this patient at the day of admission and no plan for laparotomy was made for this patient at that time. Second day postoperatively patient was transferred to the department of surgery and exploratory laparotomy has been made. Common hepatic duct was fully transected and because of the patient’s hemodynamic instability, an external fistula has been made. The patient discharged 10th day postoperatively. The patient was operated after follow-up and a Roux-en-y hepaticojejunostomy has been made. Extrahepatic bile duct injuries are rare and high suspicion is important in complex multitrauma patients. Extent of the injury is unique for every patient and technical aspect of repair can be challenging.

20.Airway management of major blunt tracheal and esophageal injury: A case report
Kemalettin Koltka, Zerrin Sungur, Mehmet İlhan, Ali Fuat Kaan Gök, Emre Sertaç Bingül
PMID: 34967437  PMCID: PMC10443167  doi: 10.14744/tjtes.2020.81613  Pages 120 - 123
Trakeanın transeksiyonel yaralanmaları oldukça nadirdir ve bu durumla anestezistlerin başa çıkması zor olabilir. Künt travmaların içinde oldukça küçük bir yer kaplayan toraks yaralanmaları, travma sonrası ölümlerin %25’ini oluşturmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan solunum yolu hasarı %0.5–2 oranında görülür. Tek bir travma merkezinden yakın zamanda yapılan bir çalışmada, künt toraks yaralanmaları nedeniyle trakeobronşiyal hasar insidansı %0.4 olarak saptanmış. Trakeal transeksiyonu olan hastaların çoğu, hava yolu kaybı nedeniyle olay yerinde hayatını kaybeder. Hastalar çoğunlukla, ses kısıklığından solunum kollapsına kadar değişen klinik özellik yelpazesine sahiptir. Derialtı amfizem olası trakeobronşiyal hasarı (TBH) düşündürmesi gereken en yaygın bulgudur. Konservatif yaklaşımın olumlu sonucları nedeniyle acil cerrahi girişim nadiren tercih edilir. Künt toraks travmasına bağlı trakeobronşiyal yaralanma sonrası trakeal entübasyona rağmen zor ventilasyon kliniğine sahip bir vakanın yönetimini sunuyoruz. Bu hastalarda fiberoptik bronkoskop (FOB), bölgeyi ve yaralanmanın ciddiyetini göstermek ve boyun eksplorasyonu, trakeanın primer end-to-end anastomozu, trakeostomi, faringostomi ve beslenme jejunostomisini sırasında güvenli hava yolunu sağlamak için zorunlu görünmektedir.
Trans-sectional injuries of trachea are quite rare and can be extremely challenging for anesthesiologists to deal with. About 25% of post-traumatic deaths are due to thoracic traumas in which blunt injuries take a rather small place within and the resultant damage of respiratory tract is quite rare with an incidence of 0.5–2%. A recent review from a single trauma center revealed an incidence of 0.4% for tracheobronchial injury (TBI) due to blunt thoracic injuries. Most of the patients having tracheal transection lose their lives on the field due to loss of airway. Patients mostly present with a large spectrum of clinical features varying from hoarseness to respiratory collapse; though subcutaneous emphysema is the most common presenting sign which should remind possible TBI. Emergent surgery is preferred seldomly; such in cases of partial damage or because of late diagnosis, due to favorable outcome of conservative approach. Herein, we report the management of a case on TBI due to blunt thoracic trauma, experiencing difficult ventilation despite tracheal intubation. Fiber-optic bronchoscope (FOB) seems obligatory to visualize site and severity of injury and to ensure safe airway during procedures such as the neck exploration, primary end-to-end anastomosis of the trachea, tracheostomy, diversion pharyngostomy, and feeding jejunostomy.