p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 21 Issue : 3 Year : 2024

Quick Search




SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 21 (3)
Volume: 21  Issue: 3 - May 2015
EXPERIMENTAL STUDY
1.The effect of ligustrazin in intestinal ischemia reperfusion injury generated on rats
Hasan Polat, Özgür Türk, Bekir Yaşar, Onur Uysal
PMID: 26033647  doi: 10.5505/tjtes.2015.55212  Pages 163 - 167
AMAÇ: İnce bağırsak iskemi reperfüzyon (İR) hasarı ciddi ve sık görülen klinik bir durumdur. Birçok etiyolojik etkenin neden olduğu süperiyor mezenterik arter’in (SMA) tıkanmasının sonucudur. İnce bağırsak iskemisini sepsis ve çoklu organ yetersizliği takip edebilir.
Bu çalışmada vazodilatatör etkisi olan ligustrazin’in iskemik ince bağırsaklar üzerindeki etkilerini araştırmayı hedefledik.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk adet erkek Wistar cinsi sıçan randomize olarak üç gruba ayrıldı. Grup S’ye (n=7) sham operasyonu; Grup MI’ya (n=7) 45 dk’lık mezenterik iskemi ve takiben 60 dk’lık reperfüzyon; Grup MI+L’ye (n=7) 45 dk’lık mezenterik iskemi, takiben 60 dk’lık reperüzyon ve reperfüzyon başında 80 mg/kg ligustrazin intraperitoneal olarak verildi. Tüm sıçanlardan reperfüzyon sonunda doku malondialdehit (MDA) ve süperoksit dismutaz (SOD) düzeyi, doku nitrik oksit (NO) düzeyi için ince bağırsak doku örneği ve histopatolojik inceleme için jejunum ve ileum spesmeni alındı.
BULGULAR: Grup MI-L’de doku MDA ve doku NO düzeylerinin Grup MI’ya göre anlamlı olarak azaldığı saptandı. Doku SOD düzeyi ise Grup S’ye benzer olarak bulundu. Grup MI-L’de Jejunum ve ileumda İR hasarının histopatolojik göstergesi olan jejunum Chiu sınıflaması skorlarının Grup MI’ya göre anlamlı olarak azaldığı tespit edildi.
SONUÇ: Sonuç olarak, ligustrazin’in mezenterik İR’de hem biyokimyasal parametrelerde lipit peroksidasyonunu düzeltmekte, hem de histopatolojik skorlamada jejunum ve ileumdaki İR hasarının şiddetini azaltmaktadır.
BACKGROUND: Intestinal ischemia is a serious and common clinical status. It develops as result of superior mesenteric artery (SMA) obstruction caused by many etiologic factors. Sepsis and multiple organ failure could develop following intestinal ischemia. The present study aimed to investigate the effects of ligustrazin, which has a vasodilator impact on intestinal ischemia.
METHODS: Forty male Wistar rats were divided into three groups randomly. Sham operation was performed on Group S (n=7); mesenteric ischemia and then 60 minutes reperfusion of the intestine process was performed on Group MI (n=7); mesenteric ischemia and then 60 minutes reperfusion of the intestine process was performed and 80 mg/kg ligustrazin was administrated intraperitoneally on Group MI+L (n=7). Intestinal tissue samples were taken for tissue MDA, SDO and nitric oxide (NO) levels, and ileum and jejunum samples were taken for histopathologic examination.
RESULTS: Tissue MDA levels and tissue NO levels of Group MI-L was determined to have significantly decreased. Tissue SOD levels were found similar to Group S. Chiu classification score of the jejunum and ileum was determined to have decreased in Group MI-L compared to Group MI.
DISCUSSION: As a result of this study, Ligustrazin was found to adjust lipid peroxidation in biochemical parameters during mesenteric I-R and decrease the severity of damage of I-R on the histopathological scores of the jejunum and ileum.

2.Comparison of early surgical alternatives in the management of open abdomen: a randomized controlled study
Ahmet Rencüzoğulları, Kubilay Dalci, Ismail Cem Eray, Orcun Yalav, Alexis Kofi Okoh, Tolga Akcam, Abdullah Ulku, Gurhan Sakman, Cem K Parsak
PMID: 26033648  doi: 10.5505/tjtes.2015.09804  Pages 168 - 174
AMAÇ: Abdominal kompartman sendromu (AKS), sınırlı bir anatomik alana sahip karında basıncın akut ve patolojik artışı ile karakterize olup, tedavi edilmediği takdirde yüksek oranda mortaliteyle sonuçlananan klinik bir durumdur. Karıniçi basıncın progresif yükselmesi sonucu ortaya çıkan bu sendromun etkileri sistemik olarak ortaya çıkar. Abdominal kompartman sendromunun tedavisi, artmış karıniçi basıncın düşürülmesidir. Dekompresif
laparotomi kararını vermede en önemli kriter hastanın klinik tablosudur. Grade 3 ve 4 hastalarda dekompresif laparatomiyi takiben ameliyat sonrası karıniçi basıncın tekrar yükselmesini engellemek için karın kapatılmaz, açık abdomen uygulanır. Bu çalışmada, dekompresif laparotomi uygulanmış evre 3 ve 4 AKS’li hastalara geçici karın kapatılmasında kullanılan Vacuum-assisted closure (VAC) ve Bogota bag yöntemlerinin randomize ileriye yönelik değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya Şubat 2007 ile Eylül 2010 tarihleri arasında Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Yoğun Bakımı’na travma, geçirilmiş cerrahi sonrası ya da medikal takiplerinin izlemi sırasında AKS gelişmiş ve tedavilerinin bir parçası olarak dekompresif laparotomi uygulanmış 40 hasta alındı. Hastalar ardışık randomizasyon yöntemi ile VAC ve Bogota bag olmak üzere iki gruba ayrıldı. Geçici karın kapama yöntemleri olan bu yöntemlerin sonuçları gruplar arasında randomize ileriye yönelik olarak klinik, laboratuvar, morbidite ve mortalite yönünden karşılaştırılarak değerlendirilldi.
BULGULAR: Her iki gruptaki hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi ve yandaş hastalıkları gibi demografik özellikleri arasında anlamlı fark yoktu. AKS gelişen hastalarda etiyolojik faktörler arasında en sık neden 12 hastada (%30) görülen gastrointestinal sistem perforasyonu idi. İnsizyon boyutu ölçümlerinde VAC grubunda daha anlamlı bir azalma vardı. Hastanın primer fasya kapatılması için uygun hale gelmesi için geçen zaman VAC grubunda 16.9 gün iken, Bogota bag’li grupta 20.5 gün idi. Karıniçi basıncı düşürme değerlendirildiğinde; her iki grupta 1., 4. ve 7. günlerde benzer oranlarda düşme saptanırken, ameliyat sonrası 14. günde VAC grubunda anlamlı olarak daha fazla düşme saptandı. Mortalite gelişen hasta sayısı 12 (%30) iken, beş (%12.5) hasta VAC grubuna, yedi (%17.5) hasta Bogota bag grubuna aitti.
TARTIŞMA: Bulgulara dayanarak geçici karın kapama yöntemi olarak VAC uygulamasının daha uygun olduğu kanaatindeyiz.
BACKGROUND: Abdominal compartment syndrome (ACS) is a clinical syndrome characterized by progressive intraabdominal organ dysfunction resulting from an acute increase in intra-abdominal pressure (IAP). In the absence of prompt treatment, ACS can
lead to lethal organ failure. Treatment of ACS is achieved by immediate decompression of the abdominal cavity. As to how and when decompression laparotomy should be performed depends on the clinical condition of the patients. There is limited data regarding outcomes of abdominal closure techiques. The present study aimed to investigate two different temporary closure methods, the vacuum assisted closure (VAC) and Bogota bag techniques, in 40 patients who underwent decompressive laparotomy as part of the management of ACS.
METHODS: The study included 40 patients who developed ACS during follow-up or following trauma and abdominal surgery. As part of the treatment for ACS, these patients underwent decompressive laparotomy at the Cukurova University Medical Faculty, General Surgery Department and followed up in the Intensive Care Unit of the same hospital. VAC and Bogota bag procedures were performed as temporary closure methods for the treatment of ACS. Patients were randomly assigned to each of the two groups according to the temporary closure method performed. Clinical, laboratory, mortality and morbidity results of the patients in both groups were compared.
RESULTS: Demographic features of the patients (age, sex, body mass index, co-morbidities) were similar between the two groups. The most common reason of ACS was gastrointestinal perforation in 12 (30%) patients. Decrease in incision width was significantly faster in the VAC group than in the Bogota group. Primary closure of fascia was considered appropriate in 16.9 days in the VAC group and 20.5 days in the Bogota bag group. The decrease in abdominal pressure was similar between the two groups on days 1, 4 and 7 but appeared to be significantly lower on day 14 in the VAC group. 12 patients (30%) died during the study. Among the deceased patients, 5 (12%) were in the VAC group, whereas, 7 (17.5%) belonged to the Bogota bag group.
CONCLUSION: Based on these results, it is suggested that VAC has advantages when compared to the Bogota bag as a temporary closure method in the management of abdominal compartment syndrome.

ORIGINAL ARTICLE
3.Assessment of the relation of violence and burnout among physicians working in the emergency departments in Turkey
Bulent Erdur, Ahmet Ergın, Aykut Yuksel, İbrahim Türkçüer, Cuneyt Ayrik, Bora Boz
PMID: 26033649  doi: 10.5505/tjtes.2015.91298  Pages 175 - 181
AMAÇ: Şiddet ve tükenmişlik hekimler arasında sık görülmektedir ancak ilişkileri açık değildir. Acil ünitelerinde çalışan hekimlerde şiddeti ve tükenmişlik üzerindeki muhtemel etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu kesitsel çalışmaya Denizli Pamukkale Üniversitesi Hastanesi, il, ilçe hastaneleri, 112 Acil Servis ve özel hastanelerin acil birimlerde çalışan tüm hekimler alındı. Veriler, katılımcıların kendi kendilerine uyguladıkları Maslach Tükenmişlik Ölçeğinin Türkçe versiyonu, şiddetin failleri ve demografik bilgiler hakkındaki sorulardan oluşan bir anket vasıtasıyla elde edildi. Ayrıca katılımcıların acil hekimi sertifika programından önceki bir ay boyunca maruz kaldığı veya tanıklık ettiği herhangi bir sözlü ya da fiziksel şiddet ankette soruldu.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 174 hekim (hedef grubun %85) alındı. Katılımcıların çoğu 24 ve 59 yaş aralığında, ortalama yaş 36.8±5.8 yıl idi. Şehir merkezindeki hastanede çalışanların çoğunluğunu evli erkek hekimler oluşturmaktaydı. Duygusal tükenme, toplam şiddet (p=0.012) ve sözel şiddet (p=0.016) arasında; duyarsızlaşma, toplam şiddet (p=0.021) ve sözel şiddet (p=0.012) arasında anlamlı bir ilişki vardı.
TARTIŞMA: Elde ettiğimiz sonuçlar, acil birimlerinde çalışan hekimlerin yaşadığı tükenmişlik ve şiddet arasında güçlü bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. Acil servisteki şiddet, hekimlerin refahı üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.
BACKGROUND: Violence and burnout are frequently seen among medical doctors; however, the relation is not clear. This study aimed to assess the violence and its possible effects on burnout in physicians working in emergency units.
METHODS: This cross-sectional study targeted all physicians working in the emergency units of Pamukkale University Hospital, County and City Hospitals, 112 Emergency Services, and Private Hospitals in Denizli. Data were obtained by means of a self-administered questionnaire that consisted of questions on the demographics of the participants, Turkish version of the Maslach Burnout Inventory, and of the perpetrators of violence. What was also documented on the questionnaire was whether participants had been subjected to or had witnessed any verbal or physical violence during the previous one month of emergency physicians’ certification program.
RESULTS: A total of one hundred and seventy-four physicians were included into the study (85% of the targeted group). Many of the participants were between 24 and 59 years of age, with a mean age of 36.8±5.8 years. Married male doctors working in the City Hospital made up the majority. There were significant associations between emotional exhaustion and total violence (p=0.012) and verbal violence (p=0.016); depersonalization and total violence (p=0.021) and verbal violence (p=0.012).
CONCLUSION: The results presented here indicated that there was a strong relation between burnout and violence experienced by physicians working in emergency units. Violence in the emergency department has a substantial effect on the physicians’ well-being.

4.The analysis of scoring systems predicting mortality in geriatric emergency abdominal surgery
Murat Özban, Onur Birsen, Mahmut Şenel, Akın Özden, Burhan Kabay
PMID: 26033650  doi: 10.5505/tjtes.2015.05046  Pages 182 - 186
AMAÇ: Cerrahi sonuçların doğru ölçümü, hastane ve cerrahın doğru değerlendirilmesi, olgudan bağımsız olarak mortalite tahmin yöntemleri tarafından yapılır. Bu çalışmanın amacı, mortaliteyi etkileyen faktörleri analiz etmek, klinik deneyimimizi ve hasta profilimizi sunmak ve bu hastalarda farklı skorlama sistemlerinin kullanımını araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2004-2008 yılları arasında majör abdominal acil cerrahi geçirmiş 112 yaşlı hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. APACHE II, ODIN, SAPS II genişletilmiş, P-POSSUM, Manheim peritonit skoru, Charlson komorbidite indeksi, Goldman ve ASA skorları hesaplandı. Bu skorlama sistemlerinin mortaliteyi öngörme açısından duyarlılık, pozitif prediktif değer ve odds oranları hesaplandı.
BULGULAR: Hastalarımız için tüm mortalite oranı %33.9 oldu. Bu çalışmada mortaliteyi etkileyen faktörler başlangıç şikayeti, yoğun bakım ihtiyacı, mekanik ventilasyon ihtiyacı ve süresi, peritonit varlığı ve eşlik eden hastalık durumu olarak belirlendi.
TARTIŞMA: Buna göre, bizim çalışmamızda APACHE II skorlama sisteminin bu grup hastalarda mortalite riskini öngörmede daha gerçekçi sonuçlar verdiği saptanmıştır.
BACKGROUND: Accurate measurement of surgical outcomes, proper evaluation of hospitals and surgeons regardless of case can be performed by mortality prediction models. The aim of this study was to analyze factors affecting mortality, present our clinical experience and patient profile and evaluate different scoring systems in use of these patients.
METHODS: A retrospective review of one hundred and twelve geriatric patients who underwent major abdominal emergency surgery between 2004 and 2008 was performed. APACHE II, ODIN, SAPS II expanded, P-POSSUM, Manheim peritonitis and Charlson comorbidity index, Goldman and ASA scores were calculated using patient data. Sensitivity, positive predictive value and Odd’s ratio were calculated to predict the mortality for these scoring systems.
RESULTS: The overall mortality rate for our patients was found 33.9%. The factors affecting mortality in this study were found to be the duration of initial complaint, requirement of intensive care unit, requirement of mechanical ventilation and its duration, the presence of coexisting disease and peritonitis.
CONCLUSION: According to our study, in this particular group of patients, APACHE II scoring system is more valid and accurate in estimating the mortality risk when compared to other scoring systems.

5.Repairing post burn scar contractures with a rare form of Z-plasty
Nazım Gümüş
PMID: 26033651  doi: 10.5505/tjtes.2015.97404  Pages 187 - 192
AMAÇ: Erken yanık tedavisinde birçok önlemler alınmasına rağmen, yanık sonrası kontraktürler yanık hastalarında hala ciddi bir problem olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada, gevşetme kesisi ile birleştirilmiş bir Z-plasti şekli skar kontraktürlerinin düzeltilmesinde kullanıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ameliyattan önce kontraktür çizgisi üzerine gevşetme kesisi ile birleştirilmiş bir Z ilerletme çevirme flebi çizildi. Gevşetme kesisi kontraktür çizgisi üzerinde romboid şekilli bir deri kaybı oluşturdu. Ardından, Z-plastinin her iki bacağı kesildi. Fleplerin hazırlanması sonrasında, romboid deri kaybını kapatmak için fleplerin ilerletme ve çevirmesi yapıldı. Cilt altı dokunun yanısıra, deri kenarları dikişlerle yaklaştırıldı.
BULGULAR: Bu çalışma Z ilerletme çevirme flebi ile başarılı olarak tedavi edilmiş yanık sonrası skar kontraktürüne sahip 16 hastayı kapsadı. Yöntem, flep nekrozu, dikiş açılması, flep kaybı, enfeksiyon ve hematom gibi herhangi bir büyük komplikasyonla karşılaşılmadan kullanıldı. Tüm ilerletilip çevrilen flepler sorunsuz iyileşti. Biri dışında tüm hastalarda, etkili kontraktür gevşemesi bir veya iki Z-plasti kullanarak elde edildi. Ciddi üst ekstremite kontraktürü olan bir hastada, yetersiz gevşemeye bağlı az bir miktar artık kontraktür kaldı.
TARTIŞMA: Hafif kontraktürler için bu Z-plasti işlemi değerlendirildiğinde, yöntem güvenli, basit ve etkili olup, yanık sonrası kontraktürlerin düzeltilmesinde yeni bir seçenek sunmaktadır.
BACKGROUND: Although many precautions have been introduced into early burn management, post burn contractures are still significant problems in burn patients. In this study, a form of Z-plasty in combination with relaxing incision was used for the correction of contractures.
METHODS: Preoperatively, a Z-advancement rotation flap combined with a relaxing incision was drawn on the contracture line. Relaxing incision created a skin defect like a rhomboid. Afterwards, both limbs of the Z flap were incised. After preparation of the flaps, advancement and rotation were made in order to cover the rhomboid defect. Besides subcutaneous tissue, skin edges were closely approximated with sutures.
RESULTS: This study included sixteen patients treated successfully with this flap. It was used without encountering any major complications such as infection, hematoma, flap loss, suture dehiscence or flap necrosis. All rotated and advanced flaps healed uneventfully.
In all but one patient, effective contracture release was achieved by means of using one or two Z-plasty. In one patient suffering severe left upper extremity contracture, a little residual contracture remained due to inadequate release.
CONCLUSION: When dealing with this type of Z-plasty for mild contractures, it offers a new option for the correction of post burn contractures, which is safe, simple and effective.

6.The frequency of type 2 second-degree and third-degree atrioventricular block induced by blunt chest trauma in the emergency department: A multicenter study
Banu Şahin Yıldız, Mehmet Ali Astarcıoğlu, Nazire Başkurt Aladağ, Ahmet Çağrı Aykan, Hakan Hasdemir, Alparslan Şahin, Mustafa Yıldız
PMID: 26033652  doi: 10.5505/tjtes.2015.04763  Pages 193 - 196
AMAÇ: Künt göğüs travmasını takiben tip 2 ikinci derece atriyoventriküler blok (Mobitz II) ve üçüncü derece atriyoventriküler blok iletim bozuklukları oldukça nadirdir. Dahası, travmayı takiben oluşan bu disritmilerden sorumlu patofizyolojik mekanizmalar henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Biz travma ile ilişkili bu disritmilerin sıklığını tespit etmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Acil servise başvuran ardışık Mobitz II ve üçüncü derece atriyoventriküler bloklu 253 hasta, Ocak 2012 ile Mart 2013 tarihleri arasında değerlendirildi. Mobitz II ve üçüncü derece atriyoventriküler blok ve travma ile ilişkili sadece dört hasta mevcut çalışmaya alındı. Atriyoventriküler blok düzeyi elektrokardiyografik özelliklere göre tanımlandı.
BULGULAR: 253 hastanın sadece dördü (ortalama yaş: 40.2±19.7 yıl, iki erkek) travma ile ilişkili bulundu. Tüm hastaların koroner anjiyografi veya çok kesitli bilgisayarlı tomografi ile koroner arterleri normal saptandı. Kalıcı kalp pili üçüncü derece atriyoventriküler bloğu olan iki hastaya takıldı. Hastaların hiçbirinde koroner arter hastalığı ve hipertansiyon yoktu.
TARTIŞMA: Literatürde künt göğüs travmasına bağlı iletim kusurları nadir görülen klinik olgulardır ve genellikle geçici olmaktadır. Bu nedenle künt göğüs travması olan hastaların başvuru sırasında ve takiplerde atriyoventriküler blok açısından elektrokardiyografik değerlendirilmesi gerekir.
BACKGROUND: Conduction disturbances including type 2 second-degree atrioventricular block (Mobitz II) and third-degree atrioventricular block following blunt chest trauma are probably rare. Moreover, the pathophysiological mechanisms responsible for this rare dysrhythmia following trauma are not well understood yet. In this study, it was aimed to identify the frequency of this dysrhythmia associated with trauma.
METHODS: Two hundred and fifty-three consecutive Mobitz II block and third-degree atrioventricular block patients admitted to the Emergency Department of Internal Medicine between January 2012 and March 2013 were evaluated. Only four patients with Mobitz II block and third-degree atrioventricular block associated with trauma were enrolled into the present study. The level of atrioventricular block was defined according to electrocardiographic characteristics.
RESULTS: Only four (mean age: 40.2±19.7 years, two male) of 253 patients were associated with trauma. All patients had normal coronary arteries in coronary angiography or multislice computed tomography. Permanent pacemaker was performed in two patients with third-degree atrioventricular block. None of the patients had coronary artery disease or hypertension.
CONCLUSION: Rare clinical cases in the literature confirm that blunt chest trauma can cause conduction defects, which are usually transient. However, patients with blunt chest trauma must need an electrocardiographic evaluation for atrioventricular block upon admission and in the follow-up period.

7.Fixation of distal femoral fractures: Restoration of the knee motion
Elsayed Ibraheem Elsayed Massoud
PMID: 26033653  doi: 10.5505/tjtes.2015.00490  Pages 197 - 203
AMAÇ: İyileşmiş distal femur kırıkları diz hareketlerinde çeşitli derecelerde kayıplara neden olmaktadır. Günlük aktiviteler için yere çömelme ve oturma gereği duyan Doğu toplumları için ciddi bir sorundur. Bu çalışmanın amacı, distal femur kırıklarında kondil destek plağı ve dinamik kondil vidası (DKV) kullanımının sonuçlarını karşılaştırmaktı. İncelenen implantların teknik uygulamasının optimizasyonunda klinik deneyimlerimizi sunduk.
GEREÇ VE YÖNTEM: İki gruba ayrılmış (plak ve DCS) 57 hastanın 59 distal femur kırıkları kondil destek plağı veya DKV ile tedavi edilmiş ve ileriye yönelik olarak 24 ay izlenmiştir.
BULGULAR: Plak grubu için kırıkların %67’sinde yeterli redüksiyon ve %13.3’ünde varus angülasyonu bildirilmiştir. DKS grubunda kırıkların %72.4’ünde yeterli redüksiyon ve %17’sinde posteriyor angülasyon bildirilmiştir. Her iki grupta redüksiyon yetersizliğinin diğer nedenleri de rapor edilmiştir. Plak grubundakilerin %50 ve DKS grubundakilerin %55’inde tam olarak diz hareket erimi gerçekleşmiştir. Plak ve DKS grubunda sırasıyla %75 ve %90 oranında tatmin edici fonksiyonel sonuçlar bildirilmiştir.
TARTIŞMA: Diz kinematiğinin restorasyonu açısından her iki implant ile hemen hemen benzer sonuçlar elde edilmiştir. Kondil destek plağı ve DKS teknik açıdan optimal düzeye getirilebilir.
BACKGROUND: Most of healed lower femoral fractures resulted in various degree of loss of the knee motion. Flexion deficit is a serious problem for the Eastern persons that are where squatting and sitting on the ground are necessary for daily activities. The aims of this study were to compare outcomes of using condylar buttress plate and dynamic condylar screw (DCS) in treatment of distal femoral fractures. Secondly, we present our clinical experience for optimizing the technical application of the studied implants.
METHODS: Two groups (plate and DCS) of 57 patients were treated for 59 lower femoral fractures with condylar buttress plate or DCS and followed prospectively for 24 months.
RESULTS: Plate group reported adequate reduction in 67% and varus angulation in 13.3% of the fractures. DCS group reported adequate reduction in 72.4% and posterior angulations in 17% of the fractures. Other reasons for inadequacy of reduction were reported in both groups. Full knee motion range was achieved in 50% of plate group and in 55% of DCS group. 75% and 90 % satisfactory functional outcomes were reported in the plate and DCS groups respectively.
CONCLUSION: Both implants nearly achieved equal results concerning restoration of knee motion range. The condylar buttress plate and DCS are liable for technical optimization.

8.Evaluation of the medical malpractice cases concluded in the General Assembly of Council of Forensic Medicine
Yüksel Aydın Yazıcı, Humman Şen, Suheyla Aliustaoğlu, Yiğit Sezer, Cengiz Haluk İnce
PMID: 26033654  doi: 10.5505/tjtes.2015.24295  Pages 204 - 208
AMAÇ: Malpraktis sağlık hizmetlerinin sunulması sırasında kusurlu hareket edilmesi sonucu ortaya çıkan olaylardır. Tıp uygulamaları içerisinde, yapılan hataların tümü tıbbi uygulama hatası olmadığı gibi tıbbi uygulama hatalarının tümü de zararla ve dolayısıyla hukuki bir süreçle sonuçlanmamaktadır. Tedavi sürecinde gelişen zarar hem komplikasyon, hem de tıbbi uygulama hatası sonucunda ortaya çıkabilir. Bu çalışma ile Türkiye’de tıbbi uygulama hatası iddiası ile mahkemelere yansımış tartışmalı olguların Adli Tıp Genel Kurulu tarafından düzenlenmiş raporlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız, Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu’na 2000 ile 2011 yılları arasındaki 11 yılı kapsayan bir dönemde, tıbbi malpraktis iddiası ile gelen tüm olguları (n=330) kapsamaktadır.
BULGULAR: Çalışmamızda Genel Kurulca değerlendirilen 330 olgunun %33.3’ünde “tıbbi uygulama hatası” olduğu tespit edildiği saptanmıştır. Bunlar kendi içinde değerlendirildiğinde %14.2’sini yanlış ya da eksik tedavi ve ameliyatın yapılması, tedavide yanlış ilaç kullanılması, gerekli inceleme yapılarak doğru tanı konulmasında geç kalınması, yapılan işlemlerin tıp kurallarına uygun olmadığı ve yapılan eylem ile kişide gelişen zarar arasında illiyetin olduğu tedavi hataları oluştururken, %9.7’sini tanı konulamaması, hatalı tanı, konsültasyon istenmemesi, bir üst merkeze sevk edilmemesi, ameliyat sonrası gelişen komplikasyonu zamanında tanımayarak müdahale edilmemesi gibi tanı hataları, %8.8’ini gereken özen ve dikkatin gösterilmediği, ameliyat sonrası gerekli takibin yapılmadığı, gerekli bilgilendirmenin yapılmadığı, hasta için çağrıldığı halde göreve gelmediği, uygun olmayan şartlarda müdahale edildiği özen eksiklikleri, %0.3’ünü meslekte acemiliğin neden olduğu hatalar, %0.3’ünü sağlık sistemindeki aksaklıklar nedeniyle idarenin hatasının olduğu görüldü.
TARTIŞMA: Tıbbi uygulama hatalarının kontrol altına alınabilmesi için bu hataların iyi analiz edilmesi çok değerlidir. Hataların sağlık hizmetinin hangi aşamasında, hangi basamakta kimler tarafından yapıldığının araştırılması, sağlık hizmeti esnasında yapılan tüm inceleme ve tedavilerin, takiplerin düzenli ve doğru tutulması hem mesleki hem de adli tıbbi uygulamaların standardize edilmesi için önemli bir referans oluşturacaktır.
BACKGROUND: Malpractice is an occasion that occurs due to defective treatment in the course of providing health services. Neither all of the errors within the medical practices are medical malpractices, nor all of the medical malpractices result in harm and judicial process. Injuries occurring at the time of treatment process may result from a complication or medical malpractice. This study aims to evaluate the reports of the controversial cases brought to trial with the claim of medical malpractice, compiled by The Council of Forensic Medicine.
METHODS: Our study includes all of the cases brought to the Ministry of Justice, Council of Forensic Medicine General Assembly with the claim of medical malpractice within a period of 11 years between 2000 and 2011(n=330).
RESULTS: In our study, we saw that 33.3% of the 330 cases were detected as “medical malpractice” by the General assembly. Within this 33.3% segment cases, 14.2% of them resulted from treatment errors such as wrong or incomplete treatment and surgery, use of wrong medication, running late for a true diagnosis after necessary examination, inappropriate medical processes as well as applied treatment having causality with an emergent injury to the patient. 9.7% of them emerged from diagnosis errors like failure to diagnose, wrong diagnosis, lack of consultation request, lack of transfer to a top centre, lack of intervention resulting from not recognizing the postoperative complication on time. 8.8% of them occurred because of careless intervention such as lack of necessary care and attention, lack of post operation follow-ups, lack of essential informing, absenteeism when called for a patient, intervention under suboptimal conditions. Whereas 0.3% of them developed from errors due to inexperience, 0.3% of them were detected to have occurred because of the administrative mistakes following malfunction of healthcare system.
CONCLUSION: It is very important to analyze the errors properly in order to get the medical malpractice under control. Going through the errors, on which process of health service they occur and their owners; keeping the record of all examinations and treatments in the course of health service regularly and properly will be a cornerstone for both occupational and forensic medicine practices to be standardized.

9.The impact of obesity on the outcomes of the patients operated on due to Schatzker type I and type II tibial plateau fractures
Gültekin Sıtkı Çeçen, Deniz Gülabi, Gökhan Pehlivanoğlu, Nurzat Elmalı, Akif Teköz
PMID: 26033655  doi: 10.5505/tjtes.2015.39197  Pages 209 - 215
AMAÇ: Schatzker tip I ve tip II tibia plato kırıklarında tedavi sonuçlarının klinik ve radyolojik olarak değerlendirilmesi ve bu sonuçlara vücut kitle indeksinin (VKİ) etkisinin araştırılması.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma, Schatzker tip I ve tip II tibia plato kırığı nedeniyle ameliyat edilen 64 olgu (44 erkek [%68.8], 20 kadın [%31.3]; ortalama yaş 21-80; dağılım 45.05±13.47) ile yapıldı. Klinik ve radyolojik sonuçlar Rasmussen skorlarına göre değerlendirildi. Değerlendirme sırasında VKİ saptandı. Obezitenin klinik ve radyolojik sonuçlar üzerindeki etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Schatzker tip II olgularda Rasmussen klinik skorları ile yaş arasında ters yönde %48.4 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunduğu saptandı (p<0.01).
SONUÇ: Tip II kırıklarda obez hastaların klinik ve radyolojik sonuçları normal kilosu olan hastalara göre kötü olarak bulundu. Obezite kısa sürede çözümlenebilecek bir sorun olmadığı için bu gurup hastalarda tedavi başarısını artırmanın, ancak yakın takip ve rehabilitasyonun yeterince yapılması ile mümkün olabileceğini düşünmekteyiz.
BACKGROUND: This study aimed to conduct a clinical and radiological analysis of treatment results in Schatzker type I and type II tibial plateau fractures and investigate the effect of Body Mass Index on these results.
METHODS: A total of 64 patients (44 male [68.8%], 20 female [31.3%]; mean age 21-80; range 45.05±13.47 years) undergoing surgery for Schatzker type I and type II tibial plateau fractures were included into the study. Clinical and radiological results were evaluated according to Rasmussen scores. During evaluation, BMI of the patients was reported. The effects of obesity on these clinical and radiological results were further evaluated.
RESULTS: In Schatzker type II cases, there was an indirect 48.4% statistically significant relation (p<0.01) between Rasmussen Clinical scores and age.
DISCUSSION: In Type II fractures, the results of obese patients were found to be worse when compared to patients with normal weight. While obesity is not a problem which can be overcome in a short time interval, close follow-up and careful rehabilitation are essential to achieve good results in this group of patients.

10.The importance of electrocardiography in the clinical course of electric injuries
Aslı Vural, Taner Sarak, Selahattin Vural, Ahmet Çınar Yastı
PMID: 26033656  doi: 10.5505/tjtes.2015.22623  Pages 216 - 219
AMAÇ: Bu çalışmada, elektrik yaralanması nedeniyle başvuran hastaların demografik ve klinik özellikleri, elektrik akımı türleri ve hastaların elektrokardiyografi bulgularının klinik gidişte öneminin incelenmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastanemiz yanık tedavi merkezinde 2011-2012 yılları arasında elektrik yaralanması nedeniyle yatarak tedavi edilen 53 hasta (50 erkek [%94.3], 3 kadın [%5.7]; ortalama yaş 34.5±9.6; dağılım 19-61 yaş) geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik ve klinik özellikleri, elektrokardiografi (EKG) bulguları ve klinik sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların beşi yüksek gerilimli akımla, 48’i düşük gerilimli akımla yaralanmıştı. Geliş elektrokardiyografilerinde 27’si normal iken 12’sinde sinüs taşikardisi, üçünde atriyal fibrilasyon, yedisinde sağ dal bloğu, dördünde ventriküler erken atım saptandı. Geliş EKG’si normal sinüs ritmi, sağ dal bloğu ve ventriküler erken atımı olan hastalarda ölüm görülmedi. Sinüs taşikardisi olan dört hasta, atriyal fibrilasyonu olan bir hasta hayatını kaybetti (p=0.007). Elektrik akımı türünün elektrokardiyografiye etkisine bakıldığında, yüksek gerilime maruz kalan iki hastada normal sinüs ritmi, iki hastada sinüs taşikardisi, bir hastada atriyal fibrilasyon izlendi.
SONUÇ: Elektrik yaralanmalarında, hastaların geliş elektrokardiyografisinde sinüs taşikardisi ve atriyal fibrilasyonu olan hastalarda ölüm oranlarının fazla olduğu saptandı. Yüksek gerilimle olan elektrik yaralanmalarında bu elektrokardiyografi bulguları daha sık görüldü. Bu nedenle, elektrokardiyografi bulguları ve gerilim tipi hastaların klinik gidişinde prognostik değer taşıyabilir.
BACKGROUND: The aim of the present study was to investigate the demographic and clinical characteristics of electrical injuries, type of electrical current and the importance of electrocardiography in clinical course.
METHODS: Fifty-three patients (50 males [94.3%], 3 females [5.7%]; mean age 34.5±9.6; range 19 to 61 years) with electrical injuries treated in the burn center between 2011 and 2012 were retrospectively analyzed. The patients were evaluated for demographic and clinical characteristics, electrocardiographic findings and clinical outcomes.
RESULTS: The electrocardiography findings of the patients were as follows: twenty-seven normal, twelve sinus tachycardia, three atrial fibrillation, seven right bundle brunch block, and four ventricular extra-systole. There was no mortality among patients with electrocardiographic findings of normal, right bundle brunch block, and ventricular extra-systole. Four patients with sinus tachycardia and one patient with atrial fibrillation died. Electrocardiographic findings of the patients wounded by high-voltage electricity were: two normal, two sinus tachycardia, and one atrial fibrillation.
DISCUSSION: Mortality was higher in patients with sinus tachycardia and atrial fibrillation in the electrocardiography at the time of admission. These ECG findings were more often in patients wounded by high-voltage electricity. Therefore, electrocardiographic findings and type of the electrical current may provide prognostic value in the clinical course of patients.

CASE REPORTS
11.Unilateral spontaneous adrenal hemorrhage in a young patient
Muhammet Ferhat Çelik, Cevher Akarsu, Ahmet Cem Dural, Murat Çikot, Mustafa Gökhan Ünsal, Halil Alış
PMID: 26033657  doi: 10.5505/tjtes.2015.54692  Pages 220 - 222
Bu yazıda, herhangi bir spesifik sistemik hastalık öyküsü olmayan 19 yaşında genç bir hastada, nadir görülen tek taraflı adrenal hematomu sunuldu. Hasta bir gündür olan göğüs ağrısı şikayeti ile acil servise başvurdu. Ameliyat öncesi dönemde yapılan değerlendirmede çekilen kontrastlı bilgisayarlı tomografi sonucunda sol böbrek komşuluğunda 10.5x12.7 cm adrenal kitle ve hematom saptandı. Ameliyat sonrası kitlenin patolojik incelemesinde adrenal adenom saptandı.
The objective of this study was to report an unusual case of unilateral adrenal hematoma in; a 19-year-old young man who did not have a history of any specific systemic disease. The patient was admitted to hospital with chest pain that lasted for one day. Preoperative contrast-enhanced computerized tomography evaluated an adrenal mass (sized, 10.5x12.7 cm) adjacent to the anterior of the left kidney, and findings were indicative of adrenal hematoma. The final pathological diagnosis was adrenal adenoma.

12.The repair of complex penile defect with composite anterolateral thigh and vascularized fascia lata flap
Şükrü Yazar, Muzaffer Eroglu, Ali Gokkaya, Atilla Semercıoz
PMID: 26033658  doi: 10.5505/tjtes.2015.47629  Pages 223 - 227
Kompleks penis defektlerinin estetik ve fonksiyonel sonuçlarla tek aşamalı onarımı oldukça zorlayıcı cerrahi prosedürlerdir. Rekonstrüksiyon için uygun teknik ve materyal seçimi, eksik dokuların tipi, yara yüzeyinin genişliği ve donör saha göz önünde bulundurularak yapılır. Bu yazıda, geçirilmiş cerrahi bölgesinde gelişen enfeksiyona bağlı olarak parsiyel penis ve üretral defekt oluşan bir olgu sunuldu. Hasta perforator bazlı pediküllü kompozit anterolateral uyluk flebi ve vaskülarize fasya lata ile tedavi edildi. Üretral defekt vaskülarize fasya lata ile rekonstrükte edildi. Flebin geri kalan kısmı sağ kavernöz cisim ve penisteki deri defektinin kapatılmasında kullanıldı. Rekonstrüksiyon sonrasında fistül gelişmedi ve üretra çapı iyi olarak nitelendirildi. Pediküllü kompozit anterolateral uyluk flebi, kompleks penis defektlerinin fonksiyonel ve estetik tek aşamalı rekonstrüksiyonuna uygun farklı doku komponentleri sunmaktadır.
One-stage reconstruction of complex penile defects with functional and cosmetic results is a challenging procedure. The selection of proper technique and materials for reconstruction depends on the type of the deficient tissue components, the size of the wound surface, and the donor site. This article presented a case of a partial penile and urethral defect due to an infection in the previous surgical site. The patient was treated with a perforator based pedicled composite anterolateral thigh flap combined with vascularized fascia lata. The urethral defect was reconstructed with the vascularized fascia lata. The remaining part of the flap was used for the resurfacing of the right cavernous body and penile skin defect. There was no fistula and the urinary caliber was accepted as good. The pedicled composite anterolateral thigh flap contains various tissue components suitable for a functional and cosmetic reconstruction of complex penile defects using the one-stage technique.

13.Penetrating cardiac injury in blunt trauma: a case report
Yüksel Dereli, Murat Öncel
PMID: 26033659  doi: 10.5505/tjtes.2015.88393  Pages 228 - 230
Künt toraks travmasına bağlı olarak nadiren kardiyak yaralanmalar görülebilmektedir. Kardiyak yaralanma genellikle hayatı tehdit eden durum yaratır, acil cerrahi müdahele geretirir ve bu hastaların perioperetif dönemde dikkatli takip edilmesi gerekir. Klinik tablo, yaralanma şekli, hastaneye ulaşana dek geçen süre, kanama miktarı, kardiyak tamponad varlığı veya ilave yaralanmalar gibi değişik faktörlere bağlıdır. Bu yazıda, künt toraks travmasına bağlı olarak penetran kardiyak yaralanma tespit edilen bir olgu sunuldu. Acil serviste araç içi trafik kazası nedeniyle değerlendirilen 61 yaşındaki erkek olgunun akciğer grafisinde pulmoner kontüzyon, kot kırığı ve kardiyak tamponad saptandı. Acilen ameliyata alınan hastada sağ atriyum yaralanması gözlendi. Kardiyak yaralanma primer dikiş tekniği ile onarıldı. Sonuç olarak, künt toraks travmalı hastalarda kardiyak yaralanma ihtimali yüksektir. Bu hastalarda dikkatli fiziksel inceleme, erken tanı ve tedavi gereklidir.
Cardiac injuries may rarely be observed due to blunt thoracic traumas. Cardiac injury often creates a life-threatening condition requiring urgent surgical intervention, and follow-up of these patients should be carefully carried out in the perioperative period. These injuries depend on various factors including clinical presentation, type of injury, the time that passes until the patient reaches the hospital, bleeding, cardiac tamponade, or additional injuries. This article aimed to report a case who suffered penetrating cardiac injury in blunt thoracic trauma. Evaluated in the emergency department due to a motor vehicle accident, the 61-year-old male patient’s chest x-ray revealed pulmonary contusion, rib fractures and cardiac tamponade. The patient was operated emergently. Right atrial injury was observed in the operation. The cardiac injury was repaired with primary suture technique. Cardiac injury in patients with blunt thoracic trauma is likely to be observed. In these patients, careful physical examination, early diagnosis, and treatment are very important.

14.Neodymium magnet injury causing nasal fracture: a case report
Andaç Aykan, Serbülent Güzey, Sedat Avşar, Serdar Öztürk
PMID: 26033660  doi: 10.5505/tjtes.2015.46588  Pages 231 - 234
Teknolojik gelişmelere paralel olarak, küçük boyutlu ancak güçlü mıknatıslar günümüz cihazlarında sıkça kullanılmaktadır. Yabancı cisim yaralanmaları arasında oldukça ender olarak görülen mıknatıs yaralanmaları kendilerine has özellikleri nedeniyle tedavilerinde bazı zorluklar içerirler. Mıknatısın oluşturduğu manyetik alanın cerrahi enstrümanları etkilemesi ve müdahaleyi güçleştirmesi bu zorlukların en önemlilerinden bir tanesidir. Bu olgu sunumunda ender olarak karşılaşılan neodyum mıknatıs yaralanması sonucunda nazal bölgesinde hasar oluşan bir hasta ile mıknatısın çıkarılması esnasında karşılaşılan güçlük ve bunun aşılmasında kullanılan alternatif yaklaşımımız sunulmaktadır.
In parallel with technological developments, small size but strong magnets are commonly used in modern devices. In terms of foreign body injuries, magnet injuries are quite rare. However, due to their unique characteristics, there are some difficulties in their management. The magnetic field generated by the magnet affects the surgical instruments and make treatment difficult. In this case report, a nasal injury due to neodymium magnet and our alternative approach for its management was reported.